Gökkuşağının altından geçerken...

Gökkuşağının altından geçerken...

17 Ekim 2009 Cumartesi

Eski püskü kot

Eski püskü kot


Cuma, 2 Ekim, 2009

Eski püskü bir kot pantolon kadar güvenilir ne vardı ki dünyada?

Kendini yırtan parçalayan, adeta bir sidik yarışına alıştırılmış insanların arasında dolaşırken beynin hücrelerini tazelemek zordu. Çimlere uzanıp sadece gökyüzünün hafifliği ve beynindeki bilgilerin ağırlığı ile baş başa kalmak istiyordu. Bazen bu da yetmiyordu.
Öksüz bir ruhun, sel olmuş gözyaşlarını nereye akıtacağını bilmez halde doğadan medet umması bilindik bir sahneydi. Şair ruhlu olmanın avuntusu ve yumruk izlerinin acısı vardı. Rengi sönmüş kot pantolonu, dünyaya bir meydan okuyuşun aynası gibiydi. Vefalı bir dostun bıraktığı izler gibi sıcak bir karşılama hissi veriyordu ona kot pantolonunu giymek.
Beklemek... Saatlerce beklemek. Bir ses gelir de belki bir kibrit çakar ve alev alır her şey birden. Tekrar tutkuların içinde yüzerdi, yücelirdi ruhu. Girdapların içine atlardı ve herkesin korktuğu maceraların ortasında bulurdu kendini. Eskisi gibi. Evet, böylesine tutku dolu bir yaşamın izinde yaşamak, hayat durakladığı zaman yorucu oluyordu ama yaşanan görkemli saniyelere değerdi. Sinema salonunda gibi hissetmek ne büyük bir lütuftur az insana verilmiş.
Tek istediği böyle anları çoğaltmaktı.
Kırmızıya boyanmış evler gördü rüyasında.
Gül kırmızısı bir kadın... Kırmızı dudaklar... Kan yoktu; sadece tutku vardı rüyalarında. Terk edilmiş bir sokağın büyülü evlerinden eser yoktu dışarda. Her yer inşaat halinde, herkes çöp toplar gibiydi.
İnsanın kendi kalbindeki tozları silmek bazen zordur ama buna değdiğini biliyordu. Bir çırpıda saçmalamaya hakkı vardı bazen ve anlaşılma çabası beyhude diye düşündü. Kelimeler kendi kendilerini imha ediyorlardı zaten her telaffuz edildiklerinde.
Sürekli geviş getiren yaşamların ortasında olmak istemediğine karar verdi. Bu dünyada amatör bir şizofren olmayı başarabilmek belki de bir nimetti. Kuyruğunu kovalayan bir köpek gibi yaşamaktansa, katmanlı iç dünyalara sahip olmak yeğdi.
Zehir gibiydi bazen gündelik yaşamın ritmine ayak uydurma anları. Bazen de fişek gibi.
Denge en zoruydu, fizikselin ağır bastığı dünyanın kenara itilmiş ruhlarında.
Öfke, gerekli bir benzindi yola çıkmak için ama ölçüsü kaçınca yıkıcı oluyordu.
Sigara içmek sabaha kadar... Hiç de yaptığı bir şey değildi. Enstrümanlarını seyretmek daha ilham vericiydi. Kendini çıkışsız hissettiği her anı kendi kurtuluşuna çevirmek tamamen beyninin devrelerini kontrol edebilmesiyle ilgiliymiş meğer. Bunu anladığında insan, hem çok aciz hem de çok güçlü hissediyordu.
Bugün de riskler alacak mıydı? Küçük ateşler yakacak mıydı? Sabahın erken saatlerinde bunu henüz kestiremiyordu. Yine hayata sarılma gücünü bulacak mıydı kendinde? Öğlene doğru birden fırlayıp gidecekti hedefine. Özlemini duyduğu yere ve insana… Küçücük işaretler ve karşılıklar gününü kurtarmaya yetecekti. Bir bakış, bir gülüş, bir ima ile yetinecekti gene. Ta ki bir hafta geçip onu delicesine özleyene kadar.
Parçalanmış bulutlar, yıkılmış binalar, kan akıtan çiçekler vardı. Ama elindeki boyalar ve gözlerindeki ışıkla onların siluetini yok edecekti. Yabancılaşma çağında yaşamanın omuzları toprağa çeken ağırlığına inat, yüreğindeki fişekleri fırlatacaktı gökyüzüne ve salon ışıkları yanacaktı yine.
Mavi, eskimiş kot pantolonuna baktı. Birkaç tane daha alması lazımdı.
Kendisine yakışanı bulabilirse tabi, bütün kadınların minyatür varsayıldığı bu şehirde…
Sinemada kimse arkasına oturmak istemiyordu farkındaydı. Ama artık bu onu ilgilendirmiyordu.
Kaos GL Dergisi / 100. Sayı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder