Gökkuşağının altından geçerken...

Gökkuşağının altından geçerken...

26 Aralık 2010 Pazar

ÇOLUK ÇOCUK – PATTI SMITH otobiyografisi

ÇOLUK ÇOCUK – PATTI SMITH otobiyografisi
26 Aralık 2010 BirGun Pazar Eki

“Bir başyapıt, daha önce hiç açılmamış bir hazine sandığının içini görmek için ayrıcalıklı bir davet.” diyor, farklı filmlerin kendine özgü yıldızı Johnny Depp, Patti Smith’in otobiyografisinin arka kapağındaki tanıtım yazısında. Punk ikonu Patti Smith’in yolun başındayken ne kadar utangaç ve kararsız olduğunu görünce şaşıracaksınız diye bir cümle okudum tanıtım yazılarından birinde. Bu kitap bugün elime geçti. İştahla okuyacağım. Sepya rengi kapağıyla zaten en az Judith Butler’ın Cinsiyet Belası kitabı kadar (onun da kapağı sepya rengi ve iki kişi var kapakta) dikkat çekiyor. Patti ve yaşam dostu Robert’ın androjen halleri kapakta adeta parlıyor.

Patti Smith bir şair ve müzisyene dönüşürken, Robert Mapplethorpe kışkırtıcı tarzını fotoğrafa yönlendirecekti. Andy Warhol’un sürdüğü hüküm, New York sokakları, 1969’da yerleştikleri Chelsea Otel ve orada edindikleri iyi kötü şöhret sahibi ahbaplar, etkin sanatçılar, içine daldıkları yüksek farkındalık; şiir, rock and roll, sanat ve cinsel politika dünyalarının parladığı bir dönem.

Remzi kitabevi’ne kitabı orijinal ismiyle sordum ama Türkçesi vardı. Aslında ana dilinden okumaya niyetliydim ama dayanamadım ve çevirisini kapıverdim. Eğer doymazsam İngilizcesini de okurum bir çırpıda. Yeter ki gelsin. Oldum olası müzisyen biyografisi ve otobiyografi kitaplarını çok severim. Red Hot Chili Peppers grubunun solisti Antony Kiedis’in kendi hayatını anlattığı Scar Tissue (Yaralı Deri) kitabını çok sevmiştim. İngilizceden okumama rağmen kitap 4 günde bitmişti. İlgi duyduğum felsefik ve sosyolojik kitapları bile bu kadar hızlı okuduğumu hatırlamıyorum. Kurt Cobain’in hayatını anlatan kitap da çabuk bitmişti.

Bazı biyografik kitaplar sanatçının üzerinden para kazanmak için başkaları tarafından yalan yanlış bilgilerle donatılarak yazılır. Belli ki Patti Smith kitabı hiçbir ticari amaç gütmüyor çünkü kendi ağzından samimiyetle yazılmış. Göz gezdirdiğim kadarıyla epey vurucu bir kitap. Patti gibi samimi. Yaşadığı acıların derin izlerini taşıyor. Bazı kitaplar bir bakışta sizi içine alır. Bu da o kitaplardan biri işte. Belki de bana yol gösterdiği veya kendimden çok şey bulduğum için seviyorum müzisyen (oto)biyografilerini okumayı. Jeff Buckley’in hayatını anlatan ve yakın bir dostu tarafından yazılmış kitabı da orijinal dilinden okudum.
Tekrar okumayı planlıyorum.

Recep İvedik kılıklı ve ruhlu punker veya rocker geçinenlerin bol olduğu bir coğrafyada, rock müziğin ruhani, derin, felsefik, asi tarafını bize yaşatan ve hatırlatan gerçek müzisyenlerin yapıtlarına ulaşabilmek güzel. Patti Smith otobiyografisini Türkçeye çeviren Yiğit Değer Bengi’ye teşekkür etmek lazım.Çevirmenlerin isminin anılmadığı ülkemizde, bir kitabı ana dilinden kendi diline çevirmek, kitabı baştan yazmak kadar büyük bir sorumluluk ve emek…

Punk ruhunu, o asiliği ve öfkeyi, muhalif duruşu her zaman iliklerimde hissettim. Kurt Cobain’den Michael Stipe’a, PAtti SMith’den Pj Harvey’e…Beck bile indie punk’tır gözümde. Belki de rock değil punk demeliyim evet. 3 akor ve gerçekler… Tüm ihtiyacımız olan bu. Özellikle suyu çıkmış, ruhu ve insanlığı emilmiş bu devirde. Bu kitapla beraber Patti Smith belgeselini de izlemek güzel olur. Festivalde beni epey etkileyen bir dokümanter filmdi. İnsanlığa dair sorduğu sorular da gerçekten çarpıcıydı.

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

22 Aralık 2010 Çarşamba

TEK KULLANIMLIK DOSTLUKLAR yani KÖTÜ ZAMANLAR

TEK KULLANIMLIK DOSTLUKLAR yani KÖTÜ ZAMANLAR
19 Aralık 2010 Birgun Pazar Eki

Eskiden dostluk dendi mi akla çok yüce bir kavram gelirdi. Akla gelmesi bir yana, gerçekten dostları vardı insanların. Dara düştüklerinde yanlarında olacaklarından emin oldukları bir yakınları her zaman olurdu. Yardım istediklerinde sorgusuz sualsiz karşılık alacaklarını bilirdi insanlar….Birlikte gezer tozar, an’ı paylaşır, yer içerlerdi. Sevgi ve saygı, her şeyden önce gelirdi. Sadece beraber iş yaptığınız insanlarla bile bir saygı ve hürmet çerçevesi vardı. Ya bugün ne var? Bugün artık herkesin bıyık altından gülebildiği, saman altından su yürüttüğü, vefa nedir bilmeyen, bir sırrını verdiğinde illa ki bir diğerine bunu fısıldayan, arkanızdan bir laf etmezse rahat etmeyen, işine gelince arayan (ki onu bile yapmayıp kendine dost diyenini gördüm.) işine gelmeyince telefonun ahizesini bile kaldırmayan insanlar doldu etraf. Artık bir çıkarı, bir beklentisi veya can sıkıntısı yoksa bir insanın koşulsuzca sizi aramasını beklemeyin. Arayanı varsa ne mutlu size. Nadir de olsa böyle dostlar da çıkabiliyor ama çoğunlukla fark ettiğim, en masumu bile iyi vakit geçirmek için arayabiliyor. Kardeşler bile günümüzde yakın olamazken, nerede kalmış bir yabancının sizi desteklemesi… Gerçi her zaman inanırdım : İnsan kendi kardeşlerini kendi bulur. Bulur bulmasına da, çölde iğne ararken şansı varsa bulur. Bulmak da yetmez sürdürebilmektir en mühimi. Üç günde suyu kaynar arkadaşlıkların.Önce büyük bir heyecanla sırlar dökülür (ki en büyük hata da iyi tanımadan hemen kendini açmaktır.) ve ertesi gün bakarsınız o insan yelken açmış başka diyarlara. Veya en ufak kavgada hemen tabanları yağlamış. Bu kadar mı ucuz dersiniz dostluklar? Bu kadar mı ucuz artık insanlar? Bu kadar mı şartlı ve beklentili arkadaşlıklar? Birbirini tanımak için zaman ve imkan bile yaratılmaz. An’lık bir vakit geçirme veya dert dökme aracıdır sadece dost… Çabucacık sıkılır insanlar birbirlerinden. Tahammül sınırlarının ne kadar azaldığı, boşanma oranlarından da belli değil mi? Aileci, statükocu bir yapıyı savunmuyorum elbet. İsteyen yalnız yaşamayı seçebilir pekala. Sadece eski zamanlara oranla günümüzde her şeyin hızla tüketildiğini ve insan ilişkileirnin zayıfladığını görüyorum.

İnternet sayfalarından, sosyal paylaşım ağlarından (twitter – facebook gibi) bir merhaba, ne haber demek yetiyor işin hazin tarafı. İnsanlar bırakın buluşmayı-görüşmeyi, birbirine telefon açmaya ve nasılsın kelimesini kullanmaya bile yeltenmiyor artık. Gözlemlemek ne kelime, hepimizin birebir yaşayıp da itiraf etmediği şeyler bunlar.

Neyse ki 1979 doğumlu bir nesle mensup olarak kendimi 80 sonrası nesilden daha şanslı görüyorum. Teknoloji ile haşır neşiriz ama televizyonun tek kanallı olduğu zamanları da hatırlıyoruz. İnternetsiz hatta bilgisayarsız ve hatta cep telefonsuz zamanları iyi biliyoruz. Bazen o zamanlara dönmek istiyorum. Ama bu yaş ile…Yani 30’larımda olup da internetin olmadığı zamanlara... Aslında internet, bilgi almak ve global anlamda iletişim kurabilmek için çok faydalı oldu ama beri yandan tüm bu sosyal paylaşım siteleri bizleri esir aldı. Bir sürü tanıdığım insan artık telefon bile açmayıp yalnızca internet sayfasından mesaj atabiliyor.. Bir sonraki nesil e-posta’yı bile özleyecek. O bile daha samimiydi çünkü kişisel e-posta’lar iç dökme aracı olarak en azından bir satırı geçebiliyordu. Şimdiyse Facebook ve Twitter status’lerinde 2-3 satırdan ibaretiz. Eski mektuplaşmaları hatırlatmıyorum bile, renkli zarflarım hala kenarda durur.

Baştan sona bir albümü defalarca dinlemek güzeldir şimdiyse insanlar bir şarkının mp3’ünün başını dinleyip bir sonraki şarkıya geçiyorlar. Sıkıldılar mı mp3 çalarlarının hafızasını silip baştan yükleyebiliyorlar. Evet gülmeyin ama öyle insanlar tanıdım ki sıkıldığı şarkıları saklamak yerine siliyor tamamen yer kaplamasın diye. Yönetmen olmak isteyen bir genç, çektiği görüntülerin ham hallerini silip görüntüleri yalnızca mp4 gibi düşük kalite bir internet formatı olarak saklamak isteyebiliyor. Arşivcilik zaten bitik, portfolyo yaratmak ise angarya olarak görülüyor adeta.

Dostluktan geldiğim yer bu : Materyalizm her şeyi ezdi geçti. Artık dostluklar bile satılık…
Veya bir içimlik. Kullan at psikolojisi…80 sonrası doğanların hali ise daha hazin…

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

Eski Bisikleti Sürdüm Rüzgara Karşı…

Eski Bisikleti Sürdüm Rüzgara Karşı…
12 Aralık 2010 Birgun Pazar Eki

Arabasız insanın azaldığı bir çağda inatla araba almadım. İstanbul’da araba kullanmak epey yorucu. Siz iyi kullansanız da etrafınızdakiler şehir ormana çevirmiş vaziyette. Cip (jeep) leriyle güç gösterisi yapan ve kendini güvende hisseden sürücüler de var yetmezmiş gibi. Çocukken motosiklet fotoğrafları biriktirirdim. Özellikle birbirinden renkli gözüken dağ motosikletlerinin görüntüsüne bayılırdım. Gidip oyuncak motosiklet bile almıştım. Yeşil fosforlusunu biblo olarak masama koyardım. 11 yaşımda filan bir kaza gördükten sonra motosiklete olan ilgimi kaybettim. Yine de görüntü olarak sevmeye devam ettim. Chopper ve Harley tipi motosikletlerin Easy Rider filmindeki asi havası bile insana ilham veriyordu. Motosiklet sevdam sadece bir görüntüden ibaret olarak kaldı. Bu şehirde o da riskliydi.

Bisiklet deseniz, Büyükada gibi yerlerde çocukken epey binmişliğim vardı. Ama genelde mahalle aralarında gezer çok uzaklara tur yapmazdım. Gidilen yerde kiralamak mantıklıydı. Bir de kaykay merakım vardı ki asla gerçekleşmedi o da. Sanırım sörf ve kaykay gibi sporlar sadece izlemek için güzeldi. Scooter alsam bari dediğimde ailem ondan da korktu. Peki dedim.

Bisiklet almakta inat ettim. Birçok mağaza gezdim. Dağ bisikleti almam konusunda ciddi bir ısrarla karşılaştım. Tüm mağazacılar el birliği ile beni dağ bisikletine yönlendirmek istiyordu. Oysa ben taksiye sığabilecek, istediğim yere götürebileceğim, asansöre dahi sığabilecek pratik ve ufak bir şey hayal ediyordum. Volkswagen isteyen birine Cip (Jeep) dayatılmasına benziyordu durumum. Bir bisiklet forumuna üye olup derdimi anlattım.
Bana katlanan bisikleti önerdiler. Önce saçma ve amatör bir şey zannettim. Aklımda akrobasi için binilen ama ufak ve cool duran BMX’ler vardı benim. Gidip gördüm ki BMX türü bisikletler gerçekten çok ağır ve ufak. Ayakta binip sıçrayışlar yapmak için.

Türlü dükkana girip türlü şey öğrendikten sonra kendimi Beşiktaş’ta buldum. Bike and Outdoors adlı bir mağazada. Daha evvelinde Ortaköy’deki Delta mağazasından almaya niyetlenmiştim ki orada Tolga adlı bir mağazacı felaket bir tavır takındı. Hiçbir bisiklete dokunmama dahi izin vermedi ve bana bir düşman muamelesi yaptı ki anlaşılan Ortaköy Delta ve oradaki Tolga denilen ve öğrendiğim kadarı ile bisiklet bilgisi-sevgisi olmayan, mağazacılıktan gelen (ki onu da öğrenememiş) yabani adam, mağazayı da kendini de küçük düşürdü. Oysa ilk girdiğim TREK bisikletleri satan mağazada çok sıcak karşılandım ve senelerini bu işe vermiş bir adamdan bir sürü bilgi aldım. Ortaköy’de son uğradığım yer olan Kaçkar Bisiklet’te ise sanırım Zafer adlı biri vardı ve bisiklete aşık bir insandı. En az bir saat bilgi verdi ve şehir bisikleti ile dağ bisikletinin farkını uzun uzun anlattı. Hatta bazı bisikletleri demonte edip birçok ayrıntı gösterdi. Maalesef orada aradığım katlanır bisikletin ucuz modeli yoktu. Trek’e telefonla danışarak Beşiktaş’ın yolunu tuttum ve dağ bisikleti al ısrarlarına inat Dahon marka 7 vitesli bir şehir bisikleti aldım. Katlanır olması bir yana. Katlanmadan bile asansöre ve taksinin arka koltuğuna sığdı. Toplu taşıma araçlarına da sığar haliyle.

Üst üste yazılarımda bahsetmiş gibi olmak istemem ama 6 Aralık Hayal Kahvesi konserim sandığımdan bile daha güzel geçti, epey insan geldi ve kaliteli bir kitleydi. Oyuncu, Nilüfer Açıkalın ve gitarist Cem Köksal’ı seyircilerin arasında gördüm. Elbette mutlu oldum. Bir dahaki konserim 6 Ocak Peyote’de. Tek başıma çalmak bana epey keyif verdi. Teknoloji merakım şunu öğretti : Grup elemanları ile uğraşmak teknoloji ile uğraşmaktan daha zor. Şu an peşinde olduğum post folk tarzımdan ve sound’dan epey memnunum. Sanırım beni üzen ve yoran, her şey iyiyken sırıtarak, işler belirsiz iken ortadan kaybolan kimi ilgisiz müzisyene de kapak olmuştur bu konser.

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

Belki de Yanlış Yer ve Yanlış Zaman…

Belki de Yanlış Yer ve Yanlış Zaman…
5 Aralık 2010 Birgun Pazar Eki

Cılız bir yürek sevdim. Sonrası? Sonrası karanlık bir tünel… Ellerim soğuk. Bekliyorum. Neyi beklediğim muamma…Böyle olması gerek belki de. Avuntu cümleleri mi teslimiyet?
Kendini ararken bir girdaba yakalanan insan mıdır sanatçı? Hangi girdap? Severken sevilmeyen, sevilirken sevmeyen bahtsız kalbin bir haykırışı… Fıldır fıldır dönüyor yeryüzünün bize bıraktıkları… Tek başına dönebilmek bazen güç…Hem güç hem zor anlamında. Severken boşluktaki oyuncakları, yetinirken ve oyalanırken onlarla, aslında istediğimiz tamamlanmaktı. Başarabildik mi? Hayır. Suçlusu ve sorumlusu kim bunun?
Bilemiyoruz. Düzen mi? Kişiliğimiz mi? Sosyolojik ve dönemsel uyuşmazlık mı?
Sonuncusu daha muhtemel. Sosyal ölçütlere uymamak ve dönemin insanı olmamak…
70’lerde bir hipi mahallesinde yaşayan ve şiir gecelerinde şiir okuyan yeni yetme çocuk olmak vardı. Materyalizmin tavan yaptığı bir dönemde, tanıtımı güçlü olanlar ve kırılgan olmayan ruhlar kazandı. Kırılgan ama güçlü olanlarsa daha kalıcı bir şeyin peşinde…
Belki de bu çağa uyum sağlayabilen materyalist insanlar, duygularını bastırabilen insanlar gün geliyor en karanlık kuyulara düşüyor. Kendi iç seslerini dinlemeyi unutmuş insanlığın, uçan kuştaki güzelliği görmeyen insanlığın dışında bir yerde hayat aramak zor olduğu kadar değerli bir uğraş…

1920’lerde modernizme geçişin olduğunu varsaysak bile, bugünkü postmodern çağın ve yalnızlaşmanın önüne geçememek ve varoluşa anlam katmanın iletişimsizlik yüzünden zorlaşması insanı hergün vuran bir darbe gibi…Her insanı aynı yoğunlukta vurmayabiliyor tabii… Kiminde öfke nöbetleri olarak dışarı çıkan yalnızlaşma hisleri, kiminde gözyaşları, kimindeyse kendine verilen zararlar olarak tezahür ediyor.

İnsanın içini kemiren sorular bitmiyor ki. Kendi ülkesinde mutlu olamayan insan dışarıda ne kadar mutlu olabilir? Bunun cevabı yok. Dışarıda da başka varlar ile başka yoklar kesişirken, kendi yuvasını özlememesi mümkün mü bir insanın? Çıkıp gitmek ve geri dönmek…Yolculuk. İnsan ruhunun en doğal arzusu…Bir leylek gibi, uygun mevsimlere doğru kanat açmak ve sonra tekrar dönmek…Bunu yapabilmek bile nedense kabuğunu kırmayı gerektirir oldu. İnsan varoluşunun hafifliği nadir de olsa ziyarete gelir ve o an’lardır işte yaşamanın anlamını hatırlatan an’lar. Çoğunlukla bizi takip eden kara bulutları ve sırtımızdaki o tanımlanamaz manevi yalnızlık yükünü bir türlü üstümüzden atamayız ki…
Ruhumuza güneşin doğduğu ender zamanlar için yaşadığımızı anlar ve kabullenirsek belki de sıfır noktasında durarak, tattığımız her güzelliği bir bonus olarak görebiliriz. Bonus derken kastım, ekstra bir hediye gibi. Sıfır noktası her zaman iyidir. İnsanın hayatındaki her şeyin bir tür rüya olduğunu ve geri kalanın çok da mühim olmadığını vurgulayıp, varoluşun dayanılmaz ağırlığını ve sorumluluğunu biraz olsun üzerimizden alır. Belki de Budist’lerin aradığı da bu.
Sıfır…Hiçlik…Her şey bir sürpriz, bir hediye Budist için…

Zen çocukları derler Beat yazarları. O ruh nasıl bir ruhtur? Aslında bir takım kimyasallar ve otlar ile elde edilen ruh halleri ilgi alanımın dışında. 1960’ların Beatnik’leri yani uçarı yazarları, bazı otların yardımı ile kafayı bulup sürekli bir neşe içerisinde geziyorlarmış. Ecstasy dedikleri madde bu ruh halini sağlıyor olsa gerek. Dediğim gibi, aslolan insanın kendini sanatta ve aşkta var edebilmesi. Sanat derken, herkes sanatçı olacak diye bir şey yok ama uçan kuştaki güzelliği görebilmek de bir sanat oldu bu çağda. Sürekli dikkati dağıtan haber bombardımanı ile dolu bir yapay gündem çağında, bilgisayardan uzak durmanın imkansızlaştırıldığı bu çağda, sahilde yürürken ve gece konser verirken biraz yakalıyorum kendimi…
Not: 6 Aralık Pazartesi günü saat 22:30’da Beyoğlu Hayal Kahvesi konserime desteğinizi bekliyorum…

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

2 Aralık 2010 Perşembe

Sanal ve Reel Müzik Maceralarım - 2009

Universal Müzik Türkiye 2001 ekonomik kriziyle büyük darbe almişti ve 2002'de zar zor ayakta duruyordu. Daha sonra zaten battı.
Daha doğrusu Türkiye şubesi, yolsuzluklar yüzünden kapatıldı.
Benim ilk albüm de haliyle iyi dağıtılamadı ve klibi periyodik olarak bir kanalda dönmedi.Albüm zar zor çıktı ve kendi haline bırakıldı gibi oldu.
Üstelik o zamanlara göre pahalıya satıldı, diger rock gruplarinin albümleri 7 ye inmisken 14 YTL etiket kondu CD ye..
Kısacası kendi ağacını baltalamis gibi oldu ex-plak sirketim...
2000 yılından beri mp3.com, myspace, last fm gibi sitelerden tanıtıma devam ettim. Zaten plak anlasmami mp3.com a koydugum demolara gelen ilginin de büyük etkisiyle yapabilmistim.
Internet'in yıldızı diye lanse ettilerse de pek hazetmedim bundan cünkü internet beni degil , ben interneti kullanmistim müzigimi yaymak icin......
Simdi de bir senedir hazir olan 2. albümüm türlü aksiliklerden dolayi cikamadi.Anlastigim insanlardan yedigim kaziklardan, sözlerini tutmamalarindan veya işleri çok geciktirmelerinden dolayı...Belki de asıl mesele sanatçinin herseyi tek basina üstlenmek zorunda birakilmasi ve plak sirketlerinin "klibi bile hazir getirin" demesi.... oldu.
Kısacası tüm bu "yılan hikayesi" tadında sıkıntılar yüzünden 20 li yaslarimda ürettigim bir sürü eseri paylasmaktan mahrum kaldim.
Konserlerden de öyle... Tek damarım kesilmis gibi yaşadım resmen...
Hasbelkader ufak dinletiler, konserler ve kendi tirnagimla basardigim yollarla devam ettim. Cogu TC muzisyeni gibi belki de....
Ama bu yol cok cetrefilli. Uzaktan kolay sanıp da ahkam kesenlere de, hiç kolay olmadigini bir kez daha hatirlatip inat etmelerini dilerim.
Özellikle de standard laşmiş imaj lara ve dayatılan klişelere uymadiginizda daha da zor....Bir de üstüne bin tane laf isitebiliyorsunuz, internet karşisinda boş boş oturarak burun kariştirip, önüne gelene saldirarak tatmin olmak isteyenler tarafindan.... Hem de rumuz ardina siginarak.
Simdi de özgür platformumuzu canları isteyince kapatmaktan çekinmiyor bazı güçler....... Baltalarla odun kesenlerin ortamında, heykel yapmaya calisiyoruz inatla.... Hızla yazdim ve içtenlikle...Devrik cümleler olduysa, devrik ruhlu sisteme gönderme olsun......:-)

Ece Dorsay

29 Kasım 2010 Pazartesi

PİNK FLOYD BALESİ

PİNK FLOYD BALESİ
16:36 28 Kasım 2010

La Scala Tiyatrosu ve Bale Topluluğu’nun sahneye koyduğu Pink Floyd balesi, 13 şarkıdan oluşan Pink Floyd klasikleri seçkisiyle ve beyazlar içindeki balet ve balerinlerin danslarıyla, bizleri farklı bir atmosfere götürdü. Koreografi gayet başarılıydı. Bale uzmanı değilim. Yüzlerce bale gösterisi de izlemedim. Modern bale derseniz, ona nispeten daha yakınım. Yine de ben bu gösteriyi genel bale standardları içerisinde değil, bağımsız ve kendine özgü bir gösteri olarak değerlendirdim. Müziklerin gücü ve teatralliği, film müziği havası taşıyan Hitchcockvari ürpertici etkisi zaten başarının yüzde altmışını garantiliyordu. Geri kalan yüzde kırk derseniz; balet ve balerinler, koreograf, şarkıların hakkını vermişti. Kıyafetler ve dekor sadeydi. Bu sadeliğe rağmen müzikal akışı tamamlayacak seri hareketler ve uyumlu danslar, gereğinden fazla kıvrak olmayan ruh, rock müziğe uymuştu. Another Brick in The Wall (Duvardaki Diğer Tuğla) şarkısının olmayışına şahsen sevindim çünkü artık o şarkıya çok fazla aşina olmanın getirdiği bir bıkkınlık vardı.
Işıklandırma da gayet başarılıydı. Bazen kostümlerde bir farklılık aradı gözlerim. Yine de sadeliğinde bir zarafet vardı gösterinin.Beğenip beğenmemek çok serbest ve göreceli, fikirler bol. Önyargı ile beğenmek veya önyargı ile beğenmemek mümkün ama gözleri ve algıyı beklentisizce açtığınızda daha fazla keyif alabiliyorsunuz alanınızın çok içinde olmayan bir daldan. Görsel ve işitsel sanatlar da birbirinden çok uzak değil. Epey yakın bile diyebiliriz.
Kendi içimizdeki sinsi duvarları yıkmak ve bizi sıkan varoluşsal dertlerden bir süreliğine de olsa uzaklaşmak için sanatın her türlüsüne imdat çıkışı gibi bakabiliriz. Çok sıkıntılı anlarımda hiçbir yere gitmek istemem. 25 Kasım perşembe akşamı hiç yerimden kıpırdayacak gücüm yok gibiydi. İçim daralıyordu. Beri yandan kendimi evden dışarı atasım vardı. “Böyle bir gösteriyi kaçırma” diyordum kendime. Evden kendimi dışarı attım, Borusan’ı protesto eden epey öfkeli çevreci grubun arasından biraz anksiyete ile geçtim ve Kongre Sarayı’na ulaştım. İyi de etmişim, değdi. Üstelik süre olarak da bir buçuk saat gayet tadında idi. Çok uzun süren show’lar çoğunlukla insanı biraz sıkar. Oysa tadı damağında kalmalı insanın diye düşünürüm hep. Süresi bana gayet makul geldi.
Kısaca bu gösterinin tarihine bakarsak:
60’lı yılların sonunda, küçük bir kızın elindeki plâğı heyecanla babasına götürmesiyle başlayan hikâye, yıllarca kapalı gişe oynayacak bir bale gösterisiyle son buldu. Büyük bir Pink Floyd hayranı olan küçük kızının önerisi üzerine, Roland Petit, ‘Hey You’, ‘Is There Anybody Out There?’, ‘Money’ gibi rock klâsiklerini, solo, düet ve grup danslarına uyarlayarak, eşsiz bir gösteriye imza attı. Kurguladığı baleyi gruba tanıtmak amacıyla İngiltere’ye doğru gemiyle yola çıkan Petit, bir konser sonrasında onlara ulaştı ve projesini anlattı. Pink Floyd’un büyük memnuniyetle kabul ettiği proje, grup üyelerinin kendi önerileri üzerine 1972 yılında Fransa’nın Marsilya kentinde ilk kez, Pink Floyd’un canlı performansıyla seyircilere sunuldu. Her gösteride giderek daha fazla talep alan ‘Pink Floyd Balesi’, prömiyerin başarısını, efsanevî grubun canlı sahnesine bağlayanları mahcup ederek, uluslararası bir gösteri olma unvanını da kazandı. Grubun 13 şarkısını modern ama derinlerinde klâsik tekniklere sahip olan dans hareketleriyle bütünleştiren Petit’nin, 1972’den bu yana genişlettiği eser, La Scala Tiyatrosu Bale Topluluğu tarafından, şimdiye kadarki en uzun hali olan 90 dakikalık bir performansla sergileniyor.

Bu bilgiler ve izlenimler ışığında, gidenlere tebrikler, kaçıranlaraysa bir dahaki sefere kesin gidin demek istiyorum.

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

21 Kasım 2010 Pazar

İstanbul’da Canlı Müzik Kültürü ve Maceralarım

İstanbul’da Canlı Müzik Kültürü ve Maceralarım
BirGün 21 Kasım 2010 Pazar Eki

Onlu yaşlarımı yaşadığım 90’lı yıllarda ve yirmili yaşlarımın başı olan 2000’lerin başında İstanbul’da gece hayatına dair bugünkü kadar çok alternatif seçenek yoktu. Vurgulamak istediğim daha ziyade batıdan beslenen türde canlı müzik çalınan mekanlar. Batı müziğinde rock tarzı sınırlaması vardı. Caz kulübü zaten yoktu ve şu an bile sayıları çok az. Nardis ve Jazz Center aslında epey zamandır var. Aslında benim gece hayatım sıfıra yakındır. Ancak çok ilgilendiğim güzel bir konser olursa dışarı çıkarım. 90’lı yıllarda barlarda, özellikle Kemancı Bar zamanları, gruplara cover yani sevilen yabancı parçaların yorumlarını çalmak dayatılırdı. Yabancı gruplar da ülkemize daha seyrek gelirdi. Şimdilerde birçok alternatif grubun müzik yaptığı ve bestelerini rahatça icra edebildikleri mekanlar bol. Yaratıcı gruplar bu sayede çiçek açmaya başladı. Doksanlarda “Smoke on The Water” dinlemekten bıkmıştık. O zamanların en cazip mekanlarından biri Mojo idi ve Blue Blues Band’i izlemek bir ayrıcalıktı, ne yazık ki izleme şansına erişemedim. Dediğim gibi o dönemi kaçırmaktan değili gece hayatınım az’lığından oldu bu. Shaft, Hayal Kahvesi ve Kemancı doksanlara damgalarını vurdular. Roxy Müzik Kulübü’nün doksanların sonundan itibaren düzenlediği yarışmalarla renk kazanan alternatif sahne, 2000 yılında Roxy’de finale kalmamla benim yaşamımda da önemli bir yer almıştı. Kemancı’da, Hayal Kahvesi’nde de 99 yılında sahne almıştım. Bir kereye mahsustu ama güzeldi.

Peyote adlı mekan, 2000’lerin başında post rock müziğin önemli bir geçidi haline geldi ve çiçeği burnunda grupların veya çok farklı duruşu olan grupların çekirdekten yetiştiği güzel bir sahne sunmaya başladı. O mekanda da Jeff Buckley Gecesi’nde ve The Smiths Gecesi’nde ayrı ayrı yer aldım. Yabancı turistlerle karışık bir dinleyici kitlesi vardı. İnanılmaz keyifli bir seyirci idi, global bir kitleye çalıp daha sonra sakınmadıkları övgülerini dinlemek bir ayrıcalıktı.

Hayal Kahvesi ise saygınlığı ve 92 yılından beri bozmadığı çizgisiyle, kale gibidir. Çizgisini asla bozmadan devam etmiştir. Babylon ve Balans gibi daha yeni mekanların yarattığı rekabet veya çeşitlilik, Hayal Kahvesi’ni olumsuz etkilemedi çünkü Hayal’in çizgisi her zaman belliydi ve kitlesi de sadık bir kitleydi. Sahnesini ve ortamını her zaman samimi bulduğum sıcak bir mekandır Hayal Kahvesi. İşletmecilerinin iyi müziğe değer verdiğini kapıdan girer girmez hissedersiniz. Trendy olsun diye açılan mekanlara benzemez. Tarihi olan bir mekan olarak yeri çok ayrıdır. 6 Aralık Pazartesi günü albümümün ilk konserini solo olarak vereceğim Hayal Kahvesi sahnesinde heyecan beni bekliyor. Umarım bu tatlı ve eğlenceli bir heyecan olur. 2007 senesinde Cem Adrian ile Henry Lee şarkısını düet olarak yorumlamıştık. Videosu, internette de epey insana ulaştı ve bu beni mutlu etti.

Eylülist – Arnavutköy’de de epey keyif aldığım performanslarım oldu. Oradaki kitle biraz daha pop müziğe yönelik olan ama kaliteden ödün vermeyen işler bekleyen, yaş ortalaması yüksek insanlardan oluşuyordu. Kaliteli pop müziğin adresi Arnavutköy’deki Eylülist…
Şimdilerde Nublu ve Mask ayrıca Ghetto gibi mekanlar beni umutlandırıyor.

Beatles Kafe’de 2002 ve 2003 yıllarında tek başıma unplugged çaldığım Cuma gecelerinde, sıcak ambiyansı, duvarlardaki 1960’ların sanatçılarının afişleri, eski plaklar ve Metin bey’in plakları beni çok etkilemişti. Alkol alınmayan bir öğrenci mekanı olarak tam bir kafe idi. Amerika’daki “coffee shop” (kafeterya) daki canlı müzik kültürünün nadir karşılığıydı sanki. Bronx’ta da ilk albüm tanıtımım için sahne almıştım. Şimdi dönüp baktığımda ne kadar çok sahne almışım ve çoğunda yalnız kovboymuşum diyorum. Hepsi de ayrı bir adrenalin ayrı bir keyifti. Üniversite festivallerini de yazarsam yazıya sığmaz. 6 Aralık’ta Beyoğlu Hayal Kahvesi’ndeki solo konserime desteklerinizi bekliyorum.

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

14 Kasım 2010 Pazar

GREENPEACE VE SANAL AKTİVİZM

GREENPEACE VE SANAL AKTİVİZM
15:13 14 Kasım 2010

Greenpeace’in “Seninki Kaç Santim?” sloganlı kampanyasıyla bugün karşılaşanlardan biriyim. Facebook ve Twitter’da hızla paylaşıma sunulan bu kampanyayı ilk Sevin Okyay’ın profilinde gördüm. Epey dikkat çekici bir sloganı vardı üstelik. Bir fare tıklaması ile internetin mucizesi olarak bir balığın avlanmasına engel olmak mümkündü. Daha doğrusu bir tıklama ile balığın bir santimetresini kurtarmak. Kabaca böyle. Ama detaya inmek istersek bu internet mekanizmaları nasıl işliyor henüz o kadar aklım almıyor. Sınır Tanımayan Doktorlar’dan, Gökkuşağı Evlilikleri’ne Evet kampanyalarına, Facebook’ta ‘Causes’ başlığı altındaki kampanyalara katılıp destek olmak mümkün birçok şeye. Sadece bir gruba üye olmuyorsunuz. “Şu kadar kişi topladık” diyerek olmuyor yani. Özel kampanyaları olan internet sitelerine sanal desteğinizle katılıyorsunuz ve bu destek bazen gönüllü para transferiyle bazen siteyi biraz gezmekle mümkün olabiliyor.
Greenpeace’in sayfasından tanıtımını alıntılamak istiyorum:
Greenpeace, Avrupa, Amerika, Asya ve Pasifik’te 40 ülkedeki varlığıyla kâr amacı gütmeyen bir çevre kuruluşudur. 1971’den bu yana dünyanın dört bir yanında çevre katliamlarına karşı güçlü bir mücadele veren Greenpeace, çalışmalarını bağımsız olarak sürdürmek için devletlerden, şirketlerden ya da siyasi partilerden bağış ve sponsorluk kabul etmez; tüm çalışmalarının kaynağını sadece bireylerden aldığı maddi ve manevi destek oluşturur. Greenpeace, gezegenimizi yaşanmaz hale getiren çevre suçlarına şiddet içermeyen doğrudan eylemlerle tanıklık eder ve bunları basın aracılığıyla gündeme getirir.
Greenpeace, bilimsel verilere dayanan kampanyalar yürütür.Çevreye karşı işlenen bir suça tanıklık etmek, kamuoyunun dikkatini çekerek suçu işleyenler üzerinde baskı oluşturmak amacıyla yapılan barışçıl eylemler; sabırla yapılan analizler, raporlar, basın açıklamaları, yetkililerle görüşmeleri içeren tüm çalışmaların ‘vitrini’dir yalnızca... Greenpeace ayrıca, uluslararası anlaşmalara lobi etkinlikleriyle ağırlığını koyan, taslaklar öneren ve kabul ettirebilen az sayıdaki yetkin çevre örgütünden birisidir. Greenpeace’in şu anda 24 ulusal ve 4 bölgesel ofisi ve bu ofislerin yaptığı çalışmaları olanaklı kılan 101 ülkede 2 milyon 800 bin destekçisi vardır. Küresel bir örgüt olarak Greenpeace, dünya üzerindeki en kritik konular üzerinde çalışmalar yürütüyor:
»Okyanuslar ve yaşlı ormanların korunması,
»İklim değişikliğini durdurabilmek için fosil yakıtların kademeli olarak sonlandırılması ve yenilenebilir enerjilerin teşvik edilmesi,
»Nükleer silahlanma ve nükleer kirliliğe son verilmesi,
»Zehirli kimyasalların ortadan kaldırılması,
»Genleri ile oynanmış organizmaların doğaya bırakılmasının önlenmesi.
Eşit fırsatlar aktivizmi Facebook’un en güzel kısmı bence. Bana saçma gelen sanal oyunlardan daha faydalı bir araç oldukları tartışılmaz. Keşke sanal çiftlik yerine bunları daha büyük ilgiyle incelese insanlar… Bu aktivizme dahil ciddi gruplar: (Rastgele ve anonim kurulan gruplar değil, ciddi altyapısı olan gruplar bunlar)

. Global Adalet
. One Kampanyası
. Greenpeace
. 301’e Hayır De!
. Irkçılığı Durdur
. Yunusları Kurtar
. Baba Beni Okula Gönder
. Homofobiye Son Ver
. GDO’ya Hayır
. Global Isınma’yı Durdur
. Eşcinsel Evliliklere Destek Ol

gibi daha birçok aktivist sanal dernek var Facebook’ta. Şiddet ve ırkçılığın, milliyetçilik ve doğa düşmanlığının yükseldiği böylesine materyalist bir çağda, sağduyusu yüksek insanlara ve saydığım gibi hümanist derneklere ihtiyaç artıyor.

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

8 Kasım 2010 Pazartesi

Boğaziçi Üniversitesi’nde Biber Gazı ve Herbie Hancock Belgeseli

Boğaziçi Üniversitesi’nde Biber Gazı ve Herbie Hancock Belgeseli
7 Kasım 2010 Pazar Birgün

En nezih ve en sakin diye bilinen üniversitelerden biridir Boğaziçi Üniversitesi. Olaysız, gürültüsüz patırtısız nezih bir ortamdır. Cuma günü kafa dinlemeye gideyim dedim eski okuluma. Belki hocalarımı da ziyaret ederim diye düşündüm. Yine de asıl hedefim elimde kitabımla manzaraya karşı oturup temiz hava almaktı. Güneş pırıl pırıl parlıyordu. Okulun ana giriş kapısına yaklaştım. Bir de ne göreyim : Etrafta çevik kuvvetler, bir sürü polis aracı ve motorsikleti, siyah arabalar, güvenlik görevlileri, telsizler, endişeyle bakan öğrenciler. İçeri zor girdim. İstanbul Üniversitesi’ni aratmayan bir gün okulumda ilk defa yaşanıyordu. Elbet çok eskiden de yaşanmıştır ama son 20 yıldır bu kadar gergin bir ortam olmadığına eminim bu okulda. Bahçenin arkasından dolaşır ve manzaraya giderim derken oraya geçmeye de izin yoktu. Okula girmekte bile tereddüt etme durumunu ilk defa yaşadım ve inatla günümü bozmamaya karar verdim. Özgürüm ben diye düşünerek içeri adım atarken, güzelim yemyeşil cennet vatanım dediğim okulum, yuvam yani ikinci evim bir tür baskına uğramıştı.

Olayı dramatikleştirmek istemem, başbakan, anlaşılan bir takım açılışlara konuk olarak gelmiş. Benim üzüldüğüm kısmı sonradan öğrendiğim gerçeğiydi hikayenin : Başbakana protesto eylemi yapan öğrencilere biber gazı sıkılmış. IMF olayları olduğu günlerde, tesadüf taksiyle yayınevine şiir kitabım için anlaşma imzalamaya giderken yediğim biber gazının, ikinci evimde ismini bile duyunca tepem attı, moralim bozuldu. Biricik okulumda da huzur kalmamıştı artık. Neyse ki okulumun içini avucumun içi gibi bildiğimden, Mithat Alam Film Merkezi’nin arka yokuşundan kendimi Bebek sahiline inen orman yoluna attım. Vurdum yokuşa kendimi…Öfkeli ve hüzünlüydüm. Öğrencilerin yanına bile yaklaştırmamışlardı. Yamyam muamelesi gören okuldaşlarım için mi üzüleydim, bugün biber gazı sıkan yarın ne yapar acaba diye mi?

Akşam evde Herbie Hancock’un İmkanlar projesini anlatan Dvd’yi izledim. Bu usta caz müzisyeninin birçok modern isimle yaptığı ortak müzik projesinde çok derin bir şeyler vardı. Herbie Hancock, Hiroşima’daki atom bombası faciası ile insanın insana neler yaptığına dair bir anlatım yaparak, müziği dünyaya ve insanlığa bir hizmet olarak sunduğunu, müzisyenden evvel bir insan olduğunu söylüyordu. Müzikal birlikteliklerdeki kooperatif ruh ve müzik sevgisi, neşe, egolardan arınmış paylaşımlar, Annie Lennox ve Raul Midon’un iç yakan performansları bana ilham kaynağı oldular. Çevremde gördüğüm, henüz maymundan insana evrilememiş bazı sözde çalgıcı takımının ömründe ulaşamayacağı bir bilinç vardı bu insanlarda. Çocuk ruhlarını korumuş bir halleri vardı. Elbette imkanların verdiği bir rahatlık diyebilirsiniz buna ama kesinlikle bu adamlar dişleri ve tırnakları ile müzik üretiyorlardı ama en önemlisi kalpleriyle…Miles Davis’in okulundan geçmiş olan Herbie Hancock’un müthiş doğaçlamaları bizleri Caz festivali’nde de mest etmişti.” Caz ve blues nedir ya” diye sayıklayan bazı müzik tüccarları, bu filmi izlerken kendilerinden utanabilirlerdi. İnsaniyet kavramını bile sorgulatan bir belgesel filmdi. İçinde bolca müzik ve dünya barışına, acılardan bile güzeli var etmeyi amaç haline getiren sanatçı olmaya dair güçlü mesajlar vardı.

Budizm’den epey etkilendiğini söylüyordu Hancock. Aslında burada benim için önemli olan hangi dinden etkilendiği değil. Önemli olan etkilendiği şeyin en iyi kısımlarını alıp hayatına uyguluyor oluşu. Müziğin de ortak bir dil olduğu aşikar. Hancock, Afrikalı bir gitaristi yanına alıp ona büyük imkanlar sunmuş çünkü onun müziğine çok inanmış. Müzisyenler asla büyümez ve bu da gereklidir derdim, bu filmde bu düşüncemin doğru olduğunu gördüm. Büyüdükçe insan, risk almayı unutuyor ve güvenli köşesine çekiliyor. Oysa çocuk kalarak, müzikal ve her anlamda yeniliklere açık, ufku-vizyonu geniş, algısı açık biri olmak gerekli.

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

5 Kasım 2010 Cuma

Tek Başına Oynanan El

Tek Başına Oynanan El
31 Ekim 2010 BirGün

Sanat, sırlar odası gibi…Binlerce kapı var üretken ruhun içinde…Açılmayı bekleyen. Çağrılması gereken ilhamlar var. Kapı aralığından bakan. Bugün daha iyi kavrıyorum ki birinden ne kadar ilham alırsanız alın, karşınızdaki kişi yani ilham kaynağınız bunun değerini veya güzelliğini asla sizin kadar kavrayamayacaktır. Hatta hiç anlamayan da olacaktır. Acımasızca ilhamınızı öldürmek istemeleri bile olası. Hele de bunu ilham kaynağınz yapıyorsa vay halinize.Fakat yeteri kadar güçlüyseniz ve bazı şeyleri kendi içinizde çözmüşseniz ilhamları kovalamanın en doğal yolculuk olduğunu anlarsınız. Elbette çok değer verip ilham aldığınız biri varsa ve o sizi anlamadıysa, o değeri sizin verdiğinizi unutmayın. Demek ki içinizde böyle bir değer olgusu, böylesine güçlü bir sevgi var. Buna layık kişi çıkarsa ne mutlu ama çıkmasa bile içinizdeki bu duygu selinin farkına varın ve ne kadar az insanda olduğunu görüp tadını çıkartın.

Bazen başa bela gibi gelir, bu kadar yürekten sevmek, bu kadar özlemek sizi anlamayan birisini. Feci bir yüktür sırtınızda, adeta lanetlenmiş gibi gibi hissedersiniz. Tüm mesele bu hisleri dönüştürebilmektir aslında : Sanata yani yazıya, müziğe, heykele kısacası bir esere dönüştürebilmek. O da olmazsa, hayat dersi alabilmek ve kendi devriminizi tamamlamak mümkündür. Devrimler hiç bitmez ve bitmemelidir gerçi. İçsel devrimler yani bireysel olanları çok mühimdir zira o devrimlerdir sonradan toplumsala dönüşebilen. Sanatçının görevi de burada başlar. Bireysel bir hayalkırıklığından ortaya çiçekler çıkarmak ve onları insanların yaralarına dokunacak şekilde paylaşmaktır amaçlardan biri. İnsanlar empati kurabilir ve aydınlığa çıkmış gibi hissedebilirlerse, bir konserlik bile olsa başarmışsınızdır. Daha da önemlisi siz işinizden memnunsanız yol doğrudur. Görev tamamlandı diyebilirsiniz gönül rahatlığıyla…

Bazen sadece kendi güneşimi görebilmek için giderim ilham perimin yanına. Evet aslında o bir fosildir ama fosilleşen ruhunda uyandırdığım kelebekleri görmek için bile değer yanına gitmeye. Kendi içimdeki kelebekleri kovalatır bana. Maalesef bu dizeleri de yazdırır en sonunda :
FOSİL bir YÜREĞİ SEVMEK
İntihar gibidir bir fosili sevmek Adı baştan konulmuş bir yolculuğun son durağındasınızdır hep Hayatın balını değil zehrini toplamıştır o fosil yüreğinde Kendisine yaklaşan herkes ve herşey potansiyel düşmandır onun için Çünkü zaten kendine düşmandır o Sevmekten utanır Sevilmekten korkar Rezil olmamak ve hayata ilişerek tam hissetmeden yaşamak Güvenlidir onun için… Sevgi saygı görmemiştir ailesinden, çevresinden Tek bildiği sistemin sunduğu statüleri sevmektir. Korunaklı tahtına oturabilmek için tüm hayatını harcamıştır. Hay huy içinde geçti hayatım diye dövünür içten içe Ama oturduğu koltuğa düşkündür O taç ve o plastik koltuk olmadan bir hiç’tir çünkü… Başka birinin gelip de kendisindeki tüm güzellikleri görmesi onu fena şekilde rahatsız eder. Kendisiyle ve seveniyle tanışmak istemez.
Robot gibi yaşamak, Sayborg’un en alası olmak kurtuluşudur. Sayborgdan fosile dönüşmüştür ve kendisine yardım elini uzatandan nefret etmektedir.Kendinden nefret ettiği için kurtulmak istemez. Bir memur olarak yaşamak, ölmek onun işine gelir.
Açlığını duyduğu hazlar ise ne yazık ki en adi olanlarıdır. Asalet nedir bilmez. O yüzden bu kadar muhtaçtır süslü taçlara, koltuklara.Onlarsız bir hiç olduğunu kendisi de bilir ama belli etmez. Karaktersizliğini, koltuğunun arkasına gizler. Beyaz atlı prensini değil beyaz arabalı ruh eşini, sayborgunu bekler. Beyaz Saray yaşamına özenen ve küçük dünyalarında aşka yer bulamayan, sığınakta yaşayan tiplerdendir bu evli çift. Sığınakları da iş yerleridir. Tüm güçlerini gösterip memurluklarını doyasıya yaşadıkları sorgusuz sualsiz, soğuk taşlı binadır, şikayet ederek geldikleri ama vazgeçemedikleri…
Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

24 Ekim 2010 Pazar

Akademik Mastürbasyon mu? Devrimsel Adımlar mı? Kuir Konferansı

Akademik Mastürbasyon mu? Devrimsel Adımlar mı? Kuir Konferansı
Birgun Pazar Eki 24 Ekim 2010

Boğaziçi Üniversitesi’nde 21 ve 22 Ekim tarihlerinde düzenlenen Queer (Kuir – Lubunya) Konferansı, beden politikaları, trans kimlik, hegemonik dil, ataerkil toplum, biyolojik cinsiyet ile toplumsal cinsiyetin birbirinden bağımsız oluşu, heteroseksizm, militarizm, homofobi üzerine gençleri düşünmeye davet etti. Film gösterimleri de oldu. Aktivist yönetmen Aykut Atasay’ın, Esmeray’ın hayatından kesitler gösteren ve bizi onun dünyasına misafir eden kısa filmi yüreklere dokundu. Gözyaşları zor tutuldu. Melodram tadında filan değildi sadece Esmeray’ın kendi ağzından, yaşadığı gerçekliği anlatması yeteri kadar hazmedilmesi zor bir lokmaydı izleyenler için. Uğradığı tecavüz, yediği dayaklar, başına gelen birçok insanlık dışı olayı kendi ağzından dinlemekti belki hepimizi çarpan. “Ben kadınım” dedi. “Kuir ve trans gibi etiketleri sizler bana yakıştırarak üzerime yapıştırıyorsunuz” dedi. Haliyle, “ablamız” dedikleri Judith Butler’dan bahsedildi. Barışçıl bir dili olan Butler’ı kınayan bir konuşmacıyı ben pek anlayamadım. Biraz negatif bir enerji saçtı zaten genel konuşma tavrıyla. O konuşmacı dışındaki herkesin anlatımını ve üslubunu çok yapıcı buldum. Sadece kağıttan okuyan ama iyi niyetli bir akademisyene biraz bozuldu “transeksüel” olarak görülen iki dinleyici. Belki de bu tartışmalar da yapıcı idi çünkü farkındalığı arttırdı. “Transeksüel sesli” gibi bir benzetme sahiden de manasız diyerek tepki verdiler. Bu doğal tepki, hak verilmeyecek gibi değildi.

Kimisi, bu tür konferansların yalnızca akademik bir mastürbasyondan öteye gitmediğini ve sokağa ulaşmadığını savunsa da, yola bir yerden çıkmak gerektiğini düşündüm. Üniversitelerde bile bir çok homofobik insan olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla henüz sokaklara ulaşan bir konferans olmasa da, bir adım olarak ve bir bilinç oluşturması açısından cesur ve faydalı idi. Konusuna epey hakim insanlar yer aldı zaten. Biseksüellik, kadınlık ve feminizm biraz geri planda kaldı. Ana tema trans kimlikti. En insanlık dışı senaryoların yaşandığı bir düzende elbette onların söyleyecek çok sözü vardı.

Beni üzen, Kuir şemsiyesine çok negatif bakan bir konuşmacı oldu. Lüzumsuz bir terim olduğunu ve bunun da yakında içinin boşaltılacağını söyledi. Bense, ötekileştirilen her kimliği içine alan (Ermeni,Kürt,eşcinsel,biseksüel,kadın,transeksüel vesaire…) bu şemsiye terimi çok olumlu ve barışçıl buluyorum.

Sonuç olarak, iki tam gün süren bu konferanslar dizisi oldukça güzel ve gerekliydi. Elbette iki günde her şey değişmez ve elbette gelenlerin çoğu zaten bilinçli olarak geldiler. Kuir’ler birbirini ağırlar diyerek şikayet de edildi. Homofobik biri merak edip izlediyse belki bir bilinç kazanmıştır ama bu tür festivallerin ve konferansların varlığı bile hiç olmazsa görünürlük açısından ve farkındalık açısından yararlı. Sadece afişi gören ve okulda böyle bir konferansın varlığından haberdar olan biri bile, hiç böyle şeylerin esamesinin okunmadığı bir ortamdaki bilincinde kalmaz. Çok ağır ve akademik bir dil ağırlıkta olacak endişem vardı. İnsanlara tam ulaşamayan konuşmalar olursa diyordum. Hiç de öyle olmadı. Baudrillard’dan bahseden bir konuşma dışında (ki o konuşma da çok ilginçti : Hepimiz Sayborguz cümlesi aklımda kaldı.) gayet gündelik hayattan örnekler verildi. Toplumdaki önyargılar ve çelişkiler anlatıldı. Yaşanılan sıkıntılar paylaşıldı. Ailesel uçurumlar samimiyetle paylaşıldı. Kısacası, insanın ruhuna ve bilincine dokunan iki gün oldu. Sadece kuir’lik değil insanlık ve insaniyet kavramlarının da tartışıldığı, barışçıl ve samimi bir ortamdı.
Düzenleyenleri tebrik etmek lazım. Açılış konuşmasını yapan hocamız Işıl Baş’da, bu konulara olan samimi ilgisi ve akademik hayattaki aktifliğiyle iyi bir hoca örneğiydi.

Ece Dorsay
ecedorsay@hotmail.com

9 Ekim 2010 Cumartesi

Müzikaller ve Ben...

Müzikaller ve ben…
10 Ekim 2010 Birgun Pazar
Benim ve arkadaş çevremin tiyatro merakı maalesef sınırlıdır. İtiraf etmek gerekirse, Dvd jenerasyonu olarak, evin komforunda bir şeyler izlemeye alışmış haldeyiz. Bu sebepten eskisi kadar sinemaya bile gitmeyip (festivaller hariç) en nadide filmleri seçerek, evin sıcaklığında izlemek tam da bu mevsimin bizleri meyilli kıldığı hal. Tüm bunlara rağmen 2003 senesinde Londra’da müzik eğitimi görürken izlediğim müzikaller bende büyük bir etki bırakmıştı. Tiyatro ile müziğin birleşimi diyebiliriz kısaca bu forma.Tabii batıda ve özellikle Londra’da müzikallere ayrılan bütçe ve oyuncuların eğitimi o kadar belli ediyor ki kendini. Büyük bir şov’a tanık olmak ve birbirinden renkli karakterleri gerçek bir orkestra eşliğinde izlemek, arkadaki dekorun sürekli değiştiğini görmek rüya gibi olabiliyor. Film türü olarak müzikalden hoşlanmasam da, gerçek anlamda teatral bir müzikal izlemek bambaşka.

Londra’da çok meşhur Cats’e (Kediler) gidemedim ama Buddy Holly nin hayatını anlatan müzikal beni çok etkiledi. 60’ların arabalarını bile görebiliyorsunuz sahnede. Grease müzikalinde de aynı etkileyicilik vardı. Gencecik oyuncuların ustalığı, dansları görülmeye değerdi.Bir diğer etkilendiğim müzikal Queen grubunu anlatan, inanılmaz bir orkestrası olan, grubun gitaristi Brian May’in orkestrayı yönetip ortaya koyduğu müzikaldi. Tek handikap, biletlerin biraz pahalı olması ama çıkarken buna değdiğini anlıyorsunuz. Konserden çıkmış gibi oluyordum hem de vasat bir konser değil : Muazzam bir konser ve dans şovu bir arada oluyordu. Mama Mia adlı Abba müzikleri ile dolu olan şirin müzikali de gördüm. O da çok sürükleyici idi. Bir an bile sıkıldığımı veya saatime baktığımı hatırlamıyorum. Bu kadar mı sürükler? İmkanı olanın ne yapıp edip Londra’da müzikal izlemesi şiddetle önerilir. Dudak büktüğüm bu türe aşina oldum oralarda.

Ülkemize büyük reklamları yapılarak gelen Chicago müzikali ekibini izlemeye heyecansız gittim çünkü bize gelenlere karşı bir önyargım vardı. Sezgilerim hem doğru hem yanlış çıktı. Londra’da izlediklerim kadar etkilenmediğimi itiraf edeyim. Sebebi ise senaryonun yeteri kadar sürükleyici olmamasıydı. Daha doğrusu böylesine meşhur bir senaryonun, sahnede iyi işlenmemiş olduğunu düşündüm. Çok fazla içi boş sahne vardı. Erotik dansların da tadını kaçırmışlar ve her sahnede bir yapmacık eda ile çekiciliklerini gözünüze batırmaya çalışmışlar gibi geldi. Orkestra ise çok eğlenerek çaldı ama ne yazık ki fazla coşku ve duygu katamadılar diye düşündüm. Ömründe müzikal izlememiş biri için aslında fena şov değildi ama inanın, yukarıda saydığım müzikalleri izlemiş biriyseniz, bize gelen Chicago Müzikali sönük kalır.
(Özel isim diye şehir ismini İngilizce dilinde yazmayi tercih ettim. Bu konuda hassas olanlara duyrulur.)

Her şeye rağmen oyuncuların bitmeyen enerjisi, karizmaları, dansları, güzellikleri, oyundan aldıkları keyif, kıyafetleri görmeye değerdi. Beni en çok şaşırtan ise, oyunu her gece üst üste oynamak yetmiyormuş gibi bir de arada gündüz seansları eklemeleri oldu. Düşünün, iki saat boyunca dans edip teatral bir gösteri ve oyunculuk da sergiliyorsunuz ve bunu her gece yaparken bazı günler gündüz de yapıp rekor kırıyorsunuz. Aslında bu tempo, müzikal oyuncularının hayatında olağan bir program ama beni şaşırtmaya devam ediyor. Bir rock grubunun günde iki tane konser verip buna her gün devam etmesi gibi bir şey. Adrenalini de eklersek ne kadar “fit” kaldıklarını ve işlerine ne kadar büyük bir aşkla sarıldıklarını anlayabiliriz. Eminim ki bu başarılara ulaşmak için de çocuk yaştan başlayan bir fedakarlıklar zincirine bağlanmışlardır.Adeta sporcu gibi bir hayatları olduğuna şüphe yok..Dilerim ülkemizde bu tür müzikaller ve hatta daha iyileri bolca sahne alma imkanı bulurlar, İKSV salon’un açıldığına sevindiğim kadar güzel bir gelişme olur bu…

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

Sansür Son Hızıyla Devam Ediyor

Sansür Son Hızıyla Devam Ediyor
Birgun Pazar Eki - 3 Ekim 2010


Sansür son hızıyla devam ediyor. Ekranda flulaştırılmış sigaralara gözümüz her nasılsa alışmaya başlamıştı (!) Ben buna zorla dayatmak diyorum aslında çünkü alışılacak bir görüntü değil. Silahlar mafya dizilerini süslemeye devam ederken, sigara çok tehlikeliydi nedense.
Beri yandan Osman Sınav’ın, ismi mühim değil dizisindeki eşcinsel sahneye aldığı tepki dolayısıyla “o tip insanların ahlaksızlıklarını gösteriyoruz” demesi insan haklarına yeni bir darbe oldu. Bu kadar mı bilinçsiz bir çoğunluk var? Sağlık uzmanlarının bile eşcinselliğe hastalık demesiyle işler iyice çığrından çıktı. Böyle giderse sokağa çıkarken ne giydiğimiz, kimlerle gezdiğimiz bile birileri tarafından kontrol edilecek. Dünyanın en içe dönük hayatına sahip olan ben bile, özgürlüklerin kısıtlanmasından bu kadar rahatsız oluyorsam, etrafta çılgınlar gibi gezip “eğlenenlerin” vay haline! Şaka bir yana, bu sansür ve ahlak bekçiliğinin sonu nereye gider söylemeye dilim varmıyor. Demokrasiyi bir araç olarak görenlerin öngördüğü ve hedeflediği yere gitmesinden korkuyorum.

İnternet sansürü de senelerdir kapalı olan Youtube’e ve binlerce siteye yenisini ekleyerek Vimeo sansürü ile yeni darbesini vurdu. Başımızı kuma gömen bizler, tüm bunlara sessiz kalarak daha ne kadar gündelik hayatımıza devam edebileceğiz? Tüm dünya, teknolojiden sonuna kadar faydalanırken biz üçüncü dünya ülkelerin geleneğini bozmayarak içler acısı bir gerilemenin şahitleriyiz. Dünya son hızla teknolojik olarak ilerleyip manevi olarak gerilerken, tekonoljiyi durdurmak maneviyatı yükseltmeyecek sansürcü beyinler. Sizin maneviyatınız, ahlak kurallarını belirlemekten ibaret çünkü. İnsancıl bir maneviyat, fikir özgürlüğünü kapsar.
Paylaşma ve eleştiriye açık olma gibi erdemleri de… Sizin maneviyatınız din siyaseti üzerine kurulu diyesim geliyor bazen ama o zaman da kavramlar birbirine girer diye konuyu sansür kavramında bırakıyorum. Tabii ahlağın ne olduğunun sorgulanabildiği felsefe derslerinin yoğunlaştırılmasını öneriyorum Milli Eğitim Bakanı’na.

Gerçekten Ahlak Felsefesi düşünürüne göre değişebilecek bir kavram ve içerik. Bunun tek bir açıklaması ve “örf adetlere” sığan keskin sınırları yok. Elbette toplumun refahı için sınırsız olması beklenemez, örneğin bir katili temize çıkaramayız ya da çıkarmamalıyız ama iki tarafın da rızası olan türde cinselliğin bu kadar bastırılması ve kötü bir şey gibi gösterilmesi, kan davaları olan ve tecavüzlerle çalkalanan bir toplumda iki yüzlülük gibi duruyor.

İnternette ahlak bekçiliği daha da komik bir hal alıyor. Bu kadar kontrol edilemez bir ortamda faşist Hitler rolünü üstlenmek, web siteleri asıp kesmek yani kapattırmak, yasaklamak kafamızı kuma gömüp dünyadan bihaber yaşamaktan başka bir şey değil. Bir yandan maçlar ve evrensel müzik yarışmaları gibi her tür araçla ismimizi dünyaya duyurmak için can atan milliyetçi bir tarafımız var diğer yandan dünyaya karşı durup her şeyi halkına yasaklayan bir yönetimimiz. Bu yönetime gelen oylar da nereden ve nasıl geliyor o apayrı bir inceleme konusuna girer ve yazının amacını aşar.

Sansüre hayır demek için ne gerekiyorsa bugün yapmazsak ve susarsak, yarın öbürgün çok daha geniş çaplı ve sert sansürleri de sineye çekmek zorunda bırakılabiliriz. Bu da her birimizi kaosa sürükler. Dilerim bu sansürcü ve sözde ahlakçı zihniyet kendine çeki düzen verip, insan haklarına daha evrensel bir boyutta bakabilir veya taze beyinler ortaya çıkar…Umutlar ve çalışmalar her daim devam etmeli…

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

27 Eylül 2010 Pazartesi

Sanatçı Devrimci Olmalıdır!

Sanatçı Devrimci Olmalıdır!
26 Eylül 2010 Pazar Birgün

Fazıl Say’ın sivri olması ve kendini özgürce ifade etmesi çok fazla insan tarafından linç edilmesine sebep olduysa, sergi açılışlarına yapılan saldırılar da aynı zihniyetin daha uç noktadaki vukuatı… Şiddete eğilimli, öfkesini sanat gibi insanları birleştiren, evrensel dili olan bir alana yöneltmiş bağnaz zihniyetin vukuatı.Yazık ki halen devrimler sözlerle değil taşlar ve sopalarla, nefret söylemleri ile olacak sanılıyor. Ama bu olaylara devrim değil darbe desek daha doğru. Neye mi darbe? Sanata darbe, düşünce özgürlüğüne darbe. Yine de darbecilere bir haberim var : Sanat asla darbe alamaz. Biz ölümlüler bu dünyayı terk eyledikten sonra bile sanat sonsuza dek kalacak yegane şeylerden biri. Tabii, eğer dünyanın sonu gelirse o da kalmayabilir. Düşüncem o dur ki, başka gezegenden gelip gelişmişlik seviyemizi kontrol etmek isteseler, uzaylılar bile sanatımıza bakardı ve ona göre karar verirlerdi. Sanat siyasetten üstündür ve tüm renkleri, dinleri, dilleri birleştirir. Zamanı ve mekanı bile aşar. Peki sanat “yüzünden” bu kadar kavga çıkan bir ülkede asıl sorun nerededir? Sanata ve sanatçıya saygı duymayan hatta onu linç eden bir zihniyet nasıl bir tarihin ürünüdür? Darbelerin, içi boşaltılmış medyanın, kapitalizmin özendirdiği sığ değerlerin, dini siyasete malzeme edip insanların inançlarını manipüle edenlerin ürünüdür. Yaşadığım ülke ve ait olduğum toplum nereye gidiyor diye her gün sormaktan kendimi alamıyorum. Tepkimiz göstermek bile yetersiz kalıyor biliyorum ama susmak mı daha iyi? Hiç kalem oynatmamak ve durumun hazinliğinden tüm arkadaşlarımızı haberdar etmemek mi daha iyi? Elbette hayır. Hiç olmazsa sosyal paylaşım ağlarını olumlu anlamda kullanıp, tehlikeyi getirenlerin teknolojiyi en üsturuplu yollarla sinsice kullanmalarına karşı biz de bu imkandan mahrum kalmayalım.

Toplumda ters gördüklerini söyleyebilmelidir sanatçı. Beni ilgilendiren çoğu sanatçı öfkelidir ve öfkesini eserleri ile dile getirmiştir. Taşlarla sopalarla değil. Bir uçta liberal kesimin sığlarda gezen kayıtsızlığı ve teleziyon star’larına olan hayranlıkları ile gelişmiş vurdumduymaz halleri, diğer yanda din siyasetinin alıcıları yani inançları manipüle edilmişlerin kaosu…Öte yandan yeni gelen ve teknolojinin direkt içine düşen 90’lar neslinin bir kısmında görülen (hepsi değil neyse ki) kadir kıymet bilmeyen, ağırbaşlılık ve fedakarlık bilmeyen, zekasını kurnazlığa yakıştırmış halleri… Tüm bunlar birleşince ortaya çıkan tablo bakınız ne hazin : Sanatçının varoluşundan ileri gelen yalnızlığının daha da perçinlenerek izolasyona dönüşmesi ve linç edilmesi. Eski çağlarda da birçok kaşif ve yeni sözler söyleyen birçok sanatçı toplum tarafından dışlanmış ve şimdi tarih kitaplarında ezberlediğimiz birer isme dönüşmüşler. Belki bugün değerini bilemediğimiz tüm o sivri sözler ve sahibi olan üretimciler, gün gelecek tarihimizin ayrılmaz bir parçası olacaklar.

Bugün yeteri kadar kıymet görmemek sanatçının derdi olmamalı. Yeni sözler üretmek, yeni öneriler getirmek, varolan değerleri sorgulamak, içine sinen yolda gitmek olmalı bizlerin derdi…Linç kültüründe yaşamak ne kadar zor olsa dahi, buna göğüs gerebilenler bundan yüzyıllar sonra bile eserleri ile veya zamanın ötesindeki işleri ile anılacaklar. Sezen Aksu sokağını yakalım yıkalım demeden evvel, an’lık öfkelerimize teslim olmamayı öğrenmeliyiz.
Siyasi manada toplumu manipüle etmek yanlıştır katılıyorum.Ama eleştirirken, linç etmeyelim. Gözün kara derken ruhun kara demeyelim. Sanatçı, haklı ya da haksız olmak zorunda değildir. Ürettikleri ve insanların işine gelmeyen sözleri ile dimdik durması yeterlidir.
Ama yeni öneriler getiren ve devrime açık olan ruhuyla, elinde pankartla yürümese bile sözleri ve çaldığı ezgilerle, boyadığı renklerle şiddetin önüne geçecektir er ya da geç. Şiddete eğilimli yaratıklar olarak ölümlülüğümüzü ancak sanata sığınarak unutabiliriz ve emeğe verdiğimiz saygı ölçütünde medenileşiriz. Teknolojiyi deli gibi takip etmek bizi medeni yapmaya yetmez. Ona bile ruh katmamız gerekir. Sadece uçağa binen değil uçağı üreten olmak için, son model gitarı alan değil onu ağaçtan üretebilen olabilmek için zihnimizi emeğe ve hoşgörüye açmamız gerekiyor. Öfkemizi, yapıcı işlere yönlendirmemiz ve tepkimizi yamyamlarınkine benzemeyen şekilde büyüterek devrimimizi gerçekleştirmemiz aciliyet taşıyor. Nefret söylemlerinin gazına gelmeden…

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

Sanatçı Devrimci Olmalıdır!

Sanatçı Devrimci Olmalıdır!
26 Eylül 2010 Pazar Birgün

Fazıl Say’ın sivri olması ve kendini özgürce ifade etmesi çok fazla insan tarafından linç edilmesine sebep olduysa, sergi açılışlarına yapılan saldırılar da aynı zihniyetin daha uç noktadaki vukuatı… Şiddete eğilimli, öfkesini sanat gibi insanları birleştiren, evrensel dili olan bir alana yöneltmiş bağnaz zihniyetin vukuatı.Yazık ki halen devrimler sözlerle değil taşlar ve sopalarla, nefret söylemleri ile olacak sanılıyor. Ama bu olaylara devrim değil darbe desek daha doğru. Neye mi darbe? Sanata darbe, düşünce özgürlüğüne darbe. Yine de darbecilere bir haberim var : Sanat asla darbe alamaz. Biz ölümlüler bu dünyayı terk eyledikten sonra bile sanat sonsuza dek kalacak yegane şeylerden biri. Tabii, eğer dünyanın sonu gelirse o da kalmayabilir. Düşüncem o dur ki, başka gezegenden gelip gelişmişlik seviyemizi kontrol etmek isteseler, uzaylılar bile sanatımıza bakardı ve ona göre karar verirlerdi. Sanat siyasetten üstündür ve tüm renkleri, dinleri, dilleri birleştirir. Zamanı ve mekanı bile aşar. Peki sanat “yüzünden” bu kadar kavga çıkan bir ülkede asıl sorun nerededir? Sanata ve sanatçıya saygı duymayan hatta onu linç eden bir zihniyet nasıl bir tarihin ürünüdür? Darbelerin, içi boşaltılmış medyanın, kapitalizmin özendirdiği sığ değerlerin, dini siyasete malzeme edip insanların inançlarını manipüle edenlerin ürünüdür. Yaşadığım ülke ve ait olduğum toplum nereye gidiyor diye her gün sormaktan kendimi alamıyorum. Tepkimiz göstermek bile yetersiz kalıyor biliyorum ama susmak mı daha iyi? Hiç kalem oynatmamak ve durumun hazinliğinden tüm arkadaşlarımızı haberdar etmemek mi daha iyi? Elbette hayır. Hiç olmazsa sosyal paylaşım ağlarını olumlu anlamda kullanıp, tehlikeyi getirenlerin teknolojiyi en üsturuplu yollarla sinsice kullanmalarına karşı biz de bu imkandan mahrum kalmayalım.

Toplumda ters gördüklerini söyleyebilmelidir sanatçı. Beni ilgilendiren çoğu sanatçı öfkelidir ve öfkesini eserleri ile dile getirmiştir. Taşlarla sopalarla değil. Bir uçta liberal kesimin sığlarda gezen kayıtsızlığı ve teleziyon star’larına olan hayranlıkları ile gelişmiş vurdumduymaz halleri, diğer yanda din siyasetinin alıcıları yani inançları manipüle edilmişlerin kaosu…Öte yandan yeni gelen ve teknolojinin direkt içine düşen 90’lar neslinin bir kısmında görülen (hepsi değil neyse ki) kadir kıymet bilmeyen, ağırbaşlılık ve fedakarlık bilmeyen, zekasını kurnazlığa yakıştırmış halleri… Tüm bunlar birleşince ortaya çıkan tablo bakınız ne hazin : Sanatçının varoluşundan ileri gelen yalnızlığının daha da perçinlenerek izolasyona dönüşmesi ve linç edilmesi. Eski çağlarda da birçok kaşif ve yeni sözler söyleyen birçok sanatçı toplum tarafından dışlanmış ve şimdi tarih kitaplarında ezberlediğimiz birer isme dönüşmüşler. Belki bugün değerini bilemediğimiz tüm o sivri sözler ve sahibi olan üretimciler, gün gelecek tarihimizin ayrılmaz bir parçası olacaklar.

Bugün yeteri kadar kıymet görmemek sanatçının derdi olmamalı. Yeni sözler üretmek, yeni öneriler getirmek, varolan değerleri sorgulamak, içine sinen yolda gitmek olmalı bizlerin derdi…Linç kültüründe yaşamak ne kadar zor olsa dahi, buna göğüs gerebilenler bundan yüzyıllar sonra bile eserleri ile veya zamanın ötesindeki işleri ile anılacaklar. Sezen Aksu sokağını yakalım yıkalım demeden evvel, an’lık öfkelerimize teslim olmamayı öğrenmeliyiz.
Siyasi manada toplumu manipüle etmek yanlıştır katılıyorum.Ama eleştirirken, linç etmeyelim. Gözün kara derken ruhun kara demeyelim. Sanatçı, haklı ya da haksız olmak zorunda değildir. Ürettikleri ve insanların işine gelmeyen sözleri ile dimdik durması yeterlidir.
Ama yeni öneriler getiren ve devrime açık olan ruhuyla, elinde pankartla yürümese bile sözleri ve çaldığı ezgilerle, boyadığı renklerle şiddetin önüne geçecektir er ya da geç. Şiddete eğilimli yaratıklar olarak ölümlülüğümüzü ancak sanata sığınarak unutabiliriz ve emeğe verdiğimiz saygı ölçütünde medenileşiriz. Teknolojiyi deli gibi takip etmek bizi medeni yapmaya yetmez. Ona bile ruh katmamız gerekir. Sadece uçağa binen değil uçağı üreten olmak için, son model gitarı alan değil onu ağaçtan üretebilen olabilmek için zihnimizi emeğe ve hoşgörüye açmamız gerekiyor. Öfkemizi, yapıcı işlere yönlendirmemiz ve tepkimizi yamyamlarınkine benzemeyen şekilde büyüterek devrimimizi gerçekleştirmemiz aciliyet taşıyor. Nefret söylemlerinin gazına gelmeden…

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

18 Eylül 2010 Cumartesi

Kaotik Bir Rüya Gibi Geçti U2 Şehrimizden…

Kaotik Bir Rüya Gibi Geçti U2 Şehrimizden…


1980’lerden beri U2 şarkılarına aşina biri olarak ve Achtung Baby albümünü 15-16 yaşlarında başucu albümü yapmış biri olarak, 1997 yılında PopMart turneleri için Selanik’e kadar gitmiş ve konserden hemen sonra o yorgunlukla tekrar evine dönmüş biri olarak, Selanik konserini Blue Jean dergisine yazmış biri olarak, U2’nun Türkiye’ye gelmemesine en çok kızanlardan biri olarak, nihayet Istanbul’a geleceklerini duyduğumda bir buruklukla “kaçırırsam olmaz” demiştim kendime. All That You Can’t Leave Behind adlı 2000 tarihli albümlerinden sonra epey bir soğumuştum gruptan. Ne de olsa ben eski u2 fanatiklerindendim ve Elevation gibi bir şarkı bana çok ticari gelmişti. Birdenbire Tomb Raider filminin müzikleri iç in zıplayan, sıçrayan grup olmuşlardı. Bütün karizmaları dağılmıştı gözümde. Özellikle Bono’nun muhalifliğinin sorgulanmaya başlandığı dönemde, müzikleri de eski ateşini kaybetmeye başlamıştı sanki…Belki de ben yaşlanmıştım. Bir grubu, fanatikçesine sevecek yaşları geride bırakmıştım. Haklarını teslim etmeliyim : 90’larda yani 10’lu yaşlarımdayken, hem gitardan farklı sesler elde etme konusunda hem de müzikte muhalif bir tavır olması gerektiği konusunda beni eğitmiş gruptur. Bu sebeple asla geçmişte bende yeri olan insanları ve ve müzikleri silip atam. Geçmişime saygım vardır. Nostaljik yönüm, geçmişe özlem duymamı sağlar zaman zaman…

Achtung Baby ve Unforgettable Fire albümlerinden nadiren çaldıkları şarkılar bile Atatürk Olimpiyat Stadı’na toplam 4 saat süren giriş/çıkış işkencemize değdi. Hatta bir ara sahne arkasına bile girecek durumda idik. Konser öncesi sahne arkasındaki bir koridordan geçtik taksiyle. Güvenliğin zayıf olduğunun bir göstergesi de bu olaydı. Ama faydalanmadık bu durumdan ve çıktık oradan. Bu tarz konserler çoğalmalı ama öncelikle ona göre uygun ulaşım sağlanmalı. Burada 50 bin kişi vardı ama 100 bin kişinin olduğu Selanik’te, hem de 97 yılında devasa bir limana sahne kurulduğu için elimizi kolumuzu sallayarak 10 dakikada alana girdiğimizi dün gibi hatırlıyorum. İşte bizdeki altyapı sorunu bitmiyor. Gökdeleni dikiyoruz ama altyapısını düşünmüyoruz. Dev stadı yapıyoruz ama ulaşım yollarını planlamıyoruz. Acil bir çözüm gerekiyor. İnsanlar nerdeyse yürüyerek döndüler evlerine…Tam bir işkenceydi gidiş ve dönüşler….

Zülfü Livaneli’ye 2005 yılında, kendisinden gelen teklifi kırmayıp geri vokal yapmıştım. Hisar’da verdiği iki konserde geri vokalde olmak benim için güzel bir deneyim olmuştu. Bono’nun birden “Zulfu” diyerek bombayı patlatması bence çok zarif bir jestti. Bu konular çok tartışıldı ama önemli olan iki eski muhalifin, hatalarıyla ve sevaplarıyla halen ayakta durabilmesi ve insanlara ilham verebilmesi. Sonuç olarak güzel bir gece yaşattılar bizlere.
Müzikalite zaten tartışılmaz derecede iyiydi çünkü u2, 1976’dan beri sahnelerde yaşayan bir grup. Bono’nun “Zülfü Livaneli’den öğrenecek çok şeyimiz var sahne konusunda” demesi bence güzel bir tevazuydu. U2’yu popülizmle suçlayanlar 30 yıldır grubun, insan hakları konusunda ne kadar çok çalıştığına bir baksınlar. Tamam, işin ekmeğini de yiyorlar elbet ama müziklerinin ve sahne performanslarının hakkını veren bir grup. İktidarla diplomatik anlamda işbirliği yapmadan dünyayı düzeltmenin mümkün olamayacağının bilincine varmış bir grup. Erdoğan ile görüşmelerinin “Evet”çi oldukları anlamına gelmediğini zaten Bono, Radikal gazetesine yazdığı mektupta belirtmiş. “Biz tarafsız geldik ve her ülkede olduğu gibi sizin ülkenizde de siyasileri ziyaret ettik” gibisinden bir cümle sarfetmiş. Konserin ortasında yuhalanan isim Bono değil bahsettiği isimse bir problem yok. Bono’yu yuhaladık diye övünenler ise konsere niye gelmiş ve sonuna kadar orada kalmışlar tartışma konusu.

Tüm bu siyaseti bir kenara bırakırsak, U2’yu sadece yaptıkları iyi müzikten, binlerce sahne performansından ve şarkı sözü yazarlığından dolayı bile takdir etmesini bilirim. Papağan gibi Bono’ya nefret söylemi oluşturmak bence hedefi ıskalamak olur. Hıncımızı alamadığımız zaman yanlış hedeflere abanan bir tavrımız var toplumca. Her konuda amip gibi bölünüyoruz. Bir müzik grubu bile bu kadar rahatsız ettiyse, ciddi anlamda içimizdeki sorunları halletmemiz gerekiyor. Yoksa elbette U2’nun da hataları var. Kimse mükemmel değil. Ben sadece biraz acımasız ve misafirperverliğimize sığmayan yuhalamaya üzüldüm. Adam lafını bitirseydi bari diye düşündüm içimden. Eskiler, böyle şeylere önem verirdi. Protesto olarak gerekliydi o ayrı konu. Ama protesto ettiğimiz kişi Bono değil, iktidar olmalı. İktidara yakın duruyor gözükse de, şarlatan kelimesi çok ağır. “Gazeteci olmak isterdim, abartılan bir rock yıldızı olmasaydım” demiş. “Eleştiren bir gazeteci olmak isterdim.” demiş. Kendimi şanslı hissettim müzikle beraber yazabilme şansına eriştiğim için.

Gözlemlediğim hazin gerçeklerden biriyse, konsere gelenlerin pek azı tüm albümlerini ezbere biliyordu. En beteriyse, bazı insanların ve bazı içi boş şöhretlerimizin ellerinde cep telefonu ile sürekli twitter gibi sosyal paylaşım siteleriyle uğraşmalarıydı konserin çoğunda…Sadece gösterişe meraklı veya dalaşmaya meraklı bir çoğunluk olup sanatın içeriğine, yapısına ve üretilenlerin coşkusuna bakmayı ne zaman unuttuk?

PopMart Selanik 97 yılı, Berlin Film Festivali 2000 yılı Million Dollar Hotel filmi Basın Toplantısı (Bono ile Milla Jovovich in sadece yarım metre uzaklıktan fotoğraflarını çekmiştim, bir gazetede yayımlanmıştı.Bono’yu yakından gördüm diye övünmekten yorulmayan bazı gösterişçi popüler köşe yazarlarına bilgi olsun) ve Atatürk Olimpiyat Stadı – İstanbul 2010…İkinci albümümü çıkarıp, devrimci klibimi kanallarda döndürebildiğim bu muazzam yaz mevsimine daha anlamlı bir kapanış olamazdı benim için. Belki de konserlerime bir açılıştı. Ama İrlandalı alt grup Snow Patrol’ün yerinde olmak isterdim ve eminim daha güzel bir performans verirdim diye iddialı bir cümleyle ( o kadarcık olsun) yazıma ve yaz macerama son veriyorum…Sonsuza dek akıllarda ve kalpte kalacak bir konser ve albüm tanıtım macerası sonrası…

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

30 Ağustos 2010 Pazartesi

YAZ SALATASI

YAZ SALATASI
21:10 29 Ağustos 2010

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com
“Bugün ne yazsam” telaşı her daim mevcuttur. Tanıdığım ilginç insanları, gördüklerimi anlatmak da pek tarzım olmadı bugüne kadar. Ama bazen de anlatasım geliyor, engel oluyorum hep kendime. Belki de hala defterime öyküler yazmayı seven biri olduğumdan, gazete yazılarımı başka türlü düşünüyorum. Olduğu gibi yaşamaktan korkmayan, her şeyi olduğu gibi göğüsleyen ve bana da her şeyi sorgulamayı bir kenara bırakmamı öneren bir ruh tanıdım. Delidolu, zıpır görüntüsünün ardında bir olgunluk ve sahici bir sevgi vardı. Dost gibi dost derler ya. İşte onların nesli tükendi sanıyordum. Gerçi bir elin parmağı kadar bulmuş gibiydim. Sanırım bir elin parmak sayısına yaklaşmamı sağlayacak bir dost sayısına yaklaşmış haldeyim. İyimser cümle kurdurtan az kişi vardır insanın hayatında. Bulunca da bırakmamak gerekir.
Bir yandan Dream Tv’ye röportaj verdim diğer yandan BirArtiBir dergisinden Murat Meriç ve Fırat Demir’e iki saatlik bir röportaj verdim. Yorgunluğuna değen işler olacak hepsi umuyorum ki. Bu yazı belki de böyle dağınık bir yaz yazısı olsun istiyorum. Epey serbest. Bazı gazetelerde ve light eklerinde çok serbest hatta Türkçeyi bozan yazılarla karşılaşıyoruz. Türkçeyi bozma çalışmaları ısrarla sürüyor bazı magazin köşelerinde. İyi Türkçenin dostumuz olduğunu tekrar fark edip acı bir gülümsemeyle yazıma dönüyorum.
Üst köşemde yazan sayfadaşım (kelime türetimi kervanına katılayım dedim!) Cemil Koz’a, güzel cümleleri için teşekkürler. Ufak atışmalarımız da olmuştu o askere gitmeden evvel ama bunlar güzel şeyler. Aynı ailenin mensupları olarak (BirGün ailesi) bir farkındalık yaratmamız güzel diye düşünüyorum. Gazete bayiine gittiğimde BirGün yerine Bugün verelim diyerek sırıtan gazete satıcılarına nasıl cevap versem bilemediğimden, gülümseyip geçiyorum.
Evet–Hayır referandum konusuna girmiyorum ama aklıma hep o program geliyor. Çocukken izlerdik: İzmir marşıyla geleceksiniz Mehter marşıyla gideceksiniz Doğru mu hatırlıyorum? Evet veya hayır diyen eleniyordu. Şimdi de böyle olsa ve Evet-Hayır’dan daha fazlasını söyleme hakkımız olsa. Ne iyi olurdu.
U2 konserine gidiyorum çünkü bunca sene gelmelerini bekledim. BirGün gazetesindeki ilk yazım U2’dan U dönüşü yazımdı. Epey tartışıldı: İnsan hakları ihlali diye mi gelmediler yoksa maddi nedenlerden mi diye. Sanırım Bono’dan dürüst bir açıklama alabilmek en sağlıklısı olurdu. Ayşe Arman’ın Bono ile sohbet ederek geçirdiği bir buçuk saati kıskandım mı? 10’lu yaşlarının sonlarındaki ve 20’lerinin başındaki Ece olsam çok kıskanabilirdim ama 2000’lerin Bono’su benim için eski halinden epey uzak. Elevation şarkısıyla gözümden epey düştüler ve zaten ben 90’ların, 80’lerin U2’sunda kaldım. 2000’leri de takip ettim ama asla o eski ateşi yakalayamadıklarına inanıyorum.
Kararlar alırken eş dost seslerini dinlemek insanı çok kez yanıltabiliyor. En güvendiğiniz iki dostu seçin ve sadece onların sözüne itimat edin ama son kararı gene de siz verin. Bunu bir de kendim uygulayabilirsem harika olacak. Sezgiler en doğru yargıç. Bu yazım, düşünce bulvarım oldu bu yaza dair… Daldan atladığım röportajımdan sonra bu yazı da üzerine iyi geldi bana. Ne de olsa dağınık ve “hayattan muaf” hissettiğimiz bir mevsim geçirdik ama benim için en verimli mevsim oldu: Klibimi müzik kanallarında ilk defa gördüğüm çılgın bir yaz mevsimiydi. İçimdeki inancın ve kıvancın tavana vurduğu bir yaz oldu ve inanıyorum ki bu bir başlangıçtı ve devamı bir çığ gibi büyüyerek gelecek. Yeter ki sevgi olsun, huzur olsun, dayanışma olsun, inanç olsun, etrafımda güzel ruhlar olsun. Kötüler elensin. Dost görünen düşmanlar kaçacak delik arasın. Seven ve sevilen ruhlar etrafımda derviş gibi dönsün. Bundan güzel bir temenni olabilir mi?

22 Ağustos 2010 Pazar

KÜRESEL ERİME, KÜRESEL İŞKENCE…

KÜRESEL ERİME, KÜRESEL İŞKENCE…
14:12 22 Ağustos 2010

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com



Ülkenin her köşesinde, herbimizi eriten ve buharlaştıran, nefes almamızı bile zorlaştıran, gece uyku uyutmayan, hayatı nerdeyse dar eden, dört mevsimimizin harikuladeliğini bizlere özleten bayıltıcı sıcaklar ve yüksek nem oranı acaba hangi sebeplerle ortaya çıktı? Yanardağ patlaması mı, küresel ısınma mı, deprem habercisi olarak mı, işte bunu kestiremiyoruz.
Tüm bilimsel acizliğimize rağmen küresel ısınmanın en muhtemel cevap olabileceğinin farkındayız. Esprili bir yazı olsun istiyordum ama sebep ve sonuçlara bakınca ne kadar espri katabilirim bilemedim.
İşte yumruk gibi çarpan bilgi : “Küresel ısınma en büyük etkisini 21. yüzyılda gösterecek. Dünyanın her yerinde küresel ısınmanın etkileri üzerine görüşmeler yapılıyor. Yıkıcı etkilerinin nasıl yavaşlatılabileceği konusunda araştırmalar yapılıyor. Küresel ısınmayla birlikte deniz seviyeleri yükselecek. 10 yıl kadar sonra geri dönüş mümkün olmayabilir. Sera etkisiyle de gezegenimiz günden güne yok oluyor. Gezegenimizin çevresini saran bir kalkan var.seo arama motoru optimizasyonuBu kalkan Nitrojen ve Oksijenden oluşuyor. küresel ısınmaBu kalkan CO2 (Karbondioksit) ve CH4 (metan gazı) sebebiyle zarar görüyor.”
Sebepler de hazin. Kullandığımız tüm teknolojinin bu gidişatta payı büyük. Özellikle arabalardan ve fabrikalardan yayılan gazlar, elektronik aletlerin yaydığı radyasyon, kullandığımız parfümler, biriktirdiğimiz çöpler, tükettiğimiz elektrik enerjisi gibi, yaşama lüksümüze boyut katan tüketim kültürü ve araçları bumerang gibi geri dönerek doğanın intikamı olarak bizi tüketebilir.
Peki bu korkunç gidişata engel olmak için ne yapabiliriz? Tüketimimizi azaltabiliriz. Ailede kişi başına bir araba düşmesini tercih etmeyebiliriz, toplu taşıma araçlarını tercih edebiliriz. Gerçi bu ülkede bu araçlar da farklı bir işkence. Bisiklet yolları neden yok? Bana kalsa heryere bisiklet ve yelkenli gibi ilkel ama bir o kadar güzel araçlarla gidilirdi. Havayollarında uçak dışında alternatif olmadığına göre seyahat için gemiyi tercih edebilirdik.
U2 gibi büyük grupların dünyayı kurtarmaya soyundukları turnelere lüks ve özel jet uçaklarıyla çıkıp, özel sahnelerinde tonlarca enerji tükettiklerini biliyor musunuz? Çocukken bilmezdim, onlara kurtarıcı gözüyle bakardım ama ne yazık ki hayranlıkla bakılan o eğlence sektörü, çok büyük bir çevre kirliliğine sebebiyet veriyor. Makyajın ardındaki kirli yüz misali. Küçümsenemeyecek kadar büyük sayılar harcanıyormuş bu sektör için. Sadece Las Vegas şehrinin, çok sayıda 3. dünya ülkesinin toplamı kadar enerji harcadığına şaşırmamak gerekli. Şaşırmamak ama engel olmak gerekli. Gerekli yerlere e-posta atarak sanırım.
Wikipedia’dan aldığım çözüm yollarını ekleyerek yazımı bitiriyorum:
Olası Çözümler ve Alınabilecek Önlemler Sera gazı salımını kontrol edecek günlük hayattaki bazı önlemler şöyle sıralanıyor: • Standart ampulü, tasarruf ampulü ile değiştirmek, yılda 75 kilogram (kg) karbondioksit tasarrufu sağlıyor. • Daha az araba kullanmak. Daha sık yürüyüp, bisiklet kullanmak ve toplu taşıma araçlarından daha çok faydalanmak. Araba kullanılmayan her 2 kilometre için 0,75 kg. karbondioksit tasarruf edilecektir.
• Otomobillerin hava ve yakıt filtrelerinin her zaman temiz olmasına dikkat etmek. Çok tozlu ortamlara yaptığınız yolculuklardan sonra mutlaka filtreler temizlenmeli. Kirli filtreler fazla yakıt harcanmasına yol açmaktadır. • Geri dönüşüme katkıda bulunmak. Evlerden çıkan çöplerin sadece yarısını geri dönüştürerek yılda 1200 kg. karbondioksit tasarrufu sağlanabilir. • Lastikler kontrol etmek. Düzgün şişirilmemiş lastiklerle litre başına alınan yol yüzde 3 oranında artar. Buradan sağlanacak her 4 litre benzin tasarrufu 10 kg. karbondioksiti atmosferden uzak tutar.
• Daha az sıcak su kullanmak. Suyu ısıtmak için çok fazla enerji kullanmak gerekiyor. Daha az su tüketen bir duş başlığı ile 175 kg, giysileri soğuk su ya da ılık suda yıkayarak da 250 kg. karbondioksit tasarrufu yapabilabilir
• Ambalajları fazla olan ürünlerden kaçınmak. Çöpü yüzde 10 oranında azaltarak 600 kg. karbondioksit tasarrufu yaptirir.
• Su ısıtıcısını ayarlamak. Isıtıcıları kışın 2 derece yukarı, yazın 2 derece aşağı ayarlamak. Bu basit ayarlamayla yılda 1000 kg karbondioksit tasarrufu yapilabilir. * Elektronik cihazları tamamen kapatmak. Evde ortalama 8 saat stand by konumunda bırakılan TV, DVD, müzik seti gibi elektronik cihazlar, yılda 450 kg karbon gazının atmosfere yayılması anlamına gelir.
• Her yıl en azından bir ağaç dikmek. Bir ağaç ömrü boyunca 1 ton karbondioksit emmektedir. * Özellikle ısınmada güneş enerjisi ile çalışan sistemlerin kullanılmak. Bu çok büyük tasarruflar sağlayacaktır. • Ormanlarda piknik yapmak yerine daha çok az ağaçlık küçük park ve bahçelerde piknik yapmak, orman yangınlarını engelleyecektir * Orman içlerinde yakıcı ve yanıcı maddelerle piknik yapılması engellemek. Orman içlerinde daha çok, önceden hazırlanmış yiyeceklerin tüketilmesine izin vermek.

15 Ağustos 2010 Pazar

BİR HARF ÖĞRETENİN KULU OLUNMUYOR ARTIK

BİR HARF ÖĞRETENİN KULU OLUNMUYOR ARTIK
13:41 15 Ağustos 2010

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

İki sene boyunca Marmara Üniversitesi ve İstanbul Teknik Üniversitelerinde öğretim görevliliği yaptım. Üniversite çağındaki genç insanlara İngilizce öğrettim. Çok büyük bir heyecan ve korkuyla başladığım bu meslek, korktuğum kadar zor gelmemişti önceleri. Ama sınıfta bitmeyen saatler bana lise yıllarımı hatırlatmıştı. Ağır okulların diplomasını almak için büyük emekler vermiş olan ben, yeni eğitim sistemi ve öğrencilerin bir önceki nesile yani bizlere oranla bile daha kayıtsız ve asi olmalarına şaşırmıştım. Elbette pırıltı dolu insanlar da tanıdım. Yaş farkı fazla olmadığı içi daha dostane ve esprili oldu bazen. Ben de lüzumsuz yere hiçbir öğrencinin hayatını zorlaştırmaya çalışmadım.
Ben genel olarak öğretmenlik mesleği adına üzüldüm. Maaşlar zaten dile gelmeyecek kadar trajik. Hele de kadrolu değilseniz yani Ales adlı sınavda ışık hızıyla bol matematik çözemediyseniz ve en yüksek puan alanların arasına giremediyseniz, KPDS adlı İngilizce sınavından 100 almanız fayda etmiyor. Kadrosuz 2 senemde üzerine para verip çalıştım desem yeridir. (Yola ve yemeğe giden masraf, maaşı geçiyordu nerdeyse) Özellikle Marmara Üniversitesi’ne gitmek için epey yol katettiğim düşünülürse, orada üzerine para verip çalıştım yani benim için gönüllü bir meslek oldu. Kızılay’da filan çalışmak gibi. Bir süreliğine tamam ama hayat boyu gitmezdi böyle. Üstelik içinizdeki sanat ve müzik ateşi sizi yakarken, öğrencilerin bazılarının umursamazlıkları, küstahlıkları, kadın ve genç olan öğretmenlere karşı haddini bilmez tavırları, pırıltılı ve zeki öğrencilerin bile örtemeyeceği külfetlerdi.
Yüzlerce kağıdı okurken ve sınavları titizlikle hazırlarken yani bunca emeğe rağmen kimi öğrenciyi mutlu etmek gene zordu. Şikayet etmeye programlı olanlar ile yüzünüzü güldürenler arasında sayıca fark vardı maalesef. Bir de müdüriyeti memnun etmek de ayrı bir sanattı. Öğretmenlerin nasıl bir sırat köprüsünde yürüdüklerini bizzat deneyimlemiş oldum.
Bu mesleği tutkuyla sevmiyorsanız, tatili bol diyerek bulaşmanızı önermem. Çoğu külfeti görmezden gelebilmek ancak çok sevmekle mümkün. Ben çok sevmedim. Bu da itirafımdır. Belki de yabancı dil öğretmek ve öğrenci profili bana çok hitap etmedi, bilemiyorum.
Okullar arası uçurumları da gördüm. Birçok da öğretmen tanıdım. Mesleğine aşık olanı da vardı, üfleye püfleye yapanı da vardı, tüm hıncını öğrencilerden alanı da vardı. Benim gurur duyduğum noktam, merhametim, soğukkanlılığım ve not konusundaki anlayışım oldu. Bol not vermekten gocunmadım. Çok merhametsiz ve bencil hocalar da gördüm ve hallerine üzüldüm. Saygımı hep korudum. Ne kadar birikimli de olsa, öğrenci psikolojisinden anlamayan ve tüm hıncını öğrenciden alan öğretmen ya da tüm bunları öğretmene yapan öğrenciler de vardı elbet. İnsana ve eğitim sistemine dair epey durum gördüm. Belki yazacağım öykülere malzeme olacak epey konu çıkar. Boğaziçi Üniversitesi’nde çok ağır ve disiplinli bir eğitimden geçtiğimizi çok daha iyi anladım. Zaten biliyordum aslında. Ama okullar arası da sistemlerin çok farklı olduğunu, eğitim felsefelerinin arasında dağlar olduğunu anladım. Profiller epey uçurumluydu. Hem öğretmen, hem öğrenci, hem çalışan profilleri.
Her şey bir yana, asi ruhumun bir süre sonra bunalması doğaldı. Müzik tarihi gibi heyecan duyduğum bir konu olursa belki her şey değişebilir, kimbilir. Elbette çok şey kattı bana öğretmenlik. Çok olgunlaştım ve sabırlı olmayı öğrendim. İnsanlarla baş etmeyi daha iyi kavradım. Türlü karakterin her zaman birbirinden farklı yorumlarına maruz kalınacağını, kurşun geçimez birine dönüşerek öğrendim ve örnek olduğum pırıltılı öğrencilerin sevgisine minnet duydum.

ECE DORSAY: SANATÇI, ALINAN SATILAN BİR ÜRÜN DEĞİLDİR

ECE DORSAY: SANATÇI, ALINAN SATILAN BİR ÜRÜN DEĞİLDİR
13:23 15 Ağustos 2010


8 SENE SONRA YENİ ALBÜMÜNÜ ÇIKARAN ECE DORSAY:
Sanatçı, alınan satılan
bir ürün değildir
Sanatçı olmanın imajdan öte kendine özgü olmaktan geçtiğini söyleyen Ece Dorsay, “Sanatçı, alınan satılan bir ürün değildir” diyor: “Tabuları yıkan, düşüncelerini söylemekten korkmayan ama tüm bunları
zarafetle yapabilen kişidir sanatçı. Tüm
renkleri arar gerçek sanatçı… Devrimi de burada yatar”
TACIM AÇIK

Sevin Okyay, Radikal gazetesinde Ece Dorsay için kaleme aldığı yazıda ‘Kendi seçtiği yolda gitmek’ başlığını seçmiş. Okyay’ın temas ettiği nokta hayli doğru: Ece Dorsay, ne hissediyorsa o.
Müzik piyasasına baktığımızda ise rock ya da alternatif müzik yaptığına inanan müzisyenler bırakın yeni ufuklar açmayı, kapıyı aralamaya bile cesaret edemiyor. Ve her yeni cesur iş karşısında ne yapacaklarını şaşırır hale geliyorlar. Dorsay’ın ‘aşk’ temalı videosuna verilen reaksiyon kısacası alternatif müziğin sicilini ortaya dökmüş gibi gözüküyor.
Aynı zaman da sinema eleştirmeni Atilla Dorsay’ın da kızı olan Ece Dorsay’ın cesaret çemberi videoyla aynı adı taşıyan albümde de kendisini gösteriyor. Günümüz müziği için demir leblebi sözler müzisyenin naif dünyasıyla siyah değilse beyazı reddediyor. Yeni albüm Kırmızı Karanlık ile üretimin bir takvime vurulmaması gerektiğine inanıyor. 8 sene önce çıkardığı ‘Kum Saati’ dolalı çok olsa da, Dorsay için zaman, yalnızca biraz daha olgunluk anlamı taşıyor.
Ses rengi, sözleri ve görüntüsüyle anaakımın aklını bulandırmaya devam eden Dorsay ne mutlu ki duruşundan taviz verme niyetinde olmadığını yine kendi sözleriyle açıklıyor: “Gerçek sanatçı tüm renkleri arar, devrimi de burada yatar…”

»Kum Saati’nden Kırmızı Karanlık’a 8 sene gibi hayli uzun bir süre geçti. İki albüme yansıyan duyguları ele alalım. 20’lerindeki Ece ile 30’ları karşılayan Ece arasında neler geldi gitti?
Tabii ki daha sakin ve kendimden daha eminim artık. İlk albüm zamanı yine inatçı bir tiptim ama tam olarak kendimi tanımıyordum. Müzikal anlamda 20’lerimde de çok doluydum ama duruşum ve tavrım konusunda biraz daha bilinçsizdim. 20’lerimin ortalarında çok daha fazla şey keşfettim hayat ve kendim hakkında. İçimde yaşadığım evrim ve devrimler şarkı yazarlığımda çığır açtı diyebilirim. Ama ilginç olan şu ki: Kum Saati’inde bestelerimin de bir kısmı halen çok taze geliyor bana. Sanki bugünler için yazılmış gibi bazısı. Adeta bir deja vu durumu…

»Kırmızı Karanlık baştan sona senin ilgilendiğin bir albüm. Yalnız hareket etmekle müzikteki yalnızlık birbirine paralel mi?
Benim için öyle oldu… Don Kişot gibi yalnız ilerledim. Bir bakımdan kendimi test etmiş ve dayanıklılığımı ölçmüş oldum ve bu yolda çok şey öğrendim. Bedeliyse biraz erken yorulmak ve saçları beyazlatmak ama hiçbir mücadele kolay verilmiyor. Müzikal anlamda her şey içime sinmiş oldu bu sayede. Sözler hele, gerçekten çok şiirsel ve cesur oldu diye seviniyorum. En başta kendi ruhumu doyurdum ve devrimimi haykırdım. Gerisi artık dinleyiciye kalıyor. Kalıcı işler yaptığıma inanıyorum.

»İki albüm arasına ‘Mor Rüya’ adlı lirik bir şiir kitabı sığdırdın. Kitapta şarkı sözlerinde olduğu gibi, oldukça lirik bir anlatıma yaslanmışsın. Peki, kâğıt üzerindeki lirizm ile şarkılardaki lirizmin ne gibi ortaklıkları ve farkları var?
Kâğıdı çok seviyorum çünkü müzikteki kadar engel yok arada. Müzikte, düzenlemek, kaydetmek, enstrüman çalanlar bir sürü insan girebiliyor işin içine ki ben gene de minimumda tuttum insanları. Yazmaksa o kadar özgürleştirici ki inatla öykü-deneme-köşe yazısı ve şiir yazmaya devam etmek istiyorum. “Naif ve yetkin bir dili var” demişti değerli Sevin Okyay. Çok onore oldum.

»Yine ‘Mor Rüya’ üzerinden konuşmaya devam edersek, şiiri içsel bir araç olarak kullananlardansın. Kendini ifade etmenin peşine bu kadar düşmende bir neden olmalı, belki de bir acı...
‘Sanatçı acı olmadan üretemez’ klişesi doğru galiba. Aslında ben acım tazeyken üretemem. Daha ziyade biraz küllenince ve uzaktan bakabildiğimde üretebilirim. Coşkusal haller daha çok işime yarayabiliyor. Kalbim parçalandığı an, yataktan kalkacak gücü zor bulanlardanım. Bir süre sonraysa kaleme sarılıyorum. Bir kadın olmak ve yüreği sevgi dolu olmak yeterince zorlaştırıyor hayatı. Güzellikler katsa da bireysellik çağında maalesef yalnızlık kol geziyor.

»Şiirlerinde Sylvia Plath’ın dünya karşısındaki yabancılaşmasına benzeyen bir durum söz konusu. Plath’ın, sanatındaki izlerinin belirgin olduğunu söyleyebilir misiniz?
Özellikle Plath’i örnek almadım ama modern şairlerin şehir yalnızlığı, farklı duruşları, anlaşılma çabaları ve ayrıksı dertleri sanırım bende de mevcut. Çok insancıl bir sevgiyle sarılıyorum işime ve insanlara ama maalesef bunun bedeli de çok yara almak veya reddedilmek olabiliyor çünkü anlaşılmak için özel insanlara ulaşabilmeniz gerekiyor öncelikle…

»Şiirde ve müzikte ya da daha da genelleştirirsek, sanatta kadın olmanın getirdiği farklı bir yoğunluk, yorum var mı?
Kadınlar veya erkekler gibi cinsiyetçi genellemeleri sevmesem de kadın olmanın zorlukları herkes tarafından bilinmekte. Kadın daha çetrefilli hislerle yaşıyor hayatı. Ötekileştirilen erkekler de öyle. Ama toplumda kadınlardan beklenen belli şablonlar var. Ev hanımı, erkeği taşıyan güç, çocuklara bakan, çile çeken, erkeğin gözüne hitap etmeye çalışan gibi bir sürü ağır rol kadına verilmiş. Biraz başına buyruk veya duyarlı olan kadın hemen linç edilebiliyor. Kadının kadına bakışı da aynı ölçüde zengin ve lirik. Böyle bir aşkın da kumaşı daha zarif olabiliyor. Ama ben ruhumda hem serseri bir erkek, hem kırılgan bir prenses hem de başına buyruk bir çocuk taşıyorum… Bu ruh zenginliğim de üretimime direkt yansıyor.

»Şarkıların lirikleriyle çok samimi ve kırılgan olsa da melodik düzenlemeler daha coşkulu ve hırçın. Melankoline dair melodilerden bir zırh ördüğünü söyleyebilir miyiz?
Aslında sözlerimde itirafçı tekniği de kullandım. Morrissey’in bazı şarkılarında kendisini dürüstçe eleştirmesi gibi mesela ‘Dibe Vurdum’un sözleri. Direkt kalbimi açmaktan korkmadan yazdım sözleri de. Karakterime sinen kadın ruhu ve yer yer kendini gösteren erkek ruhu sanırım hırçınlık, öfke ve naiflik, kırılganlık arasındaki gel-git’i sağlıyor. Öfkem, kin ile karıştırılmasın. Enerji veren ve varolan değerleri sorgulayan yapıcı öfkeyi severim. Rock ruhu da öfkesiz olmaz. Melankolim ağır bassa da bazen bir coşku ve öfkeyle bunu enerjiye çevirdiğim söylenebilir.

»Albüm tanıtım işleri nasıl gidiyor? Medya ile uzun süredir ilk defa bu kadar ilişki içerisindesin?
2002’de de ilk albümüm medyadan epey ilgi görmüştü. Bu sefer daha da fazla ilgi gördü Kırmızı Karanlık. Tanıtımda bir şikayetim yok ama keşke büyük şirketler farklı işlerin butik iş olabileceğine uyanıp, butik iş derken yani kalıcı prestij işi, sadece sayılarla ilgilenmeseler. Seçkin müzik yazarları tarafından anlaşılmak güzel. Naim Dilmener’den Murat Beşer’e gayet olumlu eleştiriler aldım.

»Kırmızı Karanlık’ın üretim sürecinde neler dinledin, okudun, hangi düşleri kurdun?
Kayıttan çok daha evvel Boğaziçi Üniversitesi İngiliz edebiyatı son sınıfta okurken Kırmızı Karanlık’ın ilhamı geldi bana. Özellikle o şarkı ve genel konsept olarak. Son senemde, bir yandan Shakespeare sonelerini okurken diğer yandan Edebiyat Eleştirisi dersinde Judith Butler gibi isimlerden ödev hazırlamak ve tabii içimde yaşadığım duygular hepsi birbirini tamamladı. NDS Fransız lisesindeyken okuduğumuz Baudelaire, Camus ve Sartre izlerini taşıyan ruhum Boğaziçi Üniversitesi’nde Virgina Woolf gibi isimlerle tanıştı. Allen Ginsberg ve Bob Dylan arasında parallelik kuran ve Amerikan Rüyası’nın yerle bir edilişini tema olarak alan bitirme tezim de üzerimde etki bıraktı.

»Burada ya da yurtdışında kadın şarkıcılara bakacak olursan neler söylemek istersin?
Kapitalizm maalesef tüm dünyada belli şablonların daha kolay öne çıkmasını sağlıyor çünkü fabrikasyon işler pompalanıyor her gün televizyonlardan. Ama batıda, en azından daha alternatif ve farklı oluşumlar da var ve bu müzik sektöründe de bağımsız şirketlerin doğmasına yol açıyor. Kendine özgü birçok kadın sanatçı ve özellikle son yıllarda ses rengi farklı olan kadın sanatçılar ana akıma da girdiler. Anastacia, Norah jones, Amy Winehouse, Amy Mcdonald gibi tok sesli birçok kadın piyasayı sardı 2000’lerde. Ben ilk albümü kaydederken dünyada bile henüz böyle bir akım yoktu. Tanita Tikaram’da ve Pj Harvey’de tıkanıp kalmıştı kadın şarkıcıların farklılığı… Türkiye’de Zerrin Özer’in rock versiyonu diyenler oluyor ama sanırım bir ilki başarmak üzereyim.

»İmkânın olsa kimlerle çalışmak isterdin? Bir sonraki albüme hangi duyguları katmak isterdin?
Yurtdışından çalışmak istediğim isimler çok. Perry Blake ile bir düet çok isterdim. Kendine özgü ve kaliteli müzik yapan gizemli bir şahsiyet. Eğer yaşasaydı Nina Simone ile şarkı söylemek isterdim. Annie Lennox ve Ani Difranco ile bir projede yer almayı çok isterim ilerde. Türkiye’den kimler olur zaman gösterecek.

»Tanınmış bir sinema eleştirmeninin kızı olarak, bir filmin müziğini yapma isteğin oldu mu? Hangi filmlerin müziklerini yapmak isterdin?
Hem de nasıl…Wim Wenders’in Million Dolar Hotel filminin soundtrack’ini yapmış olmak isterdim. Ötekileri anlatan ve daha 2000’lerin başında, ilk albümü bile yapmamışken, henüz ruhsal evrimleri geçirmemişken temasından etkilendiğim bir film. Türkiye’den ve dışarıdan sayılabilecek daha duyarlı yaklaşan isimlerimiz Fatih Akın, Çağan Irmak, Ferzan Özpetek gibi yönetmenlerle çalışmak isterdim.

»Kırmızı Karanlık videosu son zamanlardaki en cesur videolardan. Birebir sana gelen reaksiyonlar nasıl?
Beklediğimden çok daha olumlu reaksiyonlar aldım. Çok zarif bir klip olduğu kanaatindeyim. Çok hümanist bir şekilde verdik mesajı. Zaten sanatçı olmak, saçları boyamak ve imaj yapmak demek değildir. Sanatçı, alınan satılan bir ürün değildir. Kendine özgü olmaktan ve davranmaktan korkmayan, tabuları yıkan, düşüncelerini söylemekten korkmayan ama tüm bunları zarafetle yapabilen kişidir sanatçı. Tüm renkleri arar gerçek sanatçı… Devrimi de burada yatar…

12 Ağustos 2010 Perşembe

BAŞKA DİLDE AŞK VE MÜZİK

BAŞKA DİLDE AŞK VE MÜZİK
13:24 08 Ağustos 2010

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com


Az evvel biraz geç de olsa Başka Dilde Aşk filmini izledim. Filmde Boğaziçi Üniversitesi’nden sınıf arkadaşım ve başarılı oyuncu Saadet Işıl Aksoy’un olması elbet filmi daha fazla merak etmemi sağladı. The Smiths gecesindeki performansımı en önden izleyip alkışlarıyla bana destek olmuştu. Filmin ismi de, mesajı da beklentilerimin üstündeydi. Bir yandan sisteme karşı durmaya çalışan, çağrı merkezindeki ağır çalışma koşullarına karşı iş arkadaşlarını örgütleyen bir kahraman, diğer yandan toplum tarafından dışlanan ve kabul görmeyen zor bir ilişkiyi yaşamayı göze alan tutkulu bir kadın.
Saadet’ten beklediğim performansı bu filmde gördüm: Yılların oyuncusu gibi işinin hakkını bu filmde de fazlasıyla verdi. Gurur duydum. Tevazusunu hep koruyan, sağduyulu ve zeki bir arkadaşımın da böyle bir filmi alıp götürmesini beklerdim zaten ve beni yanıltmadı.
Hem toplumsal bir mesajı olması hem de şairane bir aşkı anlatması itibariyle değerli bir yapım olduğunu düşünüyorum. Mor ve Ötesi’nin şarkısı da filmin sonuna epey yakıştı. Büyük Düşler albümünden seçilmesi çok uygundu. Saadet’e torpil geçerken filmin en büyük oyuncusunu es geçmek istemem. Mert Fırat’ın inanılmaz performansı alkışa değer. Rolüne öyle bir gerçeklik katmış ki izlerken rol yaptığını unutuyorsunuz. Lale Mansur’un da filme renk kattığı ve koruyucu, şüpheci anne karakterini güzel oynadığını eklemek gerek. Filmde rolüne yakışan ama üzerine yapışan komik karakteriyle aklıma hep Bir Kadın Bir Erkek skeçlerini getiren Emre Karayel ise filme biraz da espri katıyordu. Filmin en gizemli ve gelecek vaat eden karakteri Tuğrul Tülek’ti. Adeta bir İngiliz filminden fırlamış Oscar Wilde gibi bir hava estirdi. Melodram tadındaki bu film mesajlarıyla, asi ruhuyla, oyunculuklarıyla sıradanlığın ötesine geçmeyi başarmış. Böylesine güçlü bir tema, yanlış koordinatlarla ve parametrelerin uyuşmamasıyla heba olma riski taşıyordu ama neyse ki olmamış aksine vurucu bir hal almış.

ERİTEN SICAKLARDA ERİYEN GRUP
Bu feci sıcaklarda 38 derece ateşlenmeyi başardım ve bizi yarı yolda bırakıp üzen davulcuya da anlayışla bakmayı bildim. Plak şirketi kuracakmış. Kendisine kolaylıklar diliyoruz bu engebeli yolda. Müzik şirketi kurmak kağıt üzerinde hep hoş gelir kulağa. Uygulaması biraz zordur. Bakalım yakın gelecekte neler olacak. Bir grubu birarada tutmak solo sanatçı için zordur. Sizinle aynı düşünceleri savunan müzisyen bulmak zaten imkânsızdır neredeyse ama hiç olmazsa severek çalan müzisyenleri bulduğunuza şükredersiniz. Gerçi sevginin bittiği, çıkarların başladığı çizgiler de çok hassastır. Dilerim sevgiyle devam eden müzisyenler ve yoldaşlar olur çevremde her zaman. Bu cümlelerim sitem değil aksine bir temenni. Sitem kısmı sadece davulcumuzaydı. Ama seçimine saygım sonsuz. Zamanlama biraz kötü olsa da. Başka dilde bir müzikal ruhu paylaşmak isteyen herkese kapım açık. Buradan da duyurmuş olayım.

2 Ağustos 2010 Pazartesi

İP ÜSTÜNDE YÜRÜRKEN KONAN SİNEKLER

İP ÜSTÜNDE YÜRÜRKEN KONAN SİNEKLER
13:11 01 Ağustos 2010

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

Bir ipin üstünde yürüyorum. Sesler var en çok. Ne dedikleri belli olmayan sesler…
Bazısı sahici, bazısı yalan, bazısı arada bir ziyarete gelip yüreğime su serpen, bazısı taa yüreğimin içinden gelen sesler. En çok da yüreğimin içinden gelen sesleri dinledim galiba.
En karanlık kuytulardan geçerken bile yüreğim el feneri oldu bana. Şimdi birden açtığım yoldan benimle yürümek istediğini sanan ama aslında enerjimi almaktan başka işe yaramayan bazı asalaklar çıktı karşıma. Tanıştığım çok değerli insanların yanında elbet böyleleri de olacaktı. Sahiden güzel kapılar açan ve dünyayı kendi boyalarıyla boyayan çok saygı duyduğum birçok insan tanıdım ve tanımaya devam ediyorum. Ama elbette en tehlikeli tür olanı dost görünen düşmanlar. Onlar birden çıkıveriyor ortaya. Onların da ortak özellikleri en zor zamanlarımda yanımda olmayıp birdenbire karşıma çıkan ve ortaya kendilerince ‘proje’ atanlar. Samimi değil, içten değil sesleri konuşmaları. Kir pas içinde. Bazen tahammül ediyor insan mecburen bir kapı açana ama genelde belli etmeden sizi huzursuz eden ve enerjinizi öldüren insanlar da var. İşte onlardan tamamiyle uzak durmak en doğrusu.
Bir bakışta anlaşılıyor amaçları. Kendi sinsi planlarına dahil olmanızı istiyorlar. Övgüleri bile sahte, yapmacık. İçtenliği olan insandan aldığınız elektrik farklı oluyor. Sahiden merhem oluyor yaralarınıza ve varlığı bile gülümsetiyor. Oysa diğerleri tamamen negatif hisleri besliyor ve her hareketi, her cümlesi zehir sunuyor. Öyle sinsice gizliyorlar ki alt metindeki planlarını yani kendi açlıklarını, size sanki bir tepside fırsat sunarmış izlenimi yaratıyorlar ilk başta. Sözlerini allayıp pullayıp kendini iyi sunanlardan korkmak lazım. İçleri çoğunlukla kof çıkıyor. Genelde beraber en iyi işleri yaptığım insanlar hep az konuşan ve bir şey ispat etmeye çalışmayanlar oldu. Ne bana yaranmaya çalıştılar ne de lüzumsuz muhabbetlere girdiler. Sürekli vaat verenler daha amatördü. Genelde yolun en başındakilerin ve gerçeklerden habersiz olanların, Kaf Dağı’nda yaşıyor olmaları ve akıl sormadan akıl vermeleri ne büyük tezattır. İşini iyi bilen ve uygulayan insanlardan ise hep pozitif elektrik almışımdır. Sadece hareket ederler ve lüzumsuz konuşmaz, manipüle etmezler. Manipüle etmeye çalışan ve bişeyleri sürekli empoze etmeye çalışan insanlarda ise çok fazla açık ve kaçık vardır. Uzak durunuz.
Galiba 2 tür insanı yakınlarda tutmalı insan : Birincisi ruhunuza merhem olan ve iyi enerji veren arkadaşları. Mutluluğunuza sahiden sevinen ve üzüntünüze sahiden üzülenleri. İkincisi de size gerçekten yeni yollar açabilen, ufku geniş ve işinde başarılı, en önemlisi hazımlı insanları. Prensipli, durduğu yeri bilen, diğerine saygılı, hoşgörülü, üslup bilen insanlar olmalı etrafınızda. Yerden gelip birden göğe çıktığını sanan hazımsızlardan, küstahlardan, fikirlerini faşistçe empoze edenlerden, kinci sitemkârlardan, kendini bilmeyenlerden, olmamışlardan ve geçmişini unutanlardan ise ışık hızıyla kaçmalı… İp üzerinde dengeli yürümek için birden gelip ısıran sineklerden itinayla korunmalı…

25 Temmuz 2010 Pazar

Sarphan in benimle roportaji

http://jiyan.us/?p=265

Ece Dorsay: “Türkiye’de alternatif denen müzik aslında arabesk esintili rock’tan öteye gidemiyor”
18 Temmuz 2010 17:34 Share this Article


sarphan
Ece Dorsay’ın ilk albümünü dinlediğimde henüz üniversiteye bile gitmeyen, lisenin yakınındaki markette sürekli olarak alternatif müzik albümleri arayan bir velettim. Kasetleri satın aldığım dükkandan kasetsiz çıkmak benim için büyük bir yenilgiydi. Bir şekilde keşfettiğim ilk albümün ardından Ece Dorsay ikinci albümünü çıkardı ve ortalarda daha fazla görünür oldu. KaosGL ve Birgün’de yazılarına devam eden Dorsay’la konuşmak artık kaçınılmaz bir istek halini almıştı….

Sarphan Uzunoğlu: Malum bu aralar birçok gazetede söyleşileriniz yayınlanıyor ve farklı çevrelerden insanlarla bir araya geliyorsunuz. Biliyorsunuz, ben bu söyleşiyi yapmayı en çok da klibi konuşmak için istedim, Ne oldu da Ece Dorsay ilk resmi videosunu farkli bir aşkı içeren bir temayla çekti?

Ece Dorsay: Bence aşk diye sınırlamak da yanlış. Kimisi öyle görür, kimisi hümanist bir dostluk olarak görebilir, kimisi hikaye anlatıcı olduğum için klibin şarkımdan bağımsız olduğunu görebilir. Kısacası gizemli bir klip olsun ve klişelerden uzak olsun istedim.Edebi anlamda insan ilişkilerine hümanist yaklaşan bir klip. Etiketlemek taraftarı değilim.

Albüm sürecinde yanınızda olanlar ya da bu albüm sürecinde emek veya para verenlerin bu seçime bakış açısı ne oldu?

Genelde gayet anlaşıldım diye düşünüyorum beraber çalıştığım insanlar tarafından.


Zaten bütçeyi sağlayan kişi olarak ve üretimin kaynağı olarak kontrol bende oldu ama bedeli çok zorluklar çekmem oldu.

Kadın ve Aileden sorumlu Devlet Bakanı Aliye Kavaf’a ne diyorsunuz? Sizin kendisiyle ilgili bir “hastalık” teşhisiniz var mı?

Polemik yaratan konulara girmek huyum değil ama elbetteki ne eşcinsellik ne biseksüellik ve de herhangi farklı bir seçim hastalık olarak dışlanamaz. İnsan sevgisini içeren her tür aşk neticede bir aşktır. Bunu Antik Yunan’dan Osmanlı’ya her yerde görebiliriz.Sufizm de insan sevgisini ön plana çıkarır. Aşk, din-dil-ırk-cinsiyet tanımaz.

Sizce Türkiye’nin dört bir yanında örgütlenen eşcinselleri linç etmek için bekleyen bir kitle hala var mı? Denildiği gibi bazı şeyleri aştı mı Türkiye?

Eşcinsel kelimesi de sınırlayıcı bana sorarsan.Queer mi desek bilemiyorum. Biseksüel var, travesti var vesaire…. Maalesef insan hakları konusunda çok gerideyiz. Ana akım basında yer almıyor birçok feci olay. Anayasa’da azınlıkları koruyan maddeler yok. Batıda evlenme hakları bile verilmeye başlandı üstelik.

Daha çok müzik konuşmakta fayda mı var zarar mı bilemiyorum; ama aklımda bir soru var: Bir müzisyeni ikinci bir albüm yapmaya iten nedir, hele ki albümlerden çok para kazanılmayan günümüz dünyasında?


Müzik ve sanat para için yapılmaz malum. Elbette emeklerimizin karşılığını almak istiyoruz hepimiz. Müziği bu kadar sevmeseydim çoktan pes etmiştim. Ama tutkuyla sevdiğim işlerin peşinde koştum hep. En verimlisi de bu.

Sonisphere’de Manowar Basçısı “dört büyükler” olarak anılan gruplara isyan etti, sanki Türkiye’de de alternatif müzik türleri ya da pop-rock dünyasında bir tekelleşme durumu var. Size göre Türkiye’de sahneye çıkıp hakkını alamamış isimler kimler?

Maalesef Türkiye’de alternatif denilen müzik aslında arabesk esintili rock’tan öteye gidemiyor. Gerçi artık internet sayesinde bir sürü değişik türk grubu çıkıyor. Elektronik müzik vesaire yapıyorlar ama yine de geniş kitlelere ulaşan medyada yer bulmaları zor oluyor. İlhan İrem nerede diye soruyorum mesela. Öyle insanların şimdi villalarda oturacak kadar birikim sahibi olma hakları var bence. Hayko Cepkin çok daha iyi yerlere gelecektir. Redd grubu da öyle. Kendi adıma da, daha iyi yerlerde olmayı hakettiğime yürekten inanıyorum.

Sizle ilgili sözlüklerdeki yorumlara bakınca garip ve yapmacık hayranlık ifadeleri yerine eleştiriler ya da olumlu kimi tespitlerle karşılaştım. Dinleyici sizin için nasıl bir şeydir, kimdir?

Zaten iyi olan veya kendi ekolünü yaratan cesur işlerde normal tepki bu galiba : nefret veya büyük bir sevgi. Ortası yok. Bence olmamuş gibi sığ yorumlar yazan bazıları ile gizli takipçiler gibi geliyor bana. Genelde müzik üzerinden değil, alışık olmadıkları şablonlara uymayan ses rengim ve giyim stilim üzerinden saldırı var. Benim dinleyicim sahiden araştıran, meraklı , sağduylulu ve klişelerden sıkılmış zeki bir dinleyici.

Cenk Taner’in bir sözü var: “Kesmeşeker dinleyicisi kaç değildir, kimdir” diyor. Sizin sizi ya da yaptığınız müzik türünü dinleyenler için bir sözünüz var mı?

Dediğim gibi benim dinleyicim gerçekten seçici müzik konusunda ve klişelerden bunalmış farklı müziklere açık bir kesim. En önemlisi de sağduyulu ve duyarlı insanlara hitap ettiğimi tespit ettim. Cenk Taner çok güzel söylemiş : Kantite değil kalite önemli yani kafa sayısına göre başarı değil kafa yapısına göre başarı ölçülmeli.

Size bir şans versek ve yarın gazeteleri açtığınızda üç isim hiçbir şekilde yer almayacak, bunlar dünya sahnesinden silinecek desek kimleri seçerdiniz ya da bu seçimi yapar mıydınız? Memnun musunuz, memnun değil misiniz olup bitenden?

Seri üretim maalesef 60′ların analog ruhunu öldürdü. Televizyonda çabuk tüketilen bir sürü yabancı/türk grup görüyoruz.. Şu silinecek bu silinecek demem hoş olmaz. Amerikan rock piyasasında çiklet gibi
ortaya çıkan teen-age ruhlu gruplar çabuk siliniyor. MTV’nin cilaladığı sahte rock yapan gruplar veya ülkemizde iyice suyu çıkmış arabesk rock türünü samimi olmadan taklit eden gruplar sönebiliyor.

Dev bir bütçeniz olsa ve Türkiye’de bir müzik festivali organize etme şansına erişseniz bunu nerede ve niçin yapardınız? Kimleri çağırırdınız?

Öteki lerin haklarını savunan ve her tür düşünceye, özellikle kadınların şablon dışı olabilmelerine olanak veren feminist bir festival düzenlerdim. Annie Lennox, eğer hayatta olsaydı Nina Simone, Skin,Umay Umay gibi cesur ve duyarlı kadınları çağırırdım.

Hazır festivallerden bahsetmişken sorayım. Herhangi bir konser ya da festival var mı ufukta? Dahası müzik festivallerine katılıyor musunuz, yoksa siz de müziği bireysel bir mevzu olarak görenlerden misiniz?

Konsere aç bir insanım. Ama her hafta çalarsanız memuriyete dönüşebiliyor. Araya doğaçlama veya farklı yorumlar eklemek şart oluyor tabii. Foça Rock Tatili’ne yetişemedim ama eylül’e doğru Taksim de Hayal Kahvesi veya Ghetto gibi mekanlarda konserler olabilir, mekan isimleri kesin olmamakla birlikte Taksim ve sonbahar durumu kesin.