Gökkuşağının altından geçerken...

Gökkuşağının altından geçerken...

29 Kasım 2010 Pazartesi

PİNK FLOYD BALESİ

PİNK FLOYD BALESİ
16:36 28 Kasım 2010

La Scala Tiyatrosu ve Bale Topluluğu’nun sahneye koyduğu Pink Floyd balesi, 13 şarkıdan oluşan Pink Floyd klasikleri seçkisiyle ve beyazlar içindeki balet ve balerinlerin danslarıyla, bizleri farklı bir atmosfere götürdü. Koreografi gayet başarılıydı. Bale uzmanı değilim. Yüzlerce bale gösterisi de izlemedim. Modern bale derseniz, ona nispeten daha yakınım. Yine de ben bu gösteriyi genel bale standardları içerisinde değil, bağımsız ve kendine özgü bir gösteri olarak değerlendirdim. Müziklerin gücü ve teatralliği, film müziği havası taşıyan Hitchcockvari ürpertici etkisi zaten başarının yüzde altmışını garantiliyordu. Geri kalan yüzde kırk derseniz; balet ve balerinler, koreograf, şarkıların hakkını vermişti. Kıyafetler ve dekor sadeydi. Bu sadeliğe rağmen müzikal akışı tamamlayacak seri hareketler ve uyumlu danslar, gereğinden fazla kıvrak olmayan ruh, rock müziğe uymuştu. Another Brick in The Wall (Duvardaki Diğer Tuğla) şarkısının olmayışına şahsen sevindim çünkü artık o şarkıya çok fazla aşina olmanın getirdiği bir bıkkınlık vardı.
Işıklandırma da gayet başarılıydı. Bazen kostümlerde bir farklılık aradı gözlerim. Yine de sadeliğinde bir zarafet vardı gösterinin.Beğenip beğenmemek çok serbest ve göreceli, fikirler bol. Önyargı ile beğenmek veya önyargı ile beğenmemek mümkün ama gözleri ve algıyı beklentisizce açtığınızda daha fazla keyif alabiliyorsunuz alanınızın çok içinde olmayan bir daldan. Görsel ve işitsel sanatlar da birbirinden çok uzak değil. Epey yakın bile diyebiliriz.
Kendi içimizdeki sinsi duvarları yıkmak ve bizi sıkan varoluşsal dertlerden bir süreliğine de olsa uzaklaşmak için sanatın her türlüsüne imdat çıkışı gibi bakabiliriz. Çok sıkıntılı anlarımda hiçbir yere gitmek istemem. 25 Kasım perşembe akşamı hiç yerimden kıpırdayacak gücüm yok gibiydi. İçim daralıyordu. Beri yandan kendimi evden dışarı atasım vardı. “Böyle bir gösteriyi kaçırma” diyordum kendime. Evden kendimi dışarı attım, Borusan’ı protesto eden epey öfkeli çevreci grubun arasından biraz anksiyete ile geçtim ve Kongre Sarayı’na ulaştım. İyi de etmişim, değdi. Üstelik süre olarak da bir buçuk saat gayet tadında idi. Çok uzun süren show’lar çoğunlukla insanı biraz sıkar. Oysa tadı damağında kalmalı insanın diye düşünürüm hep. Süresi bana gayet makul geldi.
Kısaca bu gösterinin tarihine bakarsak:
60’lı yılların sonunda, küçük bir kızın elindeki plâğı heyecanla babasına götürmesiyle başlayan hikâye, yıllarca kapalı gişe oynayacak bir bale gösterisiyle son buldu. Büyük bir Pink Floyd hayranı olan küçük kızının önerisi üzerine, Roland Petit, ‘Hey You’, ‘Is There Anybody Out There?’, ‘Money’ gibi rock klâsiklerini, solo, düet ve grup danslarına uyarlayarak, eşsiz bir gösteriye imza attı. Kurguladığı baleyi gruba tanıtmak amacıyla İngiltere’ye doğru gemiyle yola çıkan Petit, bir konser sonrasında onlara ulaştı ve projesini anlattı. Pink Floyd’un büyük memnuniyetle kabul ettiği proje, grup üyelerinin kendi önerileri üzerine 1972 yılında Fransa’nın Marsilya kentinde ilk kez, Pink Floyd’un canlı performansıyla seyircilere sunuldu. Her gösteride giderek daha fazla talep alan ‘Pink Floyd Balesi’, prömiyerin başarısını, efsanevî grubun canlı sahnesine bağlayanları mahcup ederek, uluslararası bir gösteri olma unvanını da kazandı. Grubun 13 şarkısını modern ama derinlerinde klâsik tekniklere sahip olan dans hareketleriyle bütünleştiren Petit’nin, 1972’den bu yana genişlettiği eser, La Scala Tiyatrosu Bale Topluluğu tarafından, şimdiye kadarki en uzun hali olan 90 dakikalık bir performansla sergileniyor.

Bu bilgiler ve izlenimler ışığında, gidenlere tebrikler, kaçıranlaraysa bir dahaki sefere kesin gidin demek istiyorum.

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

21 Kasım 2010 Pazar

İstanbul’da Canlı Müzik Kültürü ve Maceralarım

İstanbul’da Canlı Müzik Kültürü ve Maceralarım
BirGün 21 Kasım 2010 Pazar Eki

Onlu yaşlarımı yaşadığım 90’lı yıllarda ve yirmili yaşlarımın başı olan 2000’lerin başında İstanbul’da gece hayatına dair bugünkü kadar çok alternatif seçenek yoktu. Vurgulamak istediğim daha ziyade batıdan beslenen türde canlı müzik çalınan mekanlar. Batı müziğinde rock tarzı sınırlaması vardı. Caz kulübü zaten yoktu ve şu an bile sayıları çok az. Nardis ve Jazz Center aslında epey zamandır var. Aslında benim gece hayatım sıfıra yakındır. Ancak çok ilgilendiğim güzel bir konser olursa dışarı çıkarım. 90’lı yıllarda barlarda, özellikle Kemancı Bar zamanları, gruplara cover yani sevilen yabancı parçaların yorumlarını çalmak dayatılırdı. Yabancı gruplar da ülkemize daha seyrek gelirdi. Şimdilerde birçok alternatif grubun müzik yaptığı ve bestelerini rahatça icra edebildikleri mekanlar bol. Yaratıcı gruplar bu sayede çiçek açmaya başladı. Doksanlarda “Smoke on The Water” dinlemekten bıkmıştık. O zamanların en cazip mekanlarından biri Mojo idi ve Blue Blues Band’i izlemek bir ayrıcalıktı, ne yazık ki izleme şansına erişemedim. Dediğim gibi o dönemi kaçırmaktan değili gece hayatınım az’lığından oldu bu. Shaft, Hayal Kahvesi ve Kemancı doksanlara damgalarını vurdular. Roxy Müzik Kulübü’nün doksanların sonundan itibaren düzenlediği yarışmalarla renk kazanan alternatif sahne, 2000 yılında Roxy’de finale kalmamla benim yaşamımda da önemli bir yer almıştı. Kemancı’da, Hayal Kahvesi’nde de 99 yılında sahne almıştım. Bir kereye mahsustu ama güzeldi.

Peyote adlı mekan, 2000’lerin başında post rock müziğin önemli bir geçidi haline geldi ve çiçeği burnunda grupların veya çok farklı duruşu olan grupların çekirdekten yetiştiği güzel bir sahne sunmaya başladı. O mekanda da Jeff Buckley Gecesi’nde ve The Smiths Gecesi’nde ayrı ayrı yer aldım. Yabancı turistlerle karışık bir dinleyici kitlesi vardı. İnanılmaz keyifli bir seyirci idi, global bir kitleye çalıp daha sonra sakınmadıkları övgülerini dinlemek bir ayrıcalıktı.

Hayal Kahvesi ise saygınlığı ve 92 yılından beri bozmadığı çizgisiyle, kale gibidir. Çizgisini asla bozmadan devam etmiştir. Babylon ve Balans gibi daha yeni mekanların yarattığı rekabet veya çeşitlilik, Hayal Kahvesi’ni olumsuz etkilemedi çünkü Hayal’in çizgisi her zaman belliydi ve kitlesi de sadık bir kitleydi. Sahnesini ve ortamını her zaman samimi bulduğum sıcak bir mekandır Hayal Kahvesi. İşletmecilerinin iyi müziğe değer verdiğini kapıdan girer girmez hissedersiniz. Trendy olsun diye açılan mekanlara benzemez. Tarihi olan bir mekan olarak yeri çok ayrıdır. 6 Aralık Pazartesi günü albümümün ilk konserini solo olarak vereceğim Hayal Kahvesi sahnesinde heyecan beni bekliyor. Umarım bu tatlı ve eğlenceli bir heyecan olur. 2007 senesinde Cem Adrian ile Henry Lee şarkısını düet olarak yorumlamıştık. Videosu, internette de epey insana ulaştı ve bu beni mutlu etti.

Eylülist – Arnavutköy’de de epey keyif aldığım performanslarım oldu. Oradaki kitle biraz daha pop müziğe yönelik olan ama kaliteden ödün vermeyen işler bekleyen, yaş ortalaması yüksek insanlardan oluşuyordu. Kaliteli pop müziğin adresi Arnavutköy’deki Eylülist…
Şimdilerde Nublu ve Mask ayrıca Ghetto gibi mekanlar beni umutlandırıyor.

Beatles Kafe’de 2002 ve 2003 yıllarında tek başıma unplugged çaldığım Cuma gecelerinde, sıcak ambiyansı, duvarlardaki 1960’ların sanatçılarının afişleri, eski plaklar ve Metin bey’in plakları beni çok etkilemişti. Alkol alınmayan bir öğrenci mekanı olarak tam bir kafe idi. Amerika’daki “coffee shop” (kafeterya) daki canlı müzik kültürünün nadir karşılığıydı sanki. Bronx’ta da ilk albüm tanıtımım için sahne almıştım. Şimdi dönüp baktığımda ne kadar çok sahne almışım ve çoğunda yalnız kovboymuşum diyorum. Hepsi de ayrı bir adrenalin ayrı bir keyifti. Üniversite festivallerini de yazarsam yazıya sığmaz. 6 Aralık’ta Beyoğlu Hayal Kahvesi’ndeki solo konserime desteklerinizi bekliyorum.

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

14 Kasım 2010 Pazar

GREENPEACE VE SANAL AKTİVİZM

GREENPEACE VE SANAL AKTİVİZM
15:13 14 Kasım 2010

Greenpeace’in “Seninki Kaç Santim?” sloganlı kampanyasıyla bugün karşılaşanlardan biriyim. Facebook ve Twitter’da hızla paylaşıma sunulan bu kampanyayı ilk Sevin Okyay’ın profilinde gördüm. Epey dikkat çekici bir sloganı vardı üstelik. Bir fare tıklaması ile internetin mucizesi olarak bir balığın avlanmasına engel olmak mümkündü. Daha doğrusu bir tıklama ile balığın bir santimetresini kurtarmak. Kabaca böyle. Ama detaya inmek istersek bu internet mekanizmaları nasıl işliyor henüz o kadar aklım almıyor. Sınır Tanımayan Doktorlar’dan, Gökkuşağı Evlilikleri’ne Evet kampanyalarına, Facebook’ta ‘Causes’ başlığı altındaki kampanyalara katılıp destek olmak mümkün birçok şeye. Sadece bir gruba üye olmuyorsunuz. “Şu kadar kişi topladık” diyerek olmuyor yani. Özel kampanyaları olan internet sitelerine sanal desteğinizle katılıyorsunuz ve bu destek bazen gönüllü para transferiyle bazen siteyi biraz gezmekle mümkün olabiliyor.
Greenpeace’in sayfasından tanıtımını alıntılamak istiyorum:
Greenpeace, Avrupa, Amerika, Asya ve Pasifik’te 40 ülkedeki varlığıyla kâr amacı gütmeyen bir çevre kuruluşudur. 1971’den bu yana dünyanın dört bir yanında çevre katliamlarına karşı güçlü bir mücadele veren Greenpeace, çalışmalarını bağımsız olarak sürdürmek için devletlerden, şirketlerden ya da siyasi partilerden bağış ve sponsorluk kabul etmez; tüm çalışmalarının kaynağını sadece bireylerden aldığı maddi ve manevi destek oluşturur. Greenpeace, gezegenimizi yaşanmaz hale getiren çevre suçlarına şiddet içermeyen doğrudan eylemlerle tanıklık eder ve bunları basın aracılığıyla gündeme getirir.
Greenpeace, bilimsel verilere dayanan kampanyalar yürütür.Çevreye karşı işlenen bir suça tanıklık etmek, kamuoyunun dikkatini çekerek suçu işleyenler üzerinde baskı oluşturmak amacıyla yapılan barışçıl eylemler; sabırla yapılan analizler, raporlar, basın açıklamaları, yetkililerle görüşmeleri içeren tüm çalışmaların ‘vitrini’dir yalnızca... Greenpeace ayrıca, uluslararası anlaşmalara lobi etkinlikleriyle ağırlığını koyan, taslaklar öneren ve kabul ettirebilen az sayıdaki yetkin çevre örgütünden birisidir. Greenpeace’in şu anda 24 ulusal ve 4 bölgesel ofisi ve bu ofislerin yaptığı çalışmaları olanaklı kılan 101 ülkede 2 milyon 800 bin destekçisi vardır. Küresel bir örgüt olarak Greenpeace, dünya üzerindeki en kritik konular üzerinde çalışmalar yürütüyor:
»Okyanuslar ve yaşlı ormanların korunması,
»İklim değişikliğini durdurabilmek için fosil yakıtların kademeli olarak sonlandırılması ve yenilenebilir enerjilerin teşvik edilmesi,
»Nükleer silahlanma ve nükleer kirliliğe son verilmesi,
»Zehirli kimyasalların ortadan kaldırılması,
»Genleri ile oynanmış organizmaların doğaya bırakılmasının önlenmesi.
Eşit fırsatlar aktivizmi Facebook’un en güzel kısmı bence. Bana saçma gelen sanal oyunlardan daha faydalı bir araç oldukları tartışılmaz. Keşke sanal çiftlik yerine bunları daha büyük ilgiyle incelese insanlar… Bu aktivizme dahil ciddi gruplar: (Rastgele ve anonim kurulan gruplar değil, ciddi altyapısı olan gruplar bunlar)

. Global Adalet
. One Kampanyası
. Greenpeace
. 301’e Hayır De!
. Irkçılığı Durdur
. Yunusları Kurtar
. Baba Beni Okula Gönder
. Homofobiye Son Ver
. GDO’ya Hayır
. Global Isınma’yı Durdur
. Eşcinsel Evliliklere Destek Ol

gibi daha birçok aktivist sanal dernek var Facebook’ta. Şiddet ve ırkçılığın, milliyetçilik ve doğa düşmanlığının yükseldiği böylesine materyalist bir çağda, sağduyusu yüksek insanlara ve saydığım gibi hümanist derneklere ihtiyaç artıyor.

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

8 Kasım 2010 Pazartesi

Boğaziçi Üniversitesi’nde Biber Gazı ve Herbie Hancock Belgeseli

Boğaziçi Üniversitesi’nde Biber Gazı ve Herbie Hancock Belgeseli
7 Kasım 2010 Pazar Birgün

En nezih ve en sakin diye bilinen üniversitelerden biridir Boğaziçi Üniversitesi. Olaysız, gürültüsüz patırtısız nezih bir ortamdır. Cuma günü kafa dinlemeye gideyim dedim eski okuluma. Belki hocalarımı da ziyaret ederim diye düşündüm. Yine de asıl hedefim elimde kitabımla manzaraya karşı oturup temiz hava almaktı. Güneş pırıl pırıl parlıyordu. Okulun ana giriş kapısına yaklaştım. Bir de ne göreyim : Etrafta çevik kuvvetler, bir sürü polis aracı ve motorsikleti, siyah arabalar, güvenlik görevlileri, telsizler, endişeyle bakan öğrenciler. İçeri zor girdim. İstanbul Üniversitesi’ni aratmayan bir gün okulumda ilk defa yaşanıyordu. Elbet çok eskiden de yaşanmıştır ama son 20 yıldır bu kadar gergin bir ortam olmadığına eminim bu okulda. Bahçenin arkasından dolaşır ve manzaraya giderim derken oraya geçmeye de izin yoktu. Okula girmekte bile tereddüt etme durumunu ilk defa yaşadım ve inatla günümü bozmamaya karar verdim. Özgürüm ben diye düşünerek içeri adım atarken, güzelim yemyeşil cennet vatanım dediğim okulum, yuvam yani ikinci evim bir tür baskına uğramıştı.

Olayı dramatikleştirmek istemem, başbakan, anlaşılan bir takım açılışlara konuk olarak gelmiş. Benim üzüldüğüm kısmı sonradan öğrendiğim gerçeğiydi hikayenin : Başbakana protesto eylemi yapan öğrencilere biber gazı sıkılmış. IMF olayları olduğu günlerde, tesadüf taksiyle yayınevine şiir kitabım için anlaşma imzalamaya giderken yediğim biber gazının, ikinci evimde ismini bile duyunca tepem attı, moralim bozuldu. Biricik okulumda da huzur kalmamıştı artık. Neyse ki okulumun içini avucumun içi gibi bildiğimden, Mithat Alam Film Merkezi’nin arka yokuşundan kendimi Bebek sahiline inen orman yoluna attım. Vurdum yokuşa kendimi…Öfkeli ve hüzünlüydüm. Öğrencilerin yanına bile yaklaştırmamışlardı. Yamyam muamelesi gören okuldaşlarım için mi üzüleydim, bugün biber gazı sıkan yarın ne yapar acaba diye mi?

Akşam evde Herbie Hancock’un İmkanlar projesini anlatan Dvd’yi izledim. Bu usta caz müzisyeninin birçok modern isimle yaptığı ortak müzik projesinde çok derin bir şeyler vardı. Herbie Hancock, Hiroşima’daki atom bombası faciası ile insanın insana neler yaptığına dair bir anlatım yaparak, müziği dünyaya ve insanlığa bir hizmet olarak sunduğunu, müzisyenden evvel bir insan olduğunu söylüyordu. Müzikal birlikteliklerdeki kooperatif ruh ve müzik sevgisi, neşe, egolardan arınmış paylaşımlar, Annie Lennox ve Raul Midon’un iç yakan performansları bana ilham kaynağı oldular. Çevremde gördüğüm, henüz maymundan insana evrilememiş bazı sözde çalgıcı takımının ömründe ulaşamayacağı bir bilinç vardı bu insanlarda. Çocuk ruhlarını korumuş bir halleri vardı. Elbette imkanların verdiği bir rahatlık diyebilirsiniz buna ama kesinlikle bu adamlar dişleri ve tırnakları ile müzik üretiyorlardı ama en önemlisi kalpleriyle…Miles Davis’in okulundan geçmiş olan Herbie Hancock’un müthiş doğaçlamaları bizleri Caz festivali’nde de mest etmişti.” Caz ve blues nedir ya” diye sayıklayan bazı müzik tüccarları, bu filmi izlerken kendilerinden utanabilirlerdi. İnsaniyet kavramını bile sorgulatan bir belgesel filmdi. İçinde bolca müzik ve dünya barışına, acılardan bile güzeli var etmeyi amaç haline getiren sanatçı olmaya dair güçlü mesajlar vardı.

Budizm’den epey etkilendiğini söylüyordu Hancock. Aslında burada benim için önemli olan hangi dinden etkilendiği değil. Önemli olan etkilendiği şeyin en iyi kısımlarını alıp hayatına uyguluyor oluşu. Müziğin de ortak bir dil olduğu aşikar. Hancock, Afrikalı bir gitaristi yanına alıp ona büyük imkanlar sunmuş çünkü onun müziğine çok inanmış. Müzisyenler asla büyümez ve bu da gereklidir derdim, bu filmde bu düşüncemin doğru olduğunu gördüm. Büyüdükçe insan, risk almayı unutuyor ve güvenli köşesine çekiliyor. Oysa çocuk kalarak, müzikal ve her anlamda yeniliklere açık, ufku-vizyonu geniş, algısı açık biri olmak gerekli.

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

5 Kasım 2010 Cuma

Tek Başına Oynanan El

Tek Başına Oynanan El
31 Ekim 2010 BirGün

Sanat, sırlar odası gibi…Binlerce kapı var üretken ruhun içinde…Açılmayı bekleyen. Çağrılması gereken ilhamlar var. Kapı aralığından bakan. Bugün daha iyi kavrıyorum ki birinden ne kadar ilham alırsanız alın, karşınızdaki kişi yani ilham kaynağınız bunun değerini veya güzelliğini asla sizin kadar kavrayamayacaktır. Hatta hiç anlamayan da olacaktır. Acımasızca ilhamınızı öldürmek istemeleri bile olası. Hele de bunu ilham kaynağınz yapıyorsa vay halinize.Fakat yeteri kadar güçlüyseniz ve bazı şeyleri kendi içinizde çözmüşseniz ilhamları kovalamanın en doğal yolculuk olduğunu anlarsınız. Elbette çok değer verip ilham aldığınız biri varsa ve o sizi anlamadıysa, o değeri sizin verdiğinizi unutmayın. Demek ki içinizde böyle bir değer olgusu, böylesine güçlü bir sevgi var. Buna layık kişi çıkarsa ne mutlu ama çıkmasa bile içinizdeki bu duygu selinin farkına varın ve ne kadar az insanda olduğunu görüp tadını çıkartın.

Bazen başa bela gibi gelir, bu kadar yürekten sevmek, bu kadar özlemek sizi anlamayan birisini. Feci bir yüktür sırtınızda, adeta lanetlenmiş gibi gibi hissedersiniz. Tüm mesele bu hisleri dönüştürebilmektir aslında : Sanata yani yazıya, müziğe, heykele kısacası bir esere dönüştürebilmek. O da olmazsa, hayat dersi alabilmek ve kendi devriminizi tamamlamak mümkündür. Devrimler hiç bitmez ve bitmemelidir gerçi. İçsel devrimler yani bireysel olanları çok mühimdir zira o devrimlerdir sonradan toplumsala dönüşebilen. Sanatçının görevi de burada başlar. Bireysel bir hayalkırıklığından ortaya çiçekler çıkarmak ve onları insanların yaralarına dokunacak şekilde paylaşmaktır amaçlardan biri. İnsanlar empati kurabilir ve aydınlığa çıkmış gibi hissedebilirlerse, bir konserlik bile olsa başarmışsınızdır. Daha da önemlisi siz işinizden memnunsanız yol doğrudur. Görev tamamlandı diyebilirsiniz gönül rahatlığıyla…

Bazen sadece kendi güneşimi görebilmek için giderim ilham perimin yanına. Evet aslında o bir fosildir ama fosilleşen ruhunda uyandırdığım kelebekleri görmek için bile değer yanına gitmeye. Kendi içimdeki kelebekleri kovalatır bana. Maalesef bu dizeleri de yazdırır en sonunda :
FOSİL bir YÜREĞİ SEVMEK
İntihar gibidir bir fosili sevmek Adı baştan konulmuş bir yolculuğun son durağındasınızdır hep Hayatın balını değil zehrini toplamıştır o fosil yüreğinde Kendisine yaklaşan herkes ve herşey potansiyel düşmandır onun için Çünkü zaten kendine düşmandır o Sevmekten utanır Sevilmekten korkar Rezil olmamak ve hayata ilişerek tam hissetmeden yaşamak Güvenlidir onun için… Sevgi saygı görmemiştir ailesinden, çevresinden Tek bildiği sistemin sunduğu statüleri sevmektir. Korunaklı tahtına oturabilmek için tüm hayatını harcamıştır. Hay huy içinde geçti hayatım diye dövünür içten içe Ama oturduğu koltuğa düşkündür O taç ve o plastik koltuk olmadan bir hiç’tir çünkü… Başka birinin gelip de kendisindeki tüm güzellikleri görmesi onu fena şekilde rahatsız eder. Kendisiyle ve seveniyle tanışmak istemez.
Robot gibi yaşamak, Sayborg’un en alası olmak kurtuluşudur. Sayborgdan fosile dönüşmüştür ve kendisine yardım elini uzatandan nefret etmektedir.Kendinden nefret ettiği için kurtulmak istemez. Bir memur olarak yaşamak, ölmek onun işine gelir.
Açlığını duyduğu hazlar ise ne yazık ki en adi olanlarıdır. Asalet nedir bilmez. O yüzden bu kadar muhtaçtır süslü taçlara, koltuklara.Onlarsız bir hiç olduğunu kendisi de bilir ama belli etmez. Karaktersizliğini, koltuğunun arkasına gizler. Beyaz atlı prensini değil beyaz arabalı ruh eşini, sayborgunu bekler. Beyaz Saray yaşamına özenen ve küçük dünyalarında aşka yer bulamayan, sığınakta yaşayan tiplerdendir bu evli çift. Sığınakları da iş yerleridir. Tüm güçlerini gösterip memurluklarını doyasıya yaşadıkları sorgusuz sualsiz, soğuk taşlı binadır, şikayet ederek geldikleri ama vazgeçemedikleri…
Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com