Gökkuşağının altından geçerken...

Gökkuşağının altından geçerken...

24 Ağustos 2011 Çarşamba

Canım İzmir ve dahası…

Canım İzmir ve dahası…
21 Ağustos Pazar 2011 BirGun Pazar Eki

İzmir’den ayağımın tozuyla dün döndüm. Yaklaşık bir buçuk aydır evimden uzaktaydım. Önce Bodrum sonra İzmir , Çeşme, Çandarlı…Nisan ayında da konser vermek için İzmir’e gitmiştim. Zaten İzmir ile en güçlü bağım o sırada başladı. Bios’taki ilk İzmir konserim ile. Temmuz ayında tekrar İzmir’ e gittim. Gidiş o gidiş. Bir türlü dönemedim. En yakın dostumun orada yaşıyor olması ve Foça’daki Rock-a festivali bir yana, Konak Pier, Kızlarağası Han gibi büyülü şehir mekanlarında uzun vakit geçirdim. Çeşme’de zar zor bir pansiyon bulup, sağda solda gezindim. Monk barda canlı caz müzik dinledim.

İzmir’in şehir merkezi benim için ayrı bir önem taşıyor. Alsancak’ta Sevinç Pastanesi’nde oturmak, Asansör adlı kuleye çıkıp (Dario Moreno sokağı ve Enrico Macias heykeli var) tüm şehir manzarasını izlemek, İnciraltı gibi enfes bir yerden geçerken palmiyeler ve dev orman alanlarıyla dolu deniz kıyısını görmek…Beni en çok Konak Pier ve Kızlarağası Han etkiledi ama…Konak Pier’den günbatımı, çalan Fransızca şarkılar, denizin üstüne iskemle koymuş oturuyor gibi engin bir sonsuzlukta hissetmek… Kızlarağası Han’da, fincanda pişen türk kahvemi içtim ve yanında renkli lokumları yedim. Fasıl heyeti geziniyordu, çok keyifliydi. Üst kata çıktım, eski sahaflar ve antikacılar çarşısı vardı. Matara İlgi Evi adlı bir plak dükkanı keşfettim. İkinci el 45’likler, plaklar, nerdeyse 10 bine yakın plak varmış. Özkan ile epey sohbet ettik. Plak kapaklarına bakmak bile çok eğlenceliydi. Alt kattaki antikacıdan kırmızı bir chopper motorsiklet biblosu aldım. Bakırcı Osman lakaplı, Cahit Berkay’a benzeyen, girer girmez bana Carol King plağını gösteren, hippie ruhlu çok iyi bir adamcağızdı. Yan dükkanı işleten eşiyle de tanıştım. Vedat Sakman’ın da yakın dostuymuş. Eve döndüğümde, biblo elime ulaştı mı diye telefon bile açtı. Misafirliğe çağırdı birgün. İzmir’de kendimi nerdeyse Kaliforniya kadar modern, bol palmiyeli ve enfes kıyı şeritli bir şehir görünümünde ama insanların hala birbirine içten selam verdiği mahalle ruhunu koruyan sımsıcak bir kasabada hissettim.

Güzelbahçe’de dev kalamarlar yedik. Dünyadaki en ucuz balık yeme yöntemi burada adeta… Restoranın kapısında satılan deniz ürünlerini seçiyorsunuz ve alıp ödüyorsunuz. İster gidip evde yiyorsunuz, ister restoranda pişirtip yiyorsunuz. Restoran’ın kazancı ise yediğiniz mezelerden oluyor. Her yerde bulabileceğiniz balık pişiricileri ise tam bir Ege kentinde olduğunuzu vurguluyor. Balıktan alınan keyif, hiçbir yerde yok.

Tatilimi uzun filan tutmadım çünkü aslında bu bir tatil değildi benim gözümde… Hem içsel hem dışsal bir yolculuktu. Kendime yolculuk, kendimle yolculuk, kalbime ve dost kalplere yolculuk… Evden uzak, çantamla beraber yaşama hissi…Bomboş bir pansiyon odasında tek başıma kalmanın ağırlığını da yaşadım, bana çalınan kimi şarkılarla da coştum, bir yanlış anlama ile yıkılmanın meteor etkisini de yaşadım… Gerçekten değerli izler de bıraktım ve kalbimde o izleri taşıdım. Tüm bunlar olurken bazen yanımda dostum oldu ama genelde tek başıma yüzleştim.

Bu yolculuk bana, korkulara ve engellere rağmen evden hatta aslında kişisel sınırlarımızdan uzaklaşıp yeni bir şehri yani bilinmeyeni keşfetmeyi, yeni güzelliklere adım atma cesaretini göstermeyi öğretti. Sevgimde zaten cesurdum. Coğrafik anlamda da cesur olmak, bilmediğim yerlere tek başıma gidip sora sora adresleri bulmak, otobüslerden otobüslere gezmek bana çok şey kattı. 4 ay Londra’da yalnız yaşamıştım ama güneyde tek başıma gezmek, konser vermek, yeni dostlar edinmek değerli oldu benim için. Kalbimin yarısı İzmir’de kaldı. Şehrin denizle olan yakın ilişkisi ve insanlarının sıcaklığı belki benim de kalbimle gördüklerimdi. Belki böyle bir yolculuğa ihtiyacım vardı ama her şeyin bir başlangıç olduğunu hissediyorum. Yeni kararlarım için bu gezi bana bir liman oldu ve güç verdi. Risk almadan yeni kararlar alınmıyor. Eski alışkanlıkları bırakmak en zoru ama en büyük başarı da aynı zamanda…

Ece Dorsay

ecedorsay@yahoo.com

Rock-a Festivali’nde Güzel Ruhlar

Rock-a Festivali’nde Güzel Ruhlar
14 Ağustos Pazar 2011 BirGun Pazar Eki

5 Ağustos Cuma gecesi 1:00’da Rock-a Fest’te sahne alacağımı öğrendiğimde, gecenin geç vakti açık havada sahne almanın çok büyülü olacağını düşünmüştüm ve yanılmadım. Uzun süredir İzmir’de olduğum için yakın dostumun akrabasından ödünç bir elektrik gitar aldım. 3 baykuş ahbap beni ve dostumu festivale mini-van’a benzeyen rahat bir araçla götürdüler. Ne kadar teşekkür etsem az’dır. İzmirdesanat.org web sitesinden Emrah Atik, Mert Ataol ve Yaman Kocasinan gerçekten bir konser ekibi olabilecek kadar profesyonel kimlikte insanlar. Hem gerçek dostlar hem gerçek yardımseverler olmaları da ayrı bir keyif kattı yola. Tozu dumana katarak Eski Foça’ya doğru yol aldık.
Gökte yıldızların çok yakından göründüğü bir geceydi. Bu sefer Groovebox’um olmadan sadece gitar ve vokal olarak sahne almaya karar verdim. İyi ki de öyle yapmışım. Delice esen rüzgara rağmen, mandallarla nota sehpasına tutturduğum defterimin uçmasına, gözlerimi sürekli örten saçlarımın önümü görmeme engel olmasına, toza toprağa, kısıtlı imkanlara rağmen, mükemmel bir seyirci ile buluşmanın keyfini yaşadım. Şarkılarımı ezbere söyleyenler, Kırmızı Karanlık’ı tekrar çalmamı isteyenler, dünyanın çeşitli ülkelerinden gelmiş turistler, hippie’ler, Barışarock’u aratmayan bilinçli dinleyiciler, penamı isteyen biri, konser sonunda sahne yanına gelip : “Tüm cinsiyetleri aşan bir sesiniz var” diyen uzun saçlı genç adam, tüm bunlar kalbimde unutulmaz izler bıraktı. Janis Joplin çalmamı isteyen biri oldu. Henry Lee yorumu çalmamı isteyen de oldu. Amy Winehouse’dan No Good adlı parçayı cover’ladım, yorumladım. Dostum Seçil Demirel’i sahneye davet edip son şarkılarda, fırtınadan deli gibi uçuşan sayfaları tutması için yardım istedim. Gerçek bir dost diye seslendim ona mikrofondan. Gerçek bir dost. Bana böyle bir dostu hediye eden İzmir’i seviyorum.
Kesmeşeker’den sonra sahne alarak Cuma konserlerinin kapanışını yapmak güzel oldu. Yolda başımıza gelen aksilikler ve kazalar bile tatlı birer hatıra olarak kaldı. Eski Foça’dan çıkarken karanlıkta yola atlayan dört adet yaban domuzuna çarpmamak için ani fren yaptık ve bir tanesinin tüyleri havada uçuştu. Havada uçuşanları et parçası sanarak dehşete kapıldık ama en çok da aracımız sürüklenecek diye panikledik. Neyse ki domuzun yara almadan kurtulduğunu öğrendik. Gece, Eski Foça’da karakola gittik çünkü arabanın plakası domuzla beraber kayıptı.
Eski Foça sokaklarında dolaşırken önümüzden geçen taksideki dört genç Ece diye tezahürat yaptılar. Gerçek üstü bir rüyada sandım kendimi. Bir çorbacıya girip karnımızı doyurduk. Sabaha karşı 6 gibi bizi Çandarlı’ya bıraktılar yani oraya ancak vardık. Bu sırada arabada kahkahalar gırla gidiyordu. Yol Dj’i ben oldum ve çeşitli CD’ler seçerek yol müziklerimizi hazırladım. Gün doğarken halen yollarda gidiyorduk. Harika bir manzaraydı. Arabayı kenara çekip, Çandarlı kıyılarına yaklaşan yunusları izledik. Nadir görülecek bir olaydı.
Kısacası, hem seyirci kitlesi olarak hem de yeni dostluklar kurmak anlamında, unutulmaz bir festivaldi. Belki de yaptığım ve karşılıksız kaldığını düşündüğüm tüm güzelliklerin, bir şekilde bana (bambaşka ve beklenmedik bir yerden) geri dönüşünü yaşadım o gece…

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com




Uzansam Parıltılarına…

Uzansam Parıltılarına…
7 Ağustos 2011 BirGun Pazar Eki

Sigara paketi duruyor masada… Elim gidiyor ama bağımlısı olmadığımı biliyorum o yüzden yeltenmiyorum alıp yakmaya. Bazen yakıyorum bir tane…Nadiren… Kalp de söz dinlese ve bıraksa gerekmeyeni, ağır geleni, boğanı olduğu yerde…Hayır, illa gömüyor kendi derinliğine tüm dalgaları ve tekrar hortlatıyor bilinmeyen karanlıkları. Yakamoz gibi yanıp sönen, bir kendi halinde duran bir coşan parıltıların gösterdiği dönemeçli yolda ilerliyor yüreğin kendisi. Saçlarımı olduğu gibi bırakıp, buruşuk tişörtümle çıkıyorum yolculuğa. Bilmediğim yolda günbatımını izliyorum otobüsten. Unutulmayacak bir yol hatırası. Tek başıma olmamın verdiği ürkeklik ama özgürlük duygusu, güzel anılar biriktirince zafer duygusuna dönüşüyor. Bilinmezliği yenmenin ve her birini hatıralara çevirmenin sonsuz coşkusuna dönüşüyor eski ürkek hislerim…

Labirent dediğimiz o karmaşık yapı aslında güzel bahçelere çıkabiliyor bazen. Her ne kadar, sürekli koridorlara mahkum olsak da, ara sıra ulaştığımız yerler için değiyor dolanmaya, bilinmeyen karanlıklarda…Hem içerde hem dışarıda, karmakarışık bir labirentin varlığı…
Evine dönmeyi henüz istemeyen bir gezgin olmak ruhumu hafifletirken bazen hayatımı düzeltme isteği ve azmi verdi bana. Symrna yollarında sürekli bir otobüs yolculuğu…One Love Festivali ardından Bodrum oradan İzmir ve ardından Çeşme. İzmir ile Çeşme arası gidip gelmeler. Dünya keyiflisi ve adrenalin dolu Cumartesi’ler…Tek başınalık bir yandan, içimdeki renkler bir yandan, mucizevi karşılaşmalar, karşılıklı gülüşmeler ve şakalaşmalar bir yandan…Gizem dolu yolculuğun orta yerindeki gezgin bir ruhun dostluk halleri, sevgi halleri, aşık halleri…

Bar taburesinde, votkaları yuvarlarken, müziğin renkli hallerine kaptırıyorum kendimi… Portakallı votka ardından elmalı votka içmek ve bardaki insanların türlü hallerini gözlemleyen sessizlikte olmak. Sigara otlandığın genç kadınla kahkaha atmak ve sonra barda çalışan Brezilya’lı dünya iyisi bir ruh ile ahbaplık etmek. Yapayalnız, pansiyondaki çatı katı odanda dönüp durmak ve mesajlarına bakmak. Uykulu gözler, karmaşık sözler, hülyalı günler…

Klişe bir bar sahnesi de değil aslında bu. Tek başına yolculuğun duraklarında eşlik edilen ahbaplar, dostlar, duygular, anılar… Bu şehri seviyorum : İzmir’i. Tahammül edilmesi zor nem oranına rağmen. Belki bir dosttur beni buraya bağlayan, belki Ege denizi, belki insanlarının sıcaklığı, belki huzur veren durgun hali…İstanbul’u hala özlemedim…
İnsanları özlesem de kaotik şehrimi özlemedim.

5 Ağustos Cuma gecesi 1:00’da Rock-a Fest’te solo olarak sahne almış olacağım. 3 gün süren festivalde birçok alternatif ve rock’a dair isim var : Kesmeşeker, Bandista, Eski Bando, Başıbozuk, KırkbinSinek,Red House, MisPis vesaire…Bugün Eski Foça’ya doğru yola çıkıyoruz. İzmirde sanat ekibi Emrah Atik ve arkadaşlarıyla. Sağolsunlar sohbetleri ile renk kattılar geçen gün toplandığımızda. Babylon Aya Yorgi’de de epey eğlendik. Aya Yorgi koyu zaten ayrı bir güzel…Türkuaz rengi bir deniz. Altun Yunus koyundaki Boyalık sahili de incecik kumlarıyla nefis bir sahil. Bolca müzik istiyorsanız Aya Yorgi sahilindeki mekanlar daha uygun.

Teoman, müziği bıraktığını ilan etmiş. İlk duyuşta pek inandırıcı gelmez bana böyle kararlar ama piyasa koşullarının, yerini en belirginleştirmiş müzisyeni bile ne kadar yıprattığı ortada. Tam olarak bana hitap etmedi hiçbir zaman ama bu ülkede kendime nispete yakın bulduğum nadir sanatçılardan biri. Bana hitap eden tarafı, zampara veya bar serserisi olan tarafı değil. Daha ziyade; melankolik, varoluşçu, hüzne aşık, yaşama tutkusu olan, buruk ama incelikli tarafı. Sanıyorum ki bu kararı, uzun veya kısa vadede değişir. Bir ozan/müzisyen, dinleyicisinden kolay kolay kopamaz.

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

1 Ağustos 2011 Pazartesi

Soul’un Melankoli Kraliçesi Bizi Sarstı ve Terketti…

Soul’un Melankoli Kraliçesi Bizi Sarstı ve Terketti…
31 Temmuz 2011 BirGun Pazar Eki

Güçlü kontralto vokalleri, kendine özgü duruşu, 60’ların ve 70’lerin R&B ruhunu yeniden hortlatan muazzam karizması, ayaküstü bile nefis tonlamalarla ve yorumlarla bülbül gibi şarkı söyleyebilen doğal yeteneği, çelimsiz fiziksel görünümünün de yansıttığı kırılgan ifadesi ruhlarda öyle bir yer etti ki, Amy Winehouse’un kaybı, müzik dünyasında Janis Joplin kadar mühim ve acı bir yetenek kaybı oldu. Bize bıraktığı müthiş eserler bir yana, çıkması muhtemel albümünün de bir şekilde basılması taraftarıyım. Elbet üzerinden para kazanmaya çalışan kurtlar, kirli oyunlarına devam edip birçok ürününü satabilirler. Bu da sinirlerimizi epey bozacaktır ama zaten Türkiye konserinin iptaliyle, internetten izlediğim Sırbistan konseri görüntüleri, menejerlerinin ve çevresindekilerin onu nasıl sömürdüğünü göstermişti bana. Twitter’a o tarihlerde : Menejerleri Amy’nin bu hale düşmesine nasıl göz yumuyor diye isyan etmiştim. Bariz olan, saf yeteneğe zerre değer vermeyen çıkarcı kapitalist düzenin ve kolu olan müzik sektörünün saf yetenekten ibaret bir yıldız olan Amy’i sömürüp yuttuğu… Saf derken; gerçekten müzik sektöründe şişirilerek bir yerlere gelen yapmacık yeteneklerden çok ayrı bir yerde durduğunu kastediyorum. Kendi kulvarını yaratmış, sahici bir yıldızdı.

Tabloid dedikleri magazin basınına her zaman malzeme olan hayatıyla ilgilenmedim. Beni ilgilendiren yeteneği ve sesiydi. Yok yere yıpratıldığını görmek mümkündü. 27 yaşında yaşamını yitiren yıldızlar kervanına katıldı : Jimi Hendrix, Jim Morrison, Janis Joplin, Kurt Cobain ve Amy Winehouse… Genç kaybettiklerimizden muazzam yetenekler Jeff Buckley ve Nick Drake de var. Ürkütücü bir tesadüf gibi dursa da aslında açıklayıcı sosyolojik durumlar da var. Müzisyenliklerine ve hayatlarına baktığım zaman hepsinde benzer kırılganlığı, ruhsal değişkenlikleri (genelde manik depresif durumlar), müziği bir varoluş biçimi olarak ifade edişi, dahiyane yeteneği, özgünlüğü, emsalsizliği görüyorum. Bu da beni üzüyor ve ürkütüyor. Kapitalist sistemin, önce dev ışıklarla aydınlatıp sonra büyük baskı uyguladığı, umarsızca sömürdüğü , çiklet gibi çiğneyip attığı pırlanta gibi değerli ve nadide yeteneklerdi hepsi.
Bu yazıyı yazarken canım yanıyor. “Su testisi kırıldı” veya “akıllı değildi” gibi abuk sabuk, sığ, düzen yalakası yorumlar yapan şişirme pop yıldızları(mız) kendilerinden utanmalılar.

Uyuşturucu ve alkol kullanımları ortak yönleri belki…Fakat kimse ahlak bekçisi kesilip de ruh hallerinin haritasını çıkaramaz. Neden bunu seçtiklerini de açıklayamaz çünkü kimse bir diğerinin hayatını bilemez ve bilemeyeceği için de yargılayamaz. Hayatının her saniyesini bilse bile ruh halini çözemez. Sanatçı dediğin, en basidinden, sokaktaki sıradan adamdan daha duyarlıdır. Sosyal duyarlılık veya kişisel duyarlılık ama sonuçta duyarlıdır işte. Sevgi, aşk, insan ilişkileri, dostluklar, samimiyet, dürüstlük konusunda; bir firmanın CEO’sundan bin kat daha duyarlıdır. Ne yazık ki bu sistem, kafası avukat gibi çalışan, kısa vadeli pragmatik hedefleri olan, muhalif olmak nedir bilmeyen, sığ insanları kucaklıyor. Amy Winehouse’un etrafında onu koruyabilecek bir kişi bile bulunmaması çok acı…Bunca şöhret, sanatçıyı daha da yalnızlaştırıyor demek ki… Kaçmak istedikleri ve sık sık çatıştıkları sistemin bir kuklası olduklarını fark etmeleri de ruhlarında yara açıyor olabilir ama bence en büyük sebep sevgisiz bir dünyada yaşıyor oluşumuz. Aile, dost, aşk ilişkilerinin materyel dünya tarafından dümdüz edildiği bir ortamda, nefes alabilmek zor hale geliyor. İnceliklerde yaşayan ruhlar ise en çok bunalanlar oluyor. Elbette açıklamak bu kadar kolay değil. Aynı zamanda, ruhsal ve bireysel problemler de üst üste biniyor. Bu nadide yetenekleri çaresizliğe sürükleyen sebepleri az/çok duyumsayabiliyorum, kurduğum empatiyle…

Sanatın acılardan doğduğu klişesi bir kez daha doğrulanır gibi oldu ama coşkuların da büyük etkisi var inanın…Zaten bazen manik bazen depresif hallere, her insan evladı müsait sadece bu saydığımız dev isimler/yetenekler (dev derken şöhret değil yetenek anlamında), bu halleri daha yoğun yaşadı. Şarkıları, zamanın ötesinde, ilk günkü tazeliğinde kalacak; kapitalizmin pompaladığı çiklet şarkılar kulaklarımıza her gün tecavüz ederken, gerçek şarkılar hep kalbimizin orta yerinde çınlayacak.

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

Mavi Kubbeli Oda; Twitter

Mavi Kubbeli Oda; Twitter
17 Temmuz 2011 BirGun Pazar Eki

Karanlık bir gece değil aslında. Güzel umutlarla dolu…Yarın İzmir’e gideceğim. Gerçi bu yazı basıldığı gün, İzmir’de olacağım umarım ki. Ve yine umuyorum ki Çeşme’de gitmek istediğim güzel yere de gidebileceğim. Fonda eski, çok tatlı bir şarkı var. Kimin şarkısı olduğunu söylesem mi? “Moda Yolunda” diyeyim gerisini siz tahmin edin. Kırmızı Jaket ve pantolon diyor sözlerinde. Eski şarkılar daha mı naif ve sıcak esintiliymiş ne? Dinledikçe eskileri, yeni şarkılar soğuk ve teknolojik geliyor. Gerçi delirmedim o kadar : Remiks’ler gibi çok modern elektronika parçalar da dinliyorum. Eklektik bir müzik zevkim var ve bundan memnunum.

Twitter,” mavi kubbeli bir oda” gibi oldu. İlhan İrem’in Don Kişot adlı şarkısında geçer bu tamlama.Ben de aldım bu sözü ve Twitter’ı iyi tanımlayan bir sıfat yaptım. Gerçekten uzaktan bakana çok fuzuli geliyor Twitter. Başta bana da öyle gelirdi ama öyle bir dostlar sofrası ve dünya yarattık ki orada, şimdi evim gibi oldu. Hiç abartmıyorum öyle oldu. Sanacaksınız ki asosyal bir durum var. Tam tersi aslında. Birçok değerli insanı daha yakından tanımamı, görüşlerini anlamamı sağladı ve çoğuyla da gerçek hayatta güzel dostluklar kurdum. Zaten çoğu benim gibi müziğe bir şekilde gönül, emek vermiş insanlar. Müziğe ve/veya sanata. Takipçilerim de bol elbet ve onları da çok önemsiyorum ama aynı zamanda sıkı iletişim halinde olduğum değerli isimlerle tüm bu fikir alışverişini yapmak inanılmaz güzel. Ancak yaşayan bilir.

Bazen gevezeliği abartıp bazen hüznün dibine vuruyoruz beraber. Kimi zaman her kafadan farklı bir ses çıkıyor ama kimi zaman da inanılmaz bir akıl/fikir birliği, uyumu oluyor. Kimi zaman birbirimizin kulağını çekiyor, kimi zaman çimdikliyoruz birbirimizi. Kimi zaman da dostlukları pekiştiriyoruz veya birbirimizi daha iyi anlamaya çalışıyoruz. Bazen hüzne kapılmıyor değilim : Keşke daha sık görsek birbirimizi diyorum bu dostlarla…Keşke uzak köşelerden birbirimize yazmak yerine yan yana olabilsek. Aslında hergün birbirimizin ne yaptığını bilmek de inanılmaz değerli ve güzel. Kimisi bunu abartı buluyor ama ben seviyorum. Değer verdiklerimin o anda nerede kalplerinin çarptığını bilmek ve o anki hislerini öğrenmek içime ferahlık veriyor. Kilometreleri aşan bir yakınlık hissediyor insan. Tek handikap oraya hapsolmak. İşte bu noktada, birbirimizi daha sık görmeliyiz ama bu iki tarafın da oradan sıyrılmayı isteme oranına bağlı. Ben araç gibi görsem de kimine göre orası bir amaç.

Bazen cıvıtıyoruz kabul, ölçüyü kaçırıp, espri dozajını abartıyoruz ama dostlar sofrasında her daim kendini gerçekleştirmek yani düşüncelerini, hislerini, şakalarını özgürce, lafın kesilmeden paylaşabilmek güzel. İnanılmaz devrimci buluyorum Twitter’ı. Sozluklerden ve hatta Facebook’tan bile daha devrimci Twitter. İlk zamanlar çok lüzumsuz gelirdi ve bu kadar kısıtlı yazı karakteri sayısı ile ne paylaşılabilir ki derdim. Şimdi görüyorum ki az ve öz kelimeyle net olmanızı sağlıyor. Cümlelerinizin her yöne çekilerek yanlış anlaşılma olasılığınız da yüksek ki bu hepimize olmuştur. Paranoyak veya şizofren bireyler yetiştirmeye müsait bir ortam.

Ama zamanla, dostlar sofranızı tanıdıkça, güveniniz artıyor ve az cümle ile çok şey anlıyorsunuz.mBelki de çok fazla alt-anlam aramaktan kaçınmak daha sağlıklı. Bazen de tam tersi. Ölçüyü ayarlamak tamamen Twitter kullanıcısının bizzat kendisine ait. Dediğim gibi, dışarıda çok ilginç bir dünya varsa oraya ait olmak daha iyi ama etrafınızda sıkıcı bir ortam var da üzerinize geliyorsa, Twitter’da gerçek anlamda-cesurca-içten bir şekilde fikir paylaşmak hatta hayatın an’larını paylaşmak çok değerli. Anti-teknoloji ve anti-twitter gibi yaygın görüşlere inat, Twitter denilen mucizenin devrimci, alternatif yönlerini anlatmak istedim. Tu kaka demek en kolayı, gerçekten tadını çıkarmak ise ustalık ve zaman istiyor. Doğru twitdaş’lar ile zaten çok keyifli bir yolculuk oluyor hayatınızda. Artık hayatımın önemli bir parçası Twitter ve bundan hiç gocunmuyorum bilakis mutluyum. Bir sürü güzel , değerli insanı ve görüşlerini hayatıma kazandırdı.

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com