Gökkuşağının altından geçerken...

Gökkuşağının altından geçerken...

9 Ekim 2010 Cumartesi

Müzikaller ve Ben...

Müzikaller ve ben…
10 Ekim 2010 Birgun Pazar
Benim ve arkadaş çevremin tiyatro merakı maalesef sınırlıdır. İtiraf etmek gerekirse, Dvd jenerasyonu olarak, evin komforunda bir şeyler izlemeye alışmış haldeyiz. Bu sebepten eskisi kadar sinemaya bile gitmeyip (festivaller hariç) en nadide filmleri seçerek, evin sıcaklığında izlemek tam da bu mevsimin bizleri meyilli kıldığı hal. Tüm bunlara rağmen 2003 senesinde Londra’da müzik eğitimi görürken izlediğim müzikaller bende büyük bir etki bırakmıştı. Tiyatro ile müziğin birleşimi diyebiliriz kısaca bu forma.Tabii batıda ve özellikle Londra’da müzikallere ayrılan bütçe ve oyuncuların eğitimi o kadar belli ediyor ki kendini. Büyük bir şov’a tanık olmak ve birbirinden renkli karakterleri gerçek bir orkestra eşliğinde izlemek, arkadaki dekorun sürekli değiştiğini görmek rüya gibi olabiliyor. Film türü olarak müzikalden hoşlanmasam da, gerçek anlamda teatral bir müzikal izlemek bambaşka.

Londra’da çok meşhur Cats’e (Kediler) gidemedim ama Buddy Holly nin hayatını anlatan müzikal beni çok etkiledi. 60’ların arabalarını bile görebiliyorsunuz sahnede. Grease müzikalinde de aynı etkileyicilik vardı. Gencecik oyuncuların ustalığı, dansları görülmeye değerdi.Bir diğer etkilendiğim müzikal Queen grubunu anlatan, inanılmaz bir orkestrası olan, grubun gitaristi Brian May’in orkestrayı yönetip ortaya koyduğu müzikaldi. Tek handikap, biletlerin biraz pahalı olması ama çıkarken buna değdiğini anlıyorsunuz. Konserden çıkmış gibi oluyordum hem de vasat bir konser değil : Muazzam bir konser ve dans şovu bir arada oluyordu. Mama Mia adlı Abba müzikleri ile dolu olan şirin müzikali de gördüm. O da çok sürükleyici idi. Bir an bile sıkıldığımı veya saatime baktığımı hatırlamıyorum. Bu kadar mı sürükler? İmkanı olanın ne yapıp edip Londra’da müzikal izlemesi şiddetle önerilir. Dudak büktüğüm bu türe aşina oldum oralarda.

Ülkemize büyük reklamları yapılarak gelen Chicago müzikali ekibini izlemeye heyecansız gittim çünkü bize gelenlere karşı bir önyargım vardı. Sezgilerim hem doğru hem yanlış çıktı. Londra’da izlediklerim kadar etkilenmediğimi itiraf edeyim. Sebebi ise senaryonun yeteri kadar sürükleyici olmamasıydı. Daha doğrusu böylesine meşhur bir senaryonun, sahnede iyi işlenmemiş olduğunu düşündüm. Çok fazla içi boş sahne vardı. Erotik dansların da tadını kaçırmışlar ve her sahnede bir yapmacık eda ile çekiciliklerini gözünüze batırmaya çalışmışlar gibi geldi. Orkestra ise çok eğlenerek çaldı ama ne yazık ki fazla coşku ve duygu katamadılar diye düşündüm. Ömründe müzikal izlememiş biri için aslında fena şov değildi ama inanın, yukarıda saydığım müzikalleri izlemiş biriyseniz, bize gelen Chicago Müzikali sönük kalır.
(Özel isim diye şehir ismini İngilizce dilinde yazmayi tercih ettim. Bu konuda hassas olanlara duyrulur.)

Her şeye rağmen oyuncuların bitmeyen enerjisi, karizmaları, dansları, güzellikleri, oyundan aldıkları keyif, kıyafetleri görmeye değerdi. Beni en çok şaşırtan ise, oyunu her gece üst üste oynamak yetmiyormuş gibi bir de arada gündüz seansları eklemeleri oldu. Düşünün, iki saat boyunca dans edip teatral bir gösteri ve oyunculuk da sergiliyorsunuz ve bunu her gece yaparken bazı günler gündüz de yapıp rekor kırıyorsunuz. Aslında bu tempo, müzikal oyuncularının hayatında olağan bir program ama beni şaşırtmaya devam ediyor. Bir rock grubunun günde iki tane konser verip buna her gün devam etmesi gibi bir şey. Adrenalini de eklersek ne kadar “fit” kaldıklarını ve işlerine ne kadar büyük bir aşkla sarıldıklarını anlayabiliriz. Eminim ki bu başarılara ulaşmak için de çocuk yaştan başlayan bir fedakarlıklar zincirine bağlanmışlardır.Adeta sporcu gibi bir hayatları olduğuna şüphe yok..Dilerim ülkemizde bu tür müzikaller ve hatta daha iyileri bolca sahne alma imkanı bulurlar, İKSV salon’un açıldığına sevindiğim kadar güzel bir gelişme olur bu…

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder