Gökkuşağının altından geçerken...

Gökkuşağının altından geçerken...

15 Mayıs 2011 Pazar

Eurovizyon 2011 : Hezimet mi, Ders mi?

Eurovizyon 2011 : Hezimet mi, Ders mi?
15 Mayıs 2011 BirGun Pazar Eki


Her ne kadar önemsemesem de, Eurovizyon yarışması, bu sene ülkemiz açısından epey talihsiz sonuçlandı. Yarı finale bile kalamadık. Aslına bakarsanız, Eurovizyona uygun cilalı rock besteleri furyasından ben bile -bir rock sever olmama rağmen- soğumaya başlamıştım ve ruhum Timur Selçuk bestesi olan Bana Bana türevi orkestral şarkıları özlemeye başlamıştı.

Yüksek Sadakat’in Live it Up parçası ile ilgili bolca yorum yapıldı. Sex Pistols’un bir şarkısından çalıntı dendi, kimi çok beğendi, kimi nefret etti. Ben şahsen bu şarkıya karşı pek bir heyecan hissedemedim. Nefret de etmedim ama vasat geldi bana. Belki de şarkıyı kimin söylediği de çok mühimdir ve Eurovizyonda karizma/imaj denilen başa dert şeyin önemi burada ortaya çıkıyor. Yüksek Sadakat, belki yaş ortalaması olarak rock ruhunu taze bir şekilde yansıtamadı. Diyeceksiniz ki, Rolling Stones gibi ihtiyar gruplar da var, hala ateş gibi çalan ama öyle gruplar çok nadir ve nadide’dir zaten. O yüzden bu kadar kalıcı olmuşlardır. Yüksek Sadakat, başarısız asla değil ama şahsen bana ve birçok arkadaşıma, duruş/tavır ve söylem olarak pek yeni geldiklerini söyleyemem. Bu kadar çabuk elenmeyi hak etmiyorlardı, orası kesin.

Kısacası, böyle bir hezimetten sonra grubun arkasından tef çalanları da anlamıyorum.
Böylesi bir düşmanlık, çekememezlik ve kendi ülkenden çıkan gruba öfkeye ne gerek var?
Dediğim gibi bence asıl mesele şarkıda değil, grubun yaptığı müzik türünün yaş ortalamasıyla çelişmesi (dediğim gibi dünyadaki sayılı başarılı ihtiyar rock gruplarını, istisna olarak görüyorum.) ve bunun imajlarına, tavırlarına yansımasıydı. Rock’ta olgunluk gerekli ama fazlası da proje gibi samimiyetsiz durabiliyor.

Bundan sonra, TRT, Eurovizyona yollayacağı grupları damdan düşer gibi mi seçer yoksa ön eleme yapar mı eskisi gibi, yaparsa kimler katılmaya cesaret edebilir, tüm bunlar da ayrı bir tartışma konusu sanırım. Müzik sektörümüz, rock müziği “yeniden” keşfetmesi ve cilalamasıyla, aranjörlerimiz/prodüktörlerimiz de ön plana çıkma şehvetleriyle zaten müzik piyasamıza darbe vurdular. Mabel Matiz gibi hakiki bir ismin ortaya çıkışı ise ayrı bir yazı konusu. Arafta adlı parçanın demosunu, internette ilk dinlediğimde zaten ruhuma kaynar sular dökülmüş gibi olmuştum. Albüm henüz yeni çıktı o yüzden daha edinemedim ama ilk video ve şarkı muazzam.Özlediğimiz sahiciliği ve vuruculuğu, belki Mabel bize geri getirir.

IKSV Salon’daki konserlerden en fazla heyecanlandığım Hooverphonic konseri. JCS Jazz Center’da ise Victor Wooten’ı kaçırmak istemiyorum. Şaka gibi ama ülkemize artık nerdeyse herkes geliyor. Efes Pilsen One Love festivalinde Manic Street Preachers ve Maçka parkında Amy Winehouse konserleri acilen bilet almam gerekenlerden. Marianne Faithfull’un tekrar geleceğini de biliyoruz Mayısta ve ona bilet kalmamış olabilir. Babylon’da izlemiştim ama doyamadım elbet.

Epey inişli çıkışlı bir ay geçirdim. En azından, çıkışlar gerçekten inişleri unutturacak düzeydeydi. İzmir konserim mesela. Istanbul’dakilere kıyasla çok daha güzel geçti.
Bu sene bel fıtığı, 20 yaş dişimin çekilmesi ve dikişi ardından trafik kazası atlattım. Belaları Üç’ledik. Bundan sonra baharın gelmesi temennimiz. Dünyanın düzenini de mahvettik gibime geliyor. Aynı müzik sektörü gibi çığırından çıkmış mevsimler yaşıyoruz. Bahar ile kış birbirine karışmış vaziyette.

Dileğim, müzik sektörü silkelensin, İlhan İrem gibi özlediğimiz isimler geri dönsün, Mabel Matiz sahiciliğinde isimler fazlalaşsın, yurdumda konser/canlı müzik kültürü ve algısı gelişsin, sanal alem insanları zindana kapatmasın ama özgürce devrimine devam etsin.

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder