Gökkuşağının altından geçerken...

Gökkuşağının altından geçerken...

22 Aralık 2010 Çarşamba

Belki de Yanlış Yer ve Yanlış Zaman…

Belki de Yanlış Yer ve Yanlış Zaman…
5 Aralık 2010 Birgun Pazar Eki

Cılız bir yürek sevdim. Sonrası? Sonrası karanlık bir tünel… Ellerim soğuk. Bekliyorum. Neyi beklediğim muamma…Böyle olması gerek belki de. Avuntu cümleleri mi teslimiyet?
Kendini ararken bir girdaba yakalanan insan mıdır sanatçı? Hangi girdap? Severken sevilmeyen, sevilirken sevmeyen bahtsız kalbin bir haykırışı… Fıldır fıldır dönüyor yeryüzünün bize bıraktıkları… Tek başına dönebilmek bazen güç…Hem güç hem zor anlamında. Severken boşluktaki oyuncakları, yetinirken ve oyalanırken onlarla, aslında istediğimiz tamamlanmaktı. Başarabildik mi? Hayır. Suçlusu ve sorumlusu kim bunun?
Bilemiyoruz. Düzen mi? Kişiliğimiz mi? Sosyolojik ve dönemsel uyuşmazlık mı?
Sonuncusu daha muhtemel. Sosyal ölçütlere uymamak ve dönemin insanı olmamak…
70’lerde bir hipi mahallesinde yaşayan ve şiir gecelerinde şiir okuyan yeni yetme çocuk olmak vardı. Materyalizmin tavan yaptığı bir dönemde, tanıtımı güçlü olanlar ve kırılgan olmayan ruhlar kazandı. Kırılgan ama güçlü olanlarsa daha kalıcı bir şeyin peşinde…
Belki de bu çağa uyum sağlayabilen materyalist insanlar, duygularını bastırabilen insanlar gün geliyor en karanlık kuyulara düşüyor. Kendi iç seslerini dinlemeyi unutmuş insanlığın, uçan kuştaki güzelliği görmeyen insanlığın dışında bir yerde hayat aramak zor olduğu kadar değerli bir uğraş…

1920’lerde modernizme geçişin olduğunu varsaysak bile, bugünkü postmodern çağın ve yalnızlaşmanın önüne geçememek ve varoluşa anlam katmanın iletişimsizlik yüzünden zorlaşması insanı hergün vuran bir darbe gibi…Her insanı aynı yoğunlukta vurmayabiliyor tabii… Kiminde öfke nöbetleri olarak dışarı çıkan yalnızlaşma hisleri, kiminde gözyaşları, kimindeyse kendine verilen zararlar olarak tezahür ediyor.

İnsanın içini kemiren sorular bitmiyor ki. Kendi ülkesinde mutlu olamayan insan dışarıda ne kadar mutlu olabilir? Bunun cevabı yok. Dışarıda da başka varlar ile başka yoklar kesişirken, kendi yuvasını özlememesi mümkün mü bir insanın? Çıkıp gitmek ve geri dönmek…Yolculuk. İnsan ruhunun en doğal arzusu…Bir leylek gibi, uygun mevsimlere doğru kanat açmak ve sonra tekrar dönmek…Bunu yapabilmek bile nedense kabuğunu kırmayı gerektirir oldu. İnsan varoluşunun hafifliği nadir de olsa ziyarete gelir ve o an’lardır işte yaşamanın anlamını hatırlatan an’lar. Çoğunlukla bizi takip eden kara bulutları ve sırtımızdaki o tanımlanamaz manevi yalnızlık yükünü bir türlü üstümüzden atamayız ki…
Ruhumuza güneşin doğduğu ender zamanlar için yaşadığımızı anlar ve kabullenirsek belki de sıfır noktasında durarak, tattığımız her güzelliği bir bonus olarak görebiliriz. Bonus derken kastım, ekstra bir hediye gibi. Sıfır noktası her zaman iyidir. İnsanın hayatındaki her şeyin bir tür rüya olduğunu ve geri kalanın çok da mühim olmadığını vurgulayıp, varoluşun dayanılmaz ağırlığını ve sorumluluğunu biraz olsun üzerimizden alır. Belki de Budist’lerin aradığı da bu.
Sıfır…Hiçlik…Her şey bir sürpriz, bir hediye Budist için…

Zen çocukları derler Beat yazarları. O ruh nasıl bir ruhtur? Aslında bir takım kimyasallar ve otlar ile elde edilen ruh halleri ilgi alanımın dışında. 1960’ların Beatnik’leri yani uçarı yazarları, bazı otların yardımı ile kafayı bulup sürekli bir neşe içerisinde geziyorlarmış. Ecstasy dedikleri madde bu ruh halini sağlıyor olsa gerek. Dediğim gibi, aslolan insanın kendini sanatta ve aşkta var edebilmesi. Sanat derken, herkes sanatçı olacak diye bir şey yok ama uçan kuştaki güzelliği görebilmek de bir sanat oldu bu çağda. Sürekli dikkati dağıtan haber bombardımanı ile dolu bir yapay gündem çağında, bilgisayardan uzak durmanın imkansızlaştırıldığı bu çağda, sahilde yürürken ve gece konser verirken biraz yakalıyorum kendimi…
Not: 6 Aralık Pazartesi günü saat 22:30’da Beyoğlu Hayal Kahvesi konserime desteğinizi bekliyorum…

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder