Gökkuşağının altından geçerken...

Gökkuşağının altından geçerken...

25 Şubat 2011 Cuma

Peyote’den Bir Gece Çaldık (Metis Ajandası ve bizden Gökkuşağı Kitapları)

Peyote’den Bir Gece Çaldık (Metis Ajandası ve bizden Gökkuşağı Kitapları)
27 Şubat 2011 BirGun Pazar Eki

23 Şubat Peyote konserime bir sürü antibiyotikle zar zor düzelmiş halimle gittim. Sesim biraz grip sesi gibiydi hafif ve o yüzden sahnede oluruna bıraktım her şeyi. Galiba tam da her şeyi oluruna bıraktığım için en iyi performanslarımdan birini verdim, kendime şaşırdım. Keşke kamera olsaydı. Sahne düzenimi de sadeleştirince her şey daha iyi yürüdü. Gitara efekt gerekebilir onun dışında bu sade setup ile çok iyi yürüdü konser. Şarkı sırasında da titizlenip beste ile cover yani yorumları serpiştirdim böylece Türkçe İngilizce karma bir liste oldu.Gecenin başlarında bir tenhalık vardı epey moralim bozuktu.Ama İstanbul gecelerinde hiçbir zaman belli olmuyor. Çok zarif bir dinleyicim geldi, beni facebook’tan da takip eden. İki adet albümümü imzalattı. Sonra Twitter’dan bildiğin bir dinleyicim iki arkadaşıyla geldi. Biraz ferahladım. Bir süre sonra yabancı-türk karışık bir insan kalabalığı oluştu. Full kapasite dolu demesek de bir Çarşamba akşamı ve bir maç akşamı için iyiydi nerdeyse yarısı doldu. Alt kattaki Hayvansaray konseri bitince de performansın sonlarına doğru ekstra gelenler oldu.

Natalie Portman adlı çok bayıldığım, gizemli yüze sahip oyuncunun Black Swan – Siyah Kuğu adlı filmini çok merak ediyorum. Çok boyutlu ve karmaşık insan psikolojisini ve bugünün rekabetçi şartlarını analiz eden filmleri merakla izliyorum genelde. Tamamen aksiyona veya polisiye öykülere dayalı filmlerden hayta bayat aşk hikayelerinden ziyade,
aşkı ve insan ilişkilerini çok farklı bir açıdan bize sunan filmlere heyecan duyuyorum.

Elimde, Nezih Kitabevi tarafından yasaklanan ve zar zor Remzi Kitabevi’nden sipariş ile getirttiğim Metis Yayıları’nın 2011 Ajandası var. Irkçılığa, ayrımcılığa ve nefret suçlarına karşı yazıyor kapağında. Renkli renkli eller uzanmış grafikte ve avuçların içinde kalp işaretleri var. Çok güzel bir grafik tasarım ve çok sade ama manalı bir kapak. Ajandanın içinde bir mini sözlük var. Homofobiden soykırıma, ayrımcılığa dair birçok kelimenin anlamı açıklanmış. Ayrımcılık çeşitleri ve türleri de kategori halinde anlatılmış. Bu kadar ufak bir ajandanın (avuç kadar) bu kadar önemli bilgiyi sığdırabilmesi başlı başına bir başarı. Konular ise çağımızın belaları yani işlenmesi cesaret isteyen konular. Ayrımcılık ajandası’nın bir kitabevi tarafından ayrımcılığa uğraması ise tam bir trajikomedi.

Nefret söylemlerinin etrafı doldurduğu bir ortamda böyle barışçıl ve bilgilendirici bir ajanda neden yasaklanır ben anlamıyorum doğrusu. Yoksa herkes farklı mı okuyor bazı şeyleri? Bu daha mümkün. Bir de kendi çıkarları doğrultusunda yayınlar görmek isteyenler olabilir. O zaman neden yasaklandığı da anlaşılabilir. Yine de ben anlamıyorum belki de anlamak istemiyorum. Ne yapıp edin bu ajandayı edinin derim.

Elimde halen tümünü okumaya vakit bulamadığım kitaplar var. Bunlardan biri Murat Renay’dan Söylenmeyen. Epey büyük bir cesaretle böyle bir kitap oluşturmuş ama kendi yüzünü gizleyerek. Neden olmasın, eski çağlarda da kimliğini bile belli etmeden kitaplar yazarlardı, özellikle kadın yazarlar. Önemli olan böyle bir kitabın çıkmış olması ve fikirlerin yayılması. Gökkuşağı kitaplardan merak ettiğim bir diğeri Çağlar Yerlikaya’nın kitabı. Fotoğrafları Umay umay çekmiş. Kitabın ismi hoş : Fişini Sen mi Çektin Rüyalarımın?

Bu devirde kitap bastırmak zor iken, şiir kitabından söz etmiyorum bile. Benim şiir kitabım Mor Rüya şu an yayınevsiz kaldı çünkü yayınevi kapandı. Bahtı ilk albümüm gibi olmasın. Mücadele edip tüm ilk işlerimi tekrar bastırmam gerektiğine uyanıyorum. Evet mücadeleye devam…

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

Tıkandığım Anlardan Biri

Tıkandığım Anlardan Biri
20 Şubat 2011 BirGun Pazar Eki

Tıkandığım anlardan biri…Gerçekten bu hafta ne yazsam diye çok düşündüm.
Bir romandan mı bahsetsem, bir albümü mü yazsam, kültür/sanat konularının dışına çıkıp gündemde olan biten hakkında ahkam mı kessem diye…
Bunların hiçbiri cazip gelmedi. Blog tadında yazmak ve kendim dahil okuyanları ferahlatmak istedim. Belki bir iç döküştür bu.

En sevmediğim mevsimdeyiz : Kış mevsimi. Gerçi kışın, karlı bir havada doğmuşum ama bu mevsime bir türlü alışamadım. Soğuğu sevmediğim için herhalde. Soğuk insanları da sevmiyorum. Daha doğrusu, rol kesen insanları. Bir parça samimiyet arar bu ruh. Ama nerde? Öyle bir çağda değiliz ki. Müziğin Migros’luk olduğu, sevgi gösterilerinin sokak köpeği gibi kapı dışarı edildiği bir çağdayız dolayısıyla ayakta kalmak bir o kadar zor.

Televizyona, DVD’lere ve kitaplara sığınsak da bazen bir dokunuş, gerçek bir nefes hissetmek istiyor insan. Sosyal paylaşım alanları, bir tür lunapark eğlencesi katsa da bu soğuk kış günlerine, yine de insanın “gerçek” bir iletişime olan açlığını bastırmaya yetmiyor.

Fizik tedavi ve üzerine gribal haller derken biraz tükenmiş haldeyim. Belki bugün kafanızı ütülemem ve kısa keserim cümlelerimi. Tek sebebi de gribal halim. Affola. Her hafta yazmak gerçek bir sorumluluk ve bunu yerine getirmek bazen telaşa düşürebiliyor.

Nabokov’un iki kere sinemaya uyarlanmış Lolita adlı romanını bilir misiniz?
Epey anarşist bir aşkı anlatır. Aslında apolitik olmakla suçlanmıştır Nabokov bu romanı yüzünden oysa bana sorarsanız bu da politik bir konudur. Düzenle alakalıdır. Düzenin dayattığı aile kavramı ve sınırlar ile ilişkilendirilebilir. Duvarları yıkan bir romandır.
Ahlak bekçilerimiz bu roman hakkında kimbilir ne safsatalar yazarlardı.
En muhteşem eserler, en sıra dışı olan ve sorular sordurandır.

Nabokov’un Lolita romanını aklıma ne getirdi tahmin edin? Aysel Gürel.
Diyeceksiniz ne ilgisi var : Aysel Gürel’in deliliğinin altında yatan zekası bana bu romanı hatırlattı. Aysel Gürel, en sıra dışı kadınlardan biriydi bu ülkedeki. Belki tam anlaşılmadı.
Belki en yoğun hislerinin bedelini yalnızlığıyla ödedi. Beni acıtan da bu : Bu çağ, apaçık sevgiyi ve şeffaf, yoğun aşkı kaldırmıyor. Bir yerde duvarlar örülüyor gene. Ne yaparsanız yapın nafile. Her zaman bir önlem, bir geri duruş, bir kendini kollama, bir hor görme var insanlarda… Fazla sevgi göstermek haram adeta. Bu acı gerçeği, paramparça ola ola öğrendim ama Ortaçgil diyor ya : Bu su hiç durmaz.

“Belki birgün” diye diye geçer hayat. Belki de bir umuttur yaşatan insanı klişesi doğru.
Varış noktası yok belki ama ruha dokunanlar yanınızda da olsaydı güzel olurdu.
Kolay değil. Karamsar olmak istemiyorum ve yazarak, müzik yaparak iyileşebilirim ancak.
Sanatçının elinden bu gelir ancak. Modern taktikler, bana göre değil.

Önümüzde barajlar var dostlar ama bu su hiç durmaz, hiç durmamalı da zaten.
23 Şubat’ta Peyote – Nevizade deki konserime beklerim saat 22:30 gibi.
Bu yazı böyle dağınık ama içten oldu diye düşünüyorum, halsizliğime verin.
İmza : Yorgun ama umutlu sanatçı

Gary Moore ve Blues Gitaristleri

Gary Moore ve Blues Gitaristleri
13 Şubat 2011 BirGUn PAzar Eki

Gary Moore’un 58 yaşında iken ve sağlıklı biri olduğu bilinirken; aniden ölümü birçok müzik severi üzdü. Still Got The Blues, en bilinen parçasıydı. Benim için Eric Clapton veya Stevie Ray Vaughan kadar etkileyici olmasa da mühim bir gitaristti. Jimi Hendrix ile kıyaslamıyorum bile çünkü Jimi dahiyane ve özgün bir gitaristti. Blues türünde, farklı şeyler çalmak genelde zordur çünkü kalıpları çok belli bir müzik türüdür. Bu sebepten sınırları biraz zorlayan gitaristlere hep hayran olurum. Gary Moore’un çok fazla sınırları zorladığını söyleyemem ama Johnny Lang adlı genç müzisyen hem şarkıcılığı hem gitaristliği ile beni daha fazla etkiler. Sanırım Gary Moore’un besteciliği, şarkıcılığı ve gitaristliği bir bütündü. Eserleriyle çok haşır neşir olamadım çünkü sahiden aklımı ve kalbimi çelen başka blues müzisyenleri oldu.

2000 senesinde yayınlanan ilk demo şarkımda, rahmetli blues gitaristimiz Yavuz Çetin solo gitarı çalmıştı. 21 yaşımdaydım ve bu benim için büyük bir şanstı. Tutkuların Peşinde ve Umut ve Korku Yolu adlı parçalarımda çaldı ve bu parçalar Virüs adlı stüdyoda kaydedildi. Davulda Serkan Ayman ve bas gitarda Oya Erkaya vardı. Yavuz Çetin’in besteciliği, vokalistliği ve gitaristliği takdire değerdi. Bu ülke sınırlarında, gitarına daha hakim ve saf bir blues çalan başka bir gitarist ben tanımadım. İntiharı, bazı haberlerde Türkiye’nin Gary Moore’u öldü başlığı ile verilmişti oysa Yavuz Çetin, tamamen kendine özgü ve kimseye benzetilmeye ihtiyaç duymayacak bir besteci/vokalist ve gitaristti.

Biraz da alıntıyla Blues tarihi : “Robert Johnson’un taa 1920’lerde yarattığı blues türü, eski hapishane kayıtlarından oluşuyordu. 40’lı yıllara gelindiğinde Muddy Waters, Howling Wolf, Little Walter ve Willie Dixon gibi isimleri henüz duyulmamış müzisyenler geçimlerini barlarda çalarak sağlıyorlardı.. 1943 yılında Chicago’da Muddy Waters, Detroit’de de John Lee Hooker, müzik kariyerlerinin en büyük adımlarını atıyorlardı. Gelişen teknoloji ile birlikte blues etkisi de günden güne artıyor, yeni müzisyenlerin ortaya çıkmasıyla tüm Amerika’ya dalga halinde yayılıyordu. Bu dalgaya jump, boogie veya rhythm & blues diyenler de vardı. Fakat kim ne derse desin, tek bir şey kesindi, kimse geriye bakmıyordu. Artık müzik alanında gelişim ve yeni keşiflerin yapılma zamanıydı.

Yıl 1967 ve yer Monterey Pop Festivali, California. The Jimi Hendrix Experience sahne alıyor ve unutulmaz bir müzik ziyafeti çekiyordu tüm seyredenlere. Bu konser, Hendrix için hayatında yeni bir baslangıç ve kendini ispat etme şansıydı. O da bu şansı iyi kullanıyor, beyaz Fender Stratocaster gitarıyla blues’un gücünü tüm dünyaya haykırıyordu. O güne kadar rastlanmamış gitar teknigi, performansı ile gösterisine son noktayı koyuyordu Jimi. Gitarı tüm izleyicilerin önünde alevler içinde kalıyor ve gitarini blues ateşinin emrine sunuyordu. Blues sevgisinin kolay kolay sönmeyeceğini ispat ediyordu.”

Elbette yerimiz dar. Ancak tüm bu temel bilgiler ışığında diyebiliriz ki blues türü ve blues gitaristliği, temellerini oluşturduğu rock müzik gibi asla eskimeyecek bir tür. Her ne kadar armonik bazda kısıtlı bir alanda (pentatonik gamlar ağırlıklı) olduğu düşünülse de, epey ufuk açıcı müzisyenler hep var olacak ve bu türün ufkunu genişletecekler.

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

6 Şubat 2011 Pazar

Rock mu Pop mu? Belki de Folk…

Rock mu Pop mu? Belki de Folk…
6 Şubat 2011 BirGun Pazar Eki

Bülent Ortaçgil’in uzun süredir bahsedilen SEN adlı albümünü yeni dinleyebildim.
Nihayet. Tam hayalimdeki sound. Orkestrasyonlar ve akustik gitar ön planda.
Vokal ile birlikte. Lüzumsuz ve göz boyayan enstrüman yok. Adeta bir sahilde çıplak ayak yürür gibisiniz. Kapak tasarımı da öyle. Sade, engin. En etkileyici kısmı ise şarkı sözleri yine…Öylesine bilge ve öylesine derin ki, bir felsefe kitabı okumuş kadar oluyorsunuz.

Yaşama sanatı kitaplarından alacağınıza Ortaçgil’in Sen albümünü dinleyin derim.
Bu karanlık ve sıkıntılı dönemde, taze bir nefes gibi geliyor ruha. Hayatı çok güzel demlemiş Ortaçgil. Çok derin ve güzel dersler çıkarmış. Bu ülkede sahiden sound ve söz olarak en örnek alınası insan Bülent Ortaçgil benim için. Sentez gibi artık sıkan uğraşlara da girmiyor. Duru melodileri yine folk etkilenimli. Batıda da güzel örnekleri olan bu tür müziği bağrıma bastım hep. Rock mu folk mu deseler bir çırpıda folk derim. Akustik gitarın sesini her şeyden daha çok seviyorum küçük yaştan beri. Elektrik gitar sadece akustiğin süsü olur. Gerçek bir bestecinin can damarı piyano veya akustik gitardır genelde.

Nilüfer’in 12 düetten oluşan albümü bugünlerde çıktı. Henüz elime geçmedi tabii. Daha albüm çıkmadan rock ve pop uzlaşması olur mu tartışmaları sardı Twitter’ı.
Müzik yazarı Naim Dilmener, yeni sound’lar şart ve böyle bir pop divasının artık geleceği rock müzikte görmesi çok olumlu, çok cesurca dedi. Daha da ileri giderek rock müziğin, pop müzikten daha üstün bir müzik olduğunu beyan etti. Tabii her zamanki gibi bu cesur çıkışıyla tepkiler de aldı. Ben ayakta alkışladım çünkü rock müziğin tüm dünya için daha taze ve yeni şeyler söyleyebilecek güçte bir müzik olduğu aşikar. Elbette müzik türlerinin hiyerarşisi olmaz. Hiçbir türü, diğerinden üstün tutmam sadece her tarzın iyisi kötüsü vardır ama burada Dilmener’in parmak bastığı nokta, pop müziğin kendini tekrarlamaya doğru gittiğiydi ki çok anlaşılır ve kabul edilebilir bir iddia, bana sorarsanız.

Sonuç olarak ben bu tür projelere ve rock müziğin ana akımda popülize olmasına karşı hiç değilim. Tek derdim, rock kelimesinin içi boşaltılmasın. Muhalif rock müzisyeni ile cilalı pop rock yapan müzisyen birbirinden ayırt edilebilsin. Artık rock türü, tüm dünyada ana akım gruplarla ve MTV yüzünden 60’lardaki muhalifliğini yitirdi. Folk veya arabesk gibi bambaşka türlerde bile daha muhalif sanatçıların olduğunu söylerken haklı, müzik yazarı Murat Meriç.

Yine de rock müziğin her zaman bir tazeliği olduğunu ve yeni söylemlere açık bir müzik olduğunu, özellikle Türk müzik piyasasına heyecan kattığını yadsıyamayız.
Rock müzikte elitizmden bahseden oldu. Aslında iyi aile çocuğu da rock yapabilir ki The Clash gibi bir punk grubunun solisti meşhur Joe Strummer bile iyi aileden gelmiş ama sahip olduklarını reddedip zor yolu seçmiştir. Sokaktan gelen de rock yapabilir. Burada bir sınırlama yapmak, dünyadaki en saçma ve özgürlük düşmanı faşist hareket olurdu.

İKSV salon’da olan konserler ve İF gibi film festivaleri, insanın yüreğine su serpebilir.
Gündemde olan bitenlere bakınca, neden kültür sanat işleriyle daha fazla ilgilendiğimi anlıyorum. Öylesine duyarsız ve maço bir köşe yazarı güruhu var ki, genç yaşta ölen bir TV starının ardından bile olur olmaz laflar ederek, insan haklarına sığmayan çirkinlikte davranış sergileyebiliyorlar. Tüm bu rezaletin orta yerinde, köşedeki zarif saksı olmak veya bahçedeki ulu çınar olmak istemek çok onurlu geliyor artık : Bülent Ortaçgil gibi, Sevin Okyay gibi, Yıldırım Türker gibi, Naim Dilmener gibi…

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com