Gökkuşağının altından geçerken...

Gökkuşağının altından geçerken...

25 Temmuz 2010 Pazar

Sarphan in benimle roportaji

http://jiyan.us/?p=265

Ece Dorsay: “Türkiye’de alternatif denen müzik aslında arabesk esintili rock’tan öteye gidemiyor”
18 Temmuz 2010 17:34 Share this Article


sarphan
Ece Dorsay’ın ilk albümünü dinlediğimde henüz üniversiteye bile gitmeyen, lisenin yakınındaki markette sürekli olarak alternatif müzik albümleri arayan bir velettim. Kasetleri satın aldığım dükkandan kasetsiz çıkmak benim için büyük bir yenilgiydi. Bir şekilde keşfettiğim ilk albümün ardından Ece Dorsay ikinci albümünü çıkardı ve ortalarda daha fazla görünür oldu. KaosGL ve Birgün’de yazılarına devam eden Dorsay’la konuşmak artık kaçınılmaz bir istek halini almıştı….

Sarphan Uzunoğlu: Malum bu aralar birçok gazetede söyleşileriniz yayınlanıyor ve farklı çevrelerden insanlarla bir araya geliyorsunuz. Biliyorsunuz, ben bu söyleşiyi yapmayı en çok da klibi konuşmak için istedim, Ne oldu da Ece Dorsay ilk resmi videosunu farkli bir aşkı içeren bir temayla çekti?

Ece Dorsay: Bence aşk diye sınırlamak da yanlış. Kimisi öyle görür, kimisi hümanist bir dostluk olarak görebilir, kimisi hikaye anlatıcı olduğum için klibin şarkımdan bağımsız olduğunu görebilir. Kısacası gizemli bir klip olsun ve klişelerden uzak olsun istedim.Edebi anlamda insan ilişkilerine hümanist yaklaşan bir klip. Etiketlemek taraftarı değilim.

Albüm sürecinde yanınızda olanlar ya da bu albüm sürecinde emek veya para verenlerin bu seçime bakış açısı ne oldu?

Genelde gayet anlaşıldım diye düşünüyorum beraber çalıştığım insanlar tarafından.


Zaten bütçeyi sağlayan kişi olarak ve üretimin kaynağı olarak kontrol bende oldu ama bedeli çok zorluklar çekmem oldu.

Kadın ve Aileden sorumlu Devlet Bakanı Aliye Kavaf’a ne diyorsunuz? Sizin kendisiyle ilgili bir “hastalık” teşhisiniz var mı?

Polemik yaratan konulara girmek huyum değil ama elbetteki ne eşcinsellik ne biseksüellik ve de herhangi farklı bir seçim hastalık olarak dışlanamaz. İnsan sevgisini içeren her tür aşk neticede bir aşktır. Bunu Antik Yunan’dan Osmanlı’ya her yerde görebiliriz.Sufizm de insan sevgisini ön plana çıkarır. Aşk, din-dil-ırk-cinsiyet tanımaz.

Sizce Türkiye’nin dört bir yanında örgütlenen eşcinselleri linç etmek için bekleyen bir kitle hala var mı? Denildiği gibi bazı şeyleri aştı mı Türkiye?

Eşcinsel kelimesi de sınırlayıcı bana sorarsan.Queer mi desek bilemiyorum. Biseksüel var, travesti var vesaire…. Maalesef insan hakları konusunda çok gerideyiz. Ana akım basında yer almıyor birçok feci olay. Anayasa’da azınlıkları koruyan maddeler yok. Batıda evlenme hakları bile verilmeye başlandı üstelik.

Daha çok müzik konuşmakta fayda mı var zarar mı bilemiyorum; ama aklımda bir soru var: Bir müzisyeni ikinci bir albüm yapmaya iten nedir, hele ki albümlerden çok para kazanılmayan günümüz dünyasında?


Müzik ve sanat para için yapılmaz malum. Elbette emeklerimizin karşılığını almak istiyoruz hepimiz. Müziği bu kadar sevmeseydim çoktan pes etmiştim. Ama tutkuyla sevdiğim işlerin peşinde koştum hep. En verimlisi de bu.

Sonisphere’de Manowar Basçısı “dört büyükler” olarak anılan gruplara isyan etti, sanki Türkiye’de de alternatif müzik türleri ya da pop-rock dünyasında bir tekelleşme durumu var. Size göre Türkiye’de sahneye çıkıp hakkını alamamış isimler kimler?

Maalesef Türkiye’de alternatif denilen müzik aslında arabesk esintili rock’tan öteye gidemiyor. Gerçi artık internet sayesinde bir sürü değişik türk grubu çıkıyor. Elektronik müzik vesaire yapıyorlar ama yine de geniş kitlelere ulaşan medyada yer bulmaları zor oluyor. İlhan İrem nerede diye soruyorum mesela. Öyle insanların şimdi villalarda oturacak kadar birikim sahibi olma hakları var bence. Hayko Cepkin çok daha iyi yerlere gelecektir. Redd grubu da öyle. Kendi adıma da, daha iyi yerlerde olmayı hakettiğime yürekten inanıyorum.

Sizle ilgili sözlüklerdeki yorumlara bakınca garip ve yapmacık hayranlık ifadeleri yerine eleştiriler ya da olumlu kimi tespitlerle karşılaştım. Dinleyici sizin için nasıl bir şeydir, kimdir?

Zaten iyi olan veya kendi ekolünü yaratan cesur işlerde normal tepki bu galiba : nefret veya büyük bir sevgi. Ortası yok. Bence olmamuş gibi sığ yorumlar yazan bazıları ile gizli takipçiler gibi geliyor bana. Genelde müzik üzerinden değil, alışık olmadıkları şablonlara uymayan ses rengim ve giyim stilim üzerinden saldırı var. Benim dinleyicim sahiden araştıran, meraklı , sağduylulu ve klişelerden sıkılmış zeki bir dinleyici.

Cenk Taner’in bir sözü var: “Kesmeşeker dinleyicisi kaç değildir, kimdir” diyor. Sizin sizi ya da yaptığınız müzik türünü dinleyenler için bir sözünüz var mı?

Dediğim gibi benim dinleyicim gerçekten seçici müzik konusunda ve klişelerden bunalmış farklı müziklere açık bir kesim. En önemlisi de sağduyulu ve duyarlı insanlara hitap ettiğimi tespit ettim. Cenk Taner çok güzel söylemiş : Kantite değil kalite önemli yani kafa sayısına göre başarı değil kafa yapısına göre başarı ölçülmeli.

Size bir şans versek ve yarın gazeteleri açtığınızda üç isim hiçbir şekilde yer almayacak, bunlar dünya sahnesinden silinecek desek kimleri seçerdiniz ya da bu seçimi yapar mıydınız? Memnun musunuz, memnun değil misiniz olup bitenden?

Seri üretim maalesef 60′ların analog ruhunu öldürdü. Televizyonda çabuk tüketilen bir sürü yabancı/türk grup görüyoruz.. Şu silinecek bu silinecek demem hoş olmaz. Amerikan rock piyasasında çiklet gibi
ortaya çıkan teen-age ruhlu gruplar çabuk siliniyor. MTV’nin cilaladığı sahte rock yapan gruplar veya ülkemizde iyice suyu çıkmış arabesk rock türünü samimi olmadan taklit eden gruplar sönebiliyor.

Dev bir bütçeniz olsa ve Türkiye’de bir müzik festivali organize etme şansına erişseniz bunu nerede ve niçin yapardınız? Kimleri çağırırdınız?

Öteki lerin haklarını savunan ve her tür düşünceye, özellikle kadınların şablon dışı olabilmelerine olanak veren feminist bir festival düzenlerdim. Annie Lennox, eğer hayatta olsaydı Nina Simone, Skin,Umay Umay gibi cesur ve duyarlı kadınları çağırırdım.

Hazır festivallerden bahsetmişken sorayım. Herhangi bir konser ya da festival var mı ufukta? Dahası müzik festivallerine katılıyor musunuz, yoksa siz de müziği bireysel bir mevzu olarak görenlerden misiniz?

Konsere aç bir insanım. Ama her hafta çalarsanız memuriyete dönüşebiliyor. Araya doğaçlama veya farklı yorumlar eklemek şart oluyor tabii. Foça Rock Tatili’ne yetişemedim ama eylül’e doğru Taksim de Hayal Kahvesi veya Ghetto gibi mekanlarda konserler olabilir, mekan isimleri kesin olmamakla birlikte Taksim ve sonbahar durumu kesin.

Müzik türleri hiyerarşisi yaratmak faşizmdir

Müzik türleri hiyerarşisi yaratmak faşizmdir


Tartışmalar bitmiyor : Arabesk nedir ne değildir, klasik müzik ile kıyaslanır mı? Tüm bunların cevabı aslında çok zor değil. Müzik tarzları birbiriyle kıyaslanamaz. Müzik tarzsı dışında, bir de o müziğin kültürü ve yarattığı alt kültürler ve türler vardır. Ne bir arabesk uzmanıyım ne de bir klasik müzik uzmanı. O yüzden bu iki konuda da taraf tutup ahkam kesmeyeceğim. Tek anlamadığm şey Miles Davis’in veya Louis Armstrong’un cümlesini niye kafamıza sokamıyoruz? Der ki üstad : Ben müziği iki türe ayırırım : iyi müzik ve kötü müzik. Müziği, teknik ustalığa kısıtlamak zaten büyük bir hata çünkü müziğin yarattığı veya doğduğu kültürü görmezden gelmek demek. Harlem sokaklarında siyahilerin başkaldırısından doğan rap müziği küçümsemek de bir o kadar saçma. Teknik ustalığı tartışılır ama blues ve türkü gibi formlar dahi halk kültüründen doğmuştur ve en ilkel şekliyle başlayıp en iyi örneklere kadar gitmişlerdir.

Müzik türlerinin kıyaslaması ve hiyerarşisi, dünya üzerinde yapılabilecek en saçma iştir.
Popülize edilmiş ve içi boşaltılmış örnekleri her türde vardır. Aynı şekilde her tür müziğin sağlam örnekleri de mevcuttur. İki kere iki dörttür yani. Bu kadar polemik haline getirmeye gerek yok. Basitçe örneklemem gerekirse en sevdiğim tarz olan rock veya folk türünde, vasat bir sanatçıyı dinleyeceğime, rap müzikte çok yetkin bir ismi dinlemeyi elbet tercih edebilirim.
Her türün en iyi örneklerine kulağım ve kalbim açıktır.

Üstelik zengin bir kültürden geliyoruz. Dünyaya öfkemiz varken arabesk bir şarkı açıp, hüzünlüyken bir türkü çağırıp, isyankarken rock dinleyebilecek kadar çeşitlilik var içimizde. Her ne kdar reddetsek de içimize atılmış tohumları var birçok tarzın. Lakin zorla sentez yapmak ve bunu ticari amaçla yapmak kabul edilemez. Gerçekten içine sindirerek yapmak zaten kendini belli eder. İçime sinmeyen bir iş asla yapmam. İçime sinerse her tür senteze varım. Bu kadar basit.


Kargayı beslerken Konan Kuş

Hayatta bazen birine bin tane iyilik yaparsınız ve karşılığında gözünüz oyulur. Çok üzülür ve çok yıpranırsınız. Ama bazen bu başınıza gelenler size bir dersten öte olur. Karşınıza öyle bir insan çıkar ki size hiç beklemediğiniz güzellikleri sunar, iyilikleri yapar. Belki de Karma dedikleri şey sahiden var. Bir yere yöneltilen iyi niyet bambaşka bir yerden geri dönebiliyor.
Aynı şekilde olmasa bile…Veya parçalar halinde farklı insanlardan geliyor bu güzelliklerin karşılığı… İşlerin açılması bile işaret olabiliyor. Ben bu tür denklemlere inanmakta ısrarcıyım. Bizim kattığımız manalar bile olsa boşlukta sallanmaktan iyidir anlam katmak. Başta bir olaya çok üzülseniz de hayatın kendi planları ve çizgisi bir şekilde yol gösteriyor.
Çarpa çarpa öğrenmek her daim var ama karşımıza çıkan iyi insanları görebilmek de bir yetenek ve öğrenilen bir şey aslında. Çoğu insan birbirini göremiyor ve an’ın değerini kalbine kazıyamıyor.

Bir sürü dostum uzaklarda…Buradan hepsine selam olsun. Belki de bu mesafeleri aşmamız bizlerin bağını sağlam ve değerli kılıyor. İstanbul insanı hep erteleme modunda. Dost olup da bir senedir görüşemediğim İstanbul’lular varken, Ankaralı, İzmirli dostlarımla daha fazla görüşmüş olmam da mesafelerin aşılabildiğine bir gösterge…Dostluklar sonsuza dek yaşasın… Gerisine güven olmuyor çünkü…

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

Tony Bennett Esintisi ve Caz Festivali…

Tony Bennett Esintisi ve Caz Festivali…


Caz festivali’nde birçok güzel konser oluyor. Bazılarına caz denemese de renk katıyorlar ve daha geniş kitlelerin ilgisini çekiyorlar. Örneğin Seal’i çok merak ediyorum. Sahiden sevdiğim bir isim. Evvelki senelerde Rufus Wainwright ve Antony and The Johnsons gibi ozanlar da festivalde yer almışlardı. Bu gece Grace Jones konseri var. Aslında Tony Bennett konserinin atmosferini, sanatçının sadece yaşı gereği değil ama yarattığı o dingin, huzurlu, başka dümyalara götüren masalsı sesi gereği Leonard Cohen konserindeki atmosfere benzettim. İkisi de birbirinden farklı sanatçılar ve konserler ama az rastladığımız o dingin ve romantik atmosferi bu iki konserde de buldum.

1926 doğumlu, American Songbook’da yer almış bu çınar ağacı gibi sanatçının, sahnedeki deneyimi ve rahatlığı sürpriz değildi. Yaşına rağmen, step dansları ve kızıyla yaptığı düetler eğlenceli bir hava da estirdi. Türlü dizide ve filmde sesine, şarkılarına aşina olmuşuzdur. Sahne arkasında fotoğraf çekilmek de ayrı bir sürpriz oldu benim için. Taşlarda oturup geç alınmış biletimle izlerim diyordum ki kendimi gazeteciler ve müzik yazarlarının arasında Tony ile fotoğraf çektirirken buldum. Çok tuhaf bir masaydı : Sezen Cumhur Önal’dan Hıncal Uluç’a, ;Yavuz Baydar’dan Kerem Görsev’e birbirinden çok farklı kişilikler aynı masa etrafındaydı. Ben Sevin Okyay ile sohbete daldım. Müzik sevgisi ve samimiyeti, içtenliği ile bana cesaret verdi : “Sen bir besteci ve yorumcusun fotoğraf çektirmekten çekinme” dedi.
Yoksa kenarda oturmayı planlıyordum.

Geçen gece de Lisa Ekdahl adlı İsveçli, Grammy ödüllü genç kadın şarkıcıyı izlemeye gittim. Norah Jones’u vasat bulurken Lisa bence müsamere şarkıcısı gibiydi. Yaptığı şirinlikler ve orkestranın yaratıcılığı bile genç şarkıcıyı düzlüğe çıkaramadı. Sarışın, ufak tefek, şirin ve biraz naif gözükmek kadınlarda çok prim yapıyor. Caz klasiklerini kendine özgü sesiyle söyleyerek ilgi çekse de, sesinin birçok yerde yetmediğini gördük ve neden Björk’ün başarısı şarkı söyleyemeyenleri bu kadar cesaretlendirdi dedik. Grammy ödüllerinin reklamın etkisinde kalan bir kurum olduğuna inanıyorum uzun zamandan beri. Tıpkı Oskar gibi.

Kısacası, Seal varken, Tony Bennett varken, bu konser hoş bir sedadan öteye gidemedi ruhumda. Bir kez daha, isminiz yabancı bir isim olduğunda ve Grammy gibi bir etiketiniz olduğunda insanların sizi ayakta bile izleyebileceğini gördük. “Hepiniz bir rüya gibisiniz” tarzında sürekli tekrarladığı banal sözleri ve şirine tavırları bile insanın içine fenalıklar getiriyordu. Bir ara etrafımda uyuklayan birini bile gördüm. Çok etkilenenler de oldu ki bu da kulaktan kulağa yayılan şehir efsanelerini seven bir toplum olduğumuza gösterge.

Umarım Seal hayalkırıklığına uğratmaz çünkü sahiden hayran olunası bir sesi ve şarkıları var. Büyük bir isim. Caz festivali’nde yer alması tartışılabilir ama yine de güzel bir renk olduğunu düşünüyorum. Grace Jones’dan bile daha çok merak ediyorum diyebilirim kendisini. Hatta rahatlıkla diyebilirim bunu.Ufak yaşta sesiyle her birimizi etkilemiş bir adam Seal. Sadece Crazy – Çılgın adlı şarkısı bile yeterli. Alanis Morrisette, bu şarkıyı yorumlayıp bir de marjinal bir klip çekmişti. Güzel klipti.

Benim en büyük üzüntüm, Antony and The Johnsons konserini kaçırmış olmamdır. O zamanlar henüz keşfetmemiştim kendilerini. Şan tiyatrosu’nda verdikleri konser eminim muazzamdı. Lütfen tekrar getirin onları diye buradan festival yetkililerine duyurmuş olalım.

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

22 Temmuz 2010 Perşembe

Ginsberg Dobralığında Bir Sesleniş Denemesi : Sanal ve Rumuzlu "Kutsal" Fasistlere

Ete Buda saldıran,
ağzından salyalar akan, üreten değil tüketen,
rumuz arkasında saklanan, korkak ve yıkıcı beyinler,
isim cisim delisi, soyad beyinli,
iftira üreticisi,şablon denizinde yüzen
farkı farketme engelli,
fotokopi makinesi fikirli,
makinanın dişlisine karşı durduğunu zanneden,
oysa hedefsiz anarşizm görüntüsü altında aç köpekten farksız,
cici ve uyumlu kızları yücelten, kadına bayan diye hitap eden,
kendi farkından korkmayan az biraz sivri sanatçıyı ve devrimini
kimlik kartı üzerinden sığca topa tutan,
duyarlı ve vicdanlı kalmış hücrelerini playstation oynarken yakmış,
herşeyi şekil şemal ve isim üzerinden yorumlayan,
sağduyu yoksunu, yıkıcı embesiller,
Aslında sizler ;
Zarafetle süzülen, ötede duran birbirinden farklı renklerin değerini
hunharca saldırılarınızla dolaylı olarak vurgulamış oldunuz, istemeden de olsa.
bilinçsizlikten doğan faşizminiz ve fütursuz söylemlerinizle..
önyargılardan oluşturduğunuz ve aslında kendinizi hapsettiğiniz kalın ve kişiliksiz taş duvarlarınızla...

Ece Dorsay

Temmuz 2010

12 Temmuz 2010 Pazartesi

Kaç kişiydik o zaman…Bodrum, Bodrum…
Birgun 11 Temmuz 2010 Pazar

Bembeyaz ve çatısız tek katlı yazlık evlerin büyüsüne kapılalı en az on yıl olmuştur. Artık o evler otellere dönüştü ve katları biri geçti… Uzun ve kumlu sahiller denizin her sene daha da yükselmesiyle daraldı… Güzelliklerin zamanla sönmesi doğanın bir kuralı belki ama insanların bu süreci hızlandırması doğaya aykırı elbet. Bugün dev dalgaların arasına atmak istedim kendimi. Rüzgara sarılmak istedim. Plajda sürekli çalan dmm tsss müziklerin kirliliğinden arınmak istedim. Issız bir sahil keşfetmek istedim ama nereye baksam bir otel, bir tatil köyü, bir gürültü tufanı vardı. Bağrışan çocuklardan biri olmak belki daha iyiydi ama zamanı geçmişti artık. İstanbul’da yağan yağmurun rüzgar olarak Bodrum’a göz kırpışını izledim.

Turgutreis’te henüz o görkemli ve modern Marina yokken, Bodrum’un merkezine inme heveslisiyken bir grup arkadaşımız vardı. Hesapsız kitapsız sadece an’ı yaşayan bir grup yeni yetme insandık. Şimdilerde tüm anıları geride bırakmış ve bu insanların ismini bile unutmak üzereyiz. Aklımıza bile gelmeyecek ortamlarda karşılaşınca bir yabancıya selam verir gibi tebessüm ediyoruz. Kiminin bebeği olmuş, kimi işinde yükselmiş. Herkes ne kadar da değişmiş derken ben de değişenlerden biri miyim acaba diye sormadan edemiyor insan…
Tek bildiğim, içimdeki çocuk hala aynı şeylere hevesli : deniz, güneş, balık, uyku ve İstanbul’da bıraktığım gitarımı çalmak… Tuzlu ve serin denizin tekrar hayata döndürücü etkisi, kuru gürültü gibi kirli müzikleri ve yüzmeyi bilmeyen insan kalabalığını bile aşıyor.

İstanbul’un yarı fiyatına yiyebileceğiniz mezeler ve deniz ürünleri, denizden babam çıksa yerim gibi komik bir cümlenin gerçekliğine uyandırıyor. Doğa, her zaman cömert… Yeter ki değerini bilelim. İlk albümle Bodrum Fm’e konuk olduğum günün üzerinden 8 sene geçmiş ve şimdi telefonla Trt Fm’e bağlanıyorum. Kırmızı Karanlık eşliğinde. Güzel… Manalı bir zaman köprüsü…

Bir de Zerrin abla var ki bahsetmeden geçemem. İncik boncukları adeta bir sanat eseri gibi işleyen ve bin türlü aksesuar yaratan, hayatın sıkıntısını ve Bodrum’da tek başına ayakta durmaya çalışan bir kadın esnaf olmanın can derdini, okuduğu birbirinden güzel kitaplarla örten, harbi bir kadın…Köşemi hiç kaçırmadan okuyor olması ve şiir kitabımı heryerde araması yani bana bu kadar değer vermesi, kendisinin ne kadar hayata bağlı ve sahici bir dost olduğunu göstermez mi? Aynı şehirdeki bazı arkadaşlar bile takip etmezken…Ki ben kendisinden bunları bile beklemem zaten varlığı ve dayanma gücüyle bir kahramandır gözümde.

Diğer esnaflara benzemez, bir sanatkardır Zerrin ablam… Yüzündeki her kırışıklık, hayata bağlılığının bir göstergesidir… Kadıkalesi’ne yolunuz düşerse Armonia plajının hemen yanında Zero adlı ufacık tezgahında Zerrin ablayı bir roman okurken veya kınadan dövme yaparken görebilirsiniz.

1993 senesinden beri nerdeyse her yaz kokusunu ruhuma çektiğim Kadıkalesi’ni her tür kirlenişine rağmen seviyorum. Anılar ve aile dostu masalardan yükselen kahkahalar mazide kalmış olsa da gönlümde her zaman yerlerini koruyacaklar. Diskolar değil aile saadeti oldu beni buraya çeken. Bir de ilk flört anısı var tabii…

Kaç kişiydik o zaman bak kaç kişi kaldı şimdi….Bodrum, Bodrum…
Bu dizeler bir türlü eskimiyor, günler eskise de güzel şarkılar hep aynı tazelikte kalıyor.
Denizin dalgaları gibi ruhuma çarpıyor ve ufukta batan güneşin yarın tekrar doğacağına inandırıyor….

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

REKLAM MI KLİP Mİ DEVRİM Mİ? SİNEMASKOP RÜYALAR…

REKLAM MI KLİP Mİ DEVRİM Mİ? SİNEMASKOP RÜYALAR…
14:22 04 Temmuz 2010

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

Reklamlar, filmler, diziler, video klipler…Görselliğin had safhada olduğu bir devirde yaşıyoruz. Bir şarkıyı kendi hayalgücümüzle süslemeye yatkın beynimiz ve algılarımız, video klipteki etkiye öyle bir alıştırılmış ki; bazı şarkıların klip ile daha güzel olabileceğine, bazısının da klip ile büyüsünü kaybedebileceğine tanık olmuşuz. Aslında çok yaşanır: Bir şarkıyı en sade şekliyle yansıtan klip vardır. Bir şarkıyı daha da üst perdeye taşıyan ve yükselten klip vardır. Bir de şarkıyı boğan ve büyüsünü bozan, ufkunu daraltan klip vardır. Eski nesil sanırım her klibin şarkıyı boğduğuna inanmakta ısrarcı olabilir. Bizim nesil halen seçici davranarak ortada kalmış haldedir. Yeni nesil yani 90 doğumlular ve onlara yakın 80 sonrası nesil klipsiz şarkı hayal edebilir mi, işte bu soruyu onlara yöneltmek lazım.
İmaj bombardımanının her kareyi boğduğu bu çağda, konsantrasyon yani odaklanma süresi kısalmış, dikkati çabuk dağılan nesiller yetiştiriyoruz belki de istemeden. Bağımsız filmlerin meşhur Alman yönetmeni Wim Wenders der ki; “Fazla görüntü, görüntüyü boğar.” Demek istediği şudur aslında: Bir fotoğraf karesine yani tek bir poza baktığımızda onu uzunca inceleme şansına erişiriz ve binlerce imge yaratır beynimiz. Tek bir kareye bakarken bir sürü detaya ve ışık oyununa odaklanır ve aşina oluruz. O tek karenin içerisindeki sanatsal öğeleri analiz etme ve keyfine varma şansına erişiriz çünkü göze bu zamanı verir fotoğraf. Video ise farklı bir durum. Karelerin ilerleyişinin ağırlığı veya hızına göre gözün ve beynin tepkileri değişir. Hızla geçen karelere akışık bir beyin, ağır tempoda sıkılır, bunalır. Çoğumuzun yaşadığı gibi…
Yalnızca radyoya alışmış bir insan düşünün. Çocukluğumda yaptığım gibi, radyonun başında saatlerce oturup sevdiği şarkıları hayaller kurarak dinleyen bir insanın kafasında yarattığı dünya hiçbir filmle ve kliple kıyaslanamaz. Sinemadan, klipten, reklamdan beslenebilir bir beyin ama kendi hayalgücü ve gece gördüğü rüyalar o kadar kendine özgü ve sıra dışıdır ki hiçbir teknolojinin yeniden yaratamayacağı bir iç dünyaya sahiptir insan beyni.
Görüntü bombardımanı bizi sersemletse de kendi hayalgücümüze yer açmak için bazen ekrandan uzak durmak iyi olabilir. Bazen sinemanın bile insanın biricik yaşam deneyimleri kadar güçlü olmadığına inanırım. En güzel aşk hikâyenizi düşleyin. Kafanızda binlerce anlam yüklediğiniz o kadını veya adamı hayal edin. Aşıkken dünyayı nasıl algıladığınızı hatırlayın. Hiçbir filmin aynı adrenalini yaratmadığını iddia ediyorum. Belki gerçekten aşık olmamışlar veya tutkuyla yaşamamışlar bu inancımı reddedebilirler. Ama sahiden hayalgücü ve rüyalara yürekten inananlar, hiçbir görsel sanatın insan beyninin kalitesine ulaşamayacağını öngörebilir.
Gerçek anlamda ilk profesyonel klibimin heyecanı bana bu yazıyı yazdırdı. Her şey çok tadında oldu kanaatindeyim. Şarkıyı boğmayan ve doğallığından ödün vermemiş bir performans ve araya sıkıştırılmış tatlı bir hikâye. Kalpte yaşanılanlar ve şarkıyı yazdıranlar bambaşka yüzler ve kişilikler olsa da, klibin amacına ulaştığını düşünüyorum çünkü zaten her dinleyen kendi manasını yükleyecek şarkıya. Dolayısıyla klip de şarkıyı boğmayacak şekilde tasarlandı. Görsel sanatlara heyecan duyuyorum, müzik kadar olmasa da…Sebebiyse, çizgi romanlar çizen/üreten bir çocuktum ve karelerin önemini, bir planın ne kadar çok şey anlatabileceğini, polaroid karesinin gücünü daha ufakken sezmiştim. Belçika ekolü çizgi romanlarimı karıştırırken de bu işin ciddiyetinin, sanatsallığının farkındaydım.
Ama görsel sanatlarda bile, kalemin kağıda değdiği üretimlere daha yakın hissettim kendimi… Tamamen teknoloji kurgusallığından uzak kaldım. Photoshop yerine elimle çizdim ki halen günlük tarzı yazılarımı deftere yazmayı seviyorum… Sinemaskop rüyalar…