Gökkuşağının altından geçerken...

Gökkuşağının altından geçerken...

26 Ocak 2010 Salı

KUZEYDEN GELEN HAFİF POP CAZ ESİNTİSİ

KUZEYDEN GELEN HAFİF POP CAZ ESİNTİSİ
15:08 24 Ocak 2010


Norveç’ten country, caz, elektronik rüzgârı estiren kadife vokalli Beady Belle grubu ve İngiltere’den müzisyenleri sürekli değişen ama beyni aynı kalan Incognito adlı funk-caz-soul grupları bu sıkıcı kış mevsiminde biraz olsun içimizi ısıtmak için buradalar…
Biyografilerinden kısaca alıntılamak gerekirse: Beady Belle, üniversite yıllarından beri çeşitli projelerde birlikte müzik yapan Beate S.Lech ve Marius Reksjo tarafından kuruldu. Beate 1999 yılında Bugge Wesseltoft’un plak şirketi Jazzland Records ile albüm yapmak üzere anlaştı. Birlikte ortaya çıkardıkları bu projeye Beady Belle adını veren ikli, bu yoğun çalışmanın sonunda ortaya çıkan ilk albümlerine ‘Home’ adını verdiler ve albüm 2001 yılında Jazzland Records etiketiyle yayınlandı. Beate’in şarkıların mimarisini oluşturmadaki ustalığı ve söz yazarlığındaki becerisi ile, Marius’un ritm ve harmonideki zekâsının biraraya gelmesiyle oluşan bu albüm, jazz, pop, tekno, drum’n bass ve ambient gibi soundları bünyesinde barındırıyordu.
Güzel vokalistin ses rengi bana Norah Jones’dan daha etkili geldi. Bu tarz bir projenin biraz daha rock’a yakın olanı hep kafamda vardı ama gerçeklestirecek ekibi bulmak kısmet olmadı. Şimdilerde Kanadalı bir elektronika grubuyla projemiz var ama sürpriz olsun…
Bu tarz sentezler için güzel bir ekip gerek veya kayıt işlerini tamamen üstlenmek gerek.
Ülkemde en elzem olan, her şeyi cesurca üstlenebilmek galiba… Kafamda çok proje var ama bakalım yeterli motivasyon olacak mı…
Sayıca kalabalık ve elemanları sürekli değişen İngiliz caz-funk topluluğu Incognito, 1979’da ilk albüm kayıtlarına başlarken, tüm müzikseverler tarafından Bluey olarak da tanınan Jean-Paul Manuick, ses mühendisinin yanında oturup müzikle ilgili gerçekleştirilmesi neredeyse imkânsız olan düşüncelere dalarak projesinin uzun soluklu olmasını ümit etmişti. Şimdi 2010’dayız ve 10. stüdyo albümleri olan ‘Adventures In Black Sunshine’ (‘Siyah Güneş Işığında Maceralar’) ile 25. yıllarını kutlayalı seneler oldu... Bireysellikten uzak bir müzik yaptıkları aşikâr. Benim bu grubu tanımam çok ilginç bir şekilde oldu.
2003 yılında Londra’da bas gitar eğitimi alırken, goth ve punk’ların ortamı Camden Town’da ikinci el bir Marcus Miller Fender Caz Bas gitar buldum. Meğer sahibi Incognito’nun bas gitaristi Rany Hope Taylor imiş. Üstelik bu isim daha evvel Jeff Beck gibi bir blues devine çalmıştı. Bu bas gitarın şanslı sahibi oldum.
Bahsettiğim bu ilginç isimlerin konserlerine gitmek istiyorum ama bakalım bana eşlik edecek kimse olacak mı… Biletlere para harcamak istemeyenlerin çoğunlukta olduğu zor koşullarda, davetiye bulsak diye soran çok olacak tabii…. Konsere gitmek benim için bile lüks olduysa elbet normal böyle sorular… Uzun zamandır da beni yerimden kaldıran bir konser olmadı sanki… Aslında şehrimizde o kadar çok konser oluyor ki, bazı önemli isimler sessiz sakin geçiyor yakınımızdan… Haberimiz bile olmadan… Örneğin ben Antony and The Johnsons konserinden bihaber olduğum için kaçırmıştım. Facebook’um da yoktu o zaman, duyurular da yetersizdi… Şimdiyse ‘event’ yani ‘etkinlik’ sayfaları o kadar yoğun ki önemli gruplar arada kaynayabiliyor. Bir bakmışsınız gitmeyi planladığınız konserin tarihi geçmiş bile… Bazen sahte konser ilanları arasında kaybolmuş oluyor. Evet bazı deliler, yaygara koparmak için büyük grupların geleceğini ilan edip sonra ‘kandırdık’ yazıyorlar.
Galiba biraz silkelenip eski günlerdeki konser ve mekân kıtlığını hatırlamalıyız ve krize rağmen İstanbul’da şu ara ne kadar çok mekân ve konser olduğunu fark edip sevinmeliyiz, şükretmeliyiz, ne yapıp edip birkaç konsere gitmeliyiz, ruhumuzu biraz olsun dinlemek adına…. Canlı müziğin tadına varmalıyız….
Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

17 Ocak 2010 Pazar

MÜZİKTE ‘ANTİ-STAR’LIK DÖNEMİ

MÜZİKTE ‘ANTİ-STAR’LIK DÖNEMİ
14:47 17 Ocak 2010

ecedorsay@yahoo.com
Yalnızlığımıza biraz olsun merhem olan şeyler televizyon ve internet değil, şiir, müzik, fotoğraf çekmek kısacası üretmek olmalı diye düşünüyorum. İnternetin tek faydası ürettiklerini paylaşabilmek. Bu açıdan bağımlılık yaratabiliyor kesinlikle. Bir de çoğunluk işyerinde ve eve geldiğinde interneti tercih edince başka çareniz kalmıyor paylaşmak adına.
En hızlı paylaşım yeri internet ağı. Beri yandan en yalnız yer… Beyaz bir camla baş başa olduğumuzu bize unutturan şizofrence bir yönü var.
Senelerdir interneti kendi lehime kullandım, hatta 2000 yılında mp3.com adlı global müzik sitesinde şarkılarını tanıtan ilk Türk müzisyen oldum ve bu sayede ülkemde bir albüm anlaşmasına imza atabildim. Şimdi de kendi montajladığım eski konser görüntülerimle mütevazi klipler yapıp Facebook ve Dailymotion gibi sitelerde paylaşıyorum. En son, Yavuz Çetin’in 2000 yılında solo gitarlarını çaldığı ilk demo şarkım ‘Tutkuların Peşinde’ye sepya ve siyah-beyaz eskimiş tonlardan oluşan bir deneme klip yaptım. Tabii bu klipler profesyonel ölçeklerde kaliteli klipler değil ama internet için gayet işimi gören, paylaşım adına yeterli klipler. Buna inanıyorum. Yılbaşı hediyesi aldığım fotoğraf makinemle de evdeki türlü eşyayı ve enstrümanlarımı hatta 10 saniyelik geciktirme tekniğiyle kendi portrelerimi çektim.
Hızımı alamayıp ‘stop motion’ tekniği dediğimiz fotoğraf karelerini birleştirme tekniğiyle minik bir klip dahi yaptım. Varmak istediğim nokta şu: teknoloji, eğer teknik terimlerle ve matematiğiyle boğulmazsanız, üreten insan için büyük bir nimet.
Profesyonel bir fotoğrafçı veya yönetmen olma iddiam falan yok. Sadece şuna inanıyorum: Günümüzde bir sanat dalıyla uğraşan insan, kendini tanıtmak ve taviz vermeden yolunda emin adımlarla yürümek istiyorsa, yaptığı işten keyif de alıyorsa çok yönlü olmaktan ve işinin tüm sorumluluğunu üstlenmekten korkmamalı. Diğer yolsa büyük patronların sanatsal faşizmine göz yummak. Amerika’da bir terim vardır: D.I.Y. yani ‘Do it Yourself’: ‘Her şeyi Kendin Yap’ manasına gelir kabaca. Bu tarz bir sürü kitap bile satılır: bahçıvanlıktan tutun, gitar tamirine kadar.
Etrafınızda sizi giydiren, enstrümanlarınızı akord eden bir sürü insan olması gerekmiyor demek istiyorum. Star döneminde yaşamıyoruz. Hâlâ burnu kaf dağında olan rock gruplarımız ve sözde starlarımız yok değil tabii. Rock müzik yaptığını sanan ama muhalif olmanın ne olduğundan bihaber hatun şarkıcılarımız da var. Arkasında sağlam ekiple hâlâ dokusu değişmemiş ve artık bayatlamış, ölmeye yüz tutmuş bir sound’la sevgiliye çemkirme sözleri yazmaya devam eden de var. Rock müziği, bol makyaj ve sevgiliye çemkirip, distorsion’lara abanmak, dövme yaptırmak sanan da var.
Yaşamı farklı çerçeveden algılamaktan bihaber olanlar da var. Habire tarz değiştiren ve bir türlü kendi sound’unu, çizgisini bulamamış samimiyetsizler de var. Ait olmadığı ve hatta inanmadığı hayatların destekçisi gibi gözüküp prim yapmaya çalışan da var. Varolan erkek-egemen statükoya yaranıp sığ gözlere hitap eden ve birilerinin altına yatıp kısa yoldan şöhret olan, daha sonra bihaber olduğu hayatların destekçisi gibi gözüküp her kesimi yakalamaya çalışan da var.
İsim vermek bana yakışmaz çünkü zaten anlayan anlıyor ne demek istediğimi. Samimi müzikle sabun köpüğünü ayırd edemeyenlere zaten isim vermek yersiz. Bugün Facebook’ta derdimi çok güzel özetleyen bir alıntı gördüm aynen yazıyorum: “İnsanlar, çabuk yükselenlere değer verirler, halbuki hiçbir şey toz ve tüy kadar çabuk yükselmez...”
Her şey seçimlerle ilgili… Gerçekten çok kolay formülleri ve yolları var bazı başarıların ama inatla reddettim o yolları ve etmeye de devam edeceğim. Hele de bir kadın için çizilmiş öyle basit planlar, şablonlar var ki, uysanız hemen yarın en alkışlanan kişi olursunuz kaba bir kalabalık tarafından. Ben o tür kalabalıkların alkışını seçmedim ve hiçbir zaman da bundan pişmanlık duymadım. Bu da benim Pazar günü itirafım olsun. Zaten dostlarım biliyor.
Yersiz didişmelere de bulaşmak istemiyorum, tek derdim, ak koyunla kara koyunu ayırd etsin insanlar.. Müzikle paralel giden meslek hayatımda yani bir eğitimci olarak gördüğüm kadarıyla da yeni gelen nesil, samimiyetli işleri takdir edecek kadar zeki ve sağduyulu, her ne kadar çürükler heryerde olsa da…

11 Ocak 2010 Pazartesi

Kimlik Karti Yok Askin

BİLİMKURGUSAL SESLER VE ÇAKMA SENTEZ

BİLİMKURGUSAL SESLER VE ÇAKMA SENTEZ
14:00 10 Ocak 2010

Sigur Ros’un dördüncü stüdyo albümü ‘Takk’ piyasaya sürüldü. Bizi çok farklı yerlere götüren İzlandalı genç topluluk hiçbir albümünde birbirine benzeyen bir sound’un ağına düşmüyor. Elbet artık kendi sound’larını oluşturdular ama ana dillerinde söyleme konusunda ısrar etmeleri sayesinde, global dinleyicinin sözlerin kıskacına düşmemesi ve yüreğinin götürdüğü yere gidebilmesi bence bir avantaj. Albümün 3. parçası ‘Hoppipolla’ ve ona çekilen klip çok etkileyici. Tatlı ‘ihtiyar’ların türlü yaramazlıklar yapıp hayatın tadını çocuklar gibi çıkarmaları keyifle izleniyor. Kapı zillerine basıp kaçmalar, bir mezarlıkta saklambaç oynamalar, bir bisiklete havai fişek atmalar gibi dünya tatlısı ve zararsız yaramazlıklar yapıyorlar adeta bir mahalle çetesi gibi...
Bilimkurgu delisi olmasam da bazı parçalarda aklıma ‘Yüzüklerin Efendisi ‘filminden sahnelere ne kadar uygun olabileceği geldi. Sıradan çocuklardan sıradışı şarkılar demiş yabancı bir dergi. Çizgili, İzlanda soğuğuna meydan okuyan yünlü kazaklarıyla ve sapsarı saçlarıyla okuldan eve yeni gelmiş masum bir öğrenci gibi duruyorlar. Oysa yarattıkları müzik ve sesler insanı müthiş yerlere götürüyor.
Jay Jay Johanson’un da yeni albümü yayımlandı. Jay Jay’in melankolik sesi ve caz ile trip-hop arasında gidip gelen melodileri ülkemizde fazlasıyla sevildi ve bu albümle de aynı kitleyi çekeceğe benziyor. 2002 yılında H2000 festivalinde sahne arkasında kısa bir sohbetimiz olmuştu. Kendisine ilk albümümü hediye etmiştim.
Hayatımda gördüğüm en sıska adamlardan biriydi diyebilirim. Sakin birine benziyordu. Albümümü dinledi mi orasını öğrenemedim. Sanırım melankolik duruşu dolayısıyla müziğimi paylaşmak istedim.
Johanson’un müziğine hiçbir zaman büyük bir hayranlık beslemedim çünkü daha evvelden aşina olduğumuz caz melodilerini elektronik bir altyapı ile birleştirmesi bana biraz ticari gelmişti.
Portishead bu konuda daha başarılı ve samimi gelmiştir bana. Gotan Project’in de tango müziği elektronik ritmlerle birleştirmesi, Coldplay’in en hit parçalarının Latin müziğine dönüştürülüp süpermarketlerde bile çalınmasından farksızdı.
Bu sentez konusu hep kafamı kurcalamıştır. Samimi olmadığında çok proje gibi kokar çünkü. Örneğin Dolapdere Big Gang’in sentezi bana yama gibi gelir. Sting’in bir parçasını alıp ortasına darbuka solo atmak lezzeti yakalanmamış bir yamaydı.
Oysa Massive Attack’in bizden sesleri kaydedip ‘Mezzanine’ albümlerinde kullanmaları, şarkıları dinlerken sahiden sesleri birbirlerine yedirip sahici sentez lezzetini samimiyetle yakaladıklarını gösteriyordu.
Duman’dan Batuhan’ın çok güzel yedirdiği riff’ler ile Yüksek Sadakat’in bana şahsen biraz planlanmış gelen gitar riff’leri arasındaki fark gibi bu sentez olayının samimiyeti....
Aslında olmamış denebilecek senteze en güzel örnek ‘Anadolu rock’ adı altında 90’larda çoğunluğa yedirilen bazı solo isimler. Neyse ki Replikas gibi gruplar çıktı da çoğunluğun kapıldığı ‘Anadolu rock’ çakmalarından biraz olsun kurtulduk.
Ece
Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

3 Ocak 2010 Pazar

YENİ BİR YIL VE TEKİL DEVRİMLER

YENİ BİR YIL VE TEKİL DEVRİMLER


Bir yıl daha geride kaldı. Zaman kavramını sorgulamak için fazla zamansızız. İnsanlık onurunun ayaklar altına alınmadığı, emeğin yüceltildiği, sevgi ve barışın hâkim olduğu bir yıl diliyorum. Yeni yıla girerken tekil devrimlerimin suya atılan taş gibi dalgaları yayıp ana akımdaki bazı sözde muhalif detone şarkıcılarımızın, yakınından geçmedikleri düşünceleri taraftar toplamak ve reklam yapmak için savunur gözüktüklerini sezdim. İdealizm, ütopya veya yanılgı deyin isterseniz ama üzerlerinde sırıtan renkleri taşımaya çalışırken, belli mekânlarda konser ayarlayıp her kesimi kazanmaya çalışmak, bazı partilerin sadece seçim zamanı gecekondulara çamaşır makinesi dağıtıp oy toplamaya çalışmasına benziyor. Tabii, ana akımın köpük şarkıcılarının tam da bilmedikleri dünyalara göz kırpmaları, amaçları kirli de olsa belki sesini duyuramayanlara bir fayda sağlar.
Sevgi soru sormaz ve yargılamaz ama kırık kalpler sanatın her dalına kendini ifade etmek için sığınır. Ünlü isimlerin, ününe ün katmak için bir araya gelmesine benzemez bu ifade arayışı… Sahtekâr değil, dürüst beraberliklere ihtiyacımız var. Dişlerini gıcırdatan ve sahte gülen sinsi sitemkârların yanında olmasına ihtiyacı yok gerçek sevginin.
Koşulsuz sevebilen, aynı yöne bakabilen, takdir etmek nedir bilen, şükran duyma gücü yüksek ruhların bir araya gelmesi evrimi getirebilir. Evrimini tamamlayamamış ve maymun kalmış iştahların yontulmasına ve reklam değil paylaşım adına üretmesine ihtiyaç var. Biraz daha samimiyetli insanlara ihtiyaç var. Sabun köpüğü gibi değil kaya gibi prensipleri olan insanlara ihtiyaç var.
Yılbaşı eğlencesinin, aile ve dostlarla hayatı kutlamak olduğunu düşünürken, çok sevdiklerimizin ve bizi çok sevenlerin bazen en hazin sahneleri hayata geçirdiğini görmek acı verebiliyor… Farklılıklar, aynı elin parmaklarında bile mevcutken tahammülsüzlük ve empati kurma engeli, insanlar arasında tırmanabiliyor.
Eğlenmek zorunda olmak da büyük bir baskıdır. Hele de sosyal uçurumların gittikçe arttığı bir ortamda, tahammül sınırlarının azalmasına tanık olurken diplomatik olmanın kaçınılmaz olduğu bir çağda yaşadığını anlayıp üzülüyor insan. Elinize gitarınızı alıp dostlara müzik çalmanın bile artık keyif vermediği bir çağdayız. Her şey tamamen tüketim amaçlı. Paylaşım amacı güden her aktivite sanki bir tür meze gibi algılanıyor. Şöyle trajikomik bir örnek vereyim : Bir insana parlak, iyi çekilmiş bir konser video klibinizi izletin, “harika olmuş” der yüksek ihtimalle ama o insanın gözlerinin içine bakarak alın terinizle aynı performansı gösterseniz, ninni söyleyen bir teyzenin alacağı ilgiyi bile göremeyebilirsiniz. Konserlere koşa koşa giden müzikseverlerin azınlığı oluşturduğu bir toplumda bu hazin gerçeğe şaşmamalı.
Yeni aldığım ilk profesyonel fotoğraf makinemle, yüzde yüz sanatsal özgürlük adına tüm ifade araçlarını tek amaç altında toplamaya karar verdim. Herkesin birbirini kendine benzetmek için amansız bir yarışa girdiği bu manipülasyon ve görsel faşizm çağında, kendi yelkenlerini açacak cesareti olan herkese ve temiz kalplere saygılarımı, sevgilerimi sunuyorum. Bana inanç ve güç veren, aynı kandan olmadığım ama aynı renk kandan olduğum mücadeleci, zengin ruhları selamlıyorum. 3 Ocak’ta yani bu yazının yayımlandığı gün 31 yaşımı dolduruyorum ve izninizle kendime kazasız belasız, aşk dolu, huzurlu, hayallerimin gerçekleştiği bir yıl diliyorum… Yazarı olduğum ilk gazetenin BirGün olmasından dolayı da, sahici bir mutluluk duyuyorum…
Ece Dorsay

ecedorsay@yahoo.com