Gökkuşağının altından geçerken...

Gökkuşağının altından geçerken...

5 Kasım 2010 Cuma

Tek Başına Oynanan El

Tek Başına Oynanan El
31 Ekim 2010 BirGün

Sanat, sırlar odası gibi…Binlerce kapı var üretken ruhun içinde…Açılmayı bekleyen. Çağrılması gereken ilhamlar var. Kapı aralığından bakan. Bugün daha iyi kavrıyorum ki birinden ne kadar ilham alırsanız alın, karşınızdaki kişi yani ilham kaynağınız bunun değerini veya güzelliğini asla sizin kadar kavrayamayacaktır. Hatta hiç anlamayan da olacaktır. Acımasızca ilhamınızı öldürmek istemeleri bile olası. Hele de bunu ilham kaynağınz yapıyorsa vay halinize.Fakat yeteri kadar güçlüyseniz ve bazı şeyleri kendi içinizde çözmüşseniz ilhamları kovalamanın en doğal yolculuk olduğunu anlarsınız. Elbette çok değer verip ilham aldığınız biri varsa ve o sizi anlamadıysa, o değeri sizin verdiğinizi unutmayın. Demek ki içinizde böyle bir değer olgusu, böylesine güçlü bir sevgi var. Buna layık kişi çıkarsa ne mutlu ama çıkmasa bile içinizdeki bu duygu selinin farkına varın ve ne kadar az insanda olduğunu görüp tadını çıkartın.

Bazen başa bela gibi gelir, bu kadar yürekten sevmek, bu kadar özlemek sizi anlamayan birisini. Feci bir yüktür sırtınızda, adeta lanetlenmiş gibi gibi hissedersiniz. Tüm mesele bu hisleri dönüştürebilmektir aslında : Sanata yani yazıya, müziğe, heykele kısacası bir esere dönüştürebilmek. O da olmazsa, hayat dersi alabilmek ve kendi devriminizi tamamlamak mümkündür. Devrimler hiç bitmez ve bitmemelidir gerçi. İçsel devrimler yani bireysel olanları çok mühimdir zira o devrimlerdir sonradan toplumsala dönüşebilen. Sanatçının görevi de burada başlar. Bireysel bir hayalkırıklığından ortaya çiçekler çıkarmak ve onları insanların yaralarına dokunacak şekilde paylaşmaktır amaçlardan biri. İnsanlar empati kurabilir ve aydınlığa çıkmış gibi hissedebilirlerse, bir konserlik bile olsa başarmışsınızdır. Daha da önemlisi siz işinizden memnunsanız yol doğrudur. Görev tamamlandı diyebilirsiniz gönül rahatlığıyla…

Bazen sadece kendi güneşimi görebilmek için giderim ilham perimin yanına. Evet aslında o bir fosildir ama fosilleşen ruhunda uyandırdığım kelebekleri görmek için bile değer yanına gitmeye. Kendi içimdeki kelebekleri kovalatır bana. Maalesef bu dizeleri de yazdırır en sonunda :
FOSİL bir YÜREĞİ SEVMEK
İntihar gibidir bir fosili sevmek Adı baştan konulmuş bir yolculuğun son durağındasınızdır hep Hayatın balını değil zehrini toplamıştır o fosil yüreğinde Kendisine yaklaşan herkes ve herşey potansiyel düşmandır onun için Çünkü zaten kendine düşmandır o Sevmekten utanır Sevilmekten korkar Rezil olmamak ve hayata ilişerek tam hissetmeden yaşamak Güvenlidir onun için… Sevgi saygı görmemiştir ailesinden, çevresinden Tek bildiği sistemin sunduğu statüleri sevmektir. Korunaklı tahtına oturabilmek için tüm hayatını harcamıştır. Hay huy içinde geçti hayatım diye dövünür içten içe Ama oturduğu koltuğa düşkündür O taç ve o plastik koltuk olmadan bir hiç’tir çünkü… Başka birinin gelip de kendisindeki tüm güzellikleri görmesi onu fena şekilde rahatsız eder. Kendisiyle ve seveniyle tanışmak istemez.
Robot gibi yaşamak, Sayborg’un en alası olmak kurtuluşudur. Sayborgdan fosile dönüşmüştür ve kendisine yardım elini uzatandan nefret etmektedir.Kendinden nefret ettiği için kurtulmak istemez. Bir memur olarak yaşamak, ölmek onun işine gelir.
Açlığını duyduğu hazlar ise ne yazık ki en adi olanlarıdır. Asalet nedir bilmez. O yüzden bu kadar muhtaçtır süslü taçlara, koltuklara.Onlarsız bir hiç olduğunu kendisi de bilir ama belli etmez. Karaktersizliğini, koltuğunun arkasına gizler. Beyaz atlı prensini değil beyaz arabalı ruh eşini, sayborgunu bekler. Beyaz Saray yaşamına özenen ve küçük dünyalarında aşka yer bulamayan, sığınakta yaşayan tiplerdendir bu evli çift. Sığınakları da iş yerleridir. Tüm güçlerini gösterip memurluklarını doyasıya yaşadıkları sorgusuz sualsiz, soğuk taşlı binadır, şikayet ederek geldikleri ama vazgeçemedikleri…
Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder