Gökkuşağının altından geçerken...

Gökkuşağının altından geçerken...

25 Ekim 2011 Salı

Paris’te Gece Yarısı

Paris’te Gece Yarısı
23 Ekim 2011 BirGun Pazar Eki

Bir Woody Allen filmine giderken, beklentilerim yoğun mizah ve aile düzeni eleştirisiydi. Bu filmde beklediklerimi çok fazla bulamadım. Aslında filmin ismi bile epey klişe bir senaryosu olduğu izlenimini veriyordu ilk başta. Paris’te yaşanan romantik bir aşk üzerine kaç tane film ve dizi çekilmiştir kimbilir. Say say bitmez heralde. İşin içinde Woody Allen varsa, farklı bir tat vardır diye düşündüm. Yok değildi. Edebiyata ve resme dair, dönemsel geri dönüşler (flashback’ler) ilgi çekiciydi. Kahramanımız Gil (Owen Wilson), kendi hayatı ve yazarlığıyla ilgili bir çok cevap arayan bir mahçup, naif bir adam. Başına gelen fantastik olaylar, onu 1920’lerin Paris’ine götürüyor ve Hemingway’den Picasso’ya oradan Gertrud Stein’e , birçok idolü ile tanışmasına vesile oluyor. T.S. Eliot da cabası….


Filmin fantastik kurgusuyla, realist meajları birleşince ortaya enteresan, derin durumlar çıkıyor. Hemingway’in aşkla ilgili verdiği mesaj Gil’i kendine getiriyor : “Yeteri kadar sevmediğimiz ve sevilmediğimiz için tüm insanlar ölümden korkar; ki bu nihayetinde aynı şeydir. Ama eğer gerçekten seni güçlü hissettiren, saygını hak eden bir kadınla berabersen, ölüm korkusu tamamen kaybolur. Çünkü vücudunu ve kalbini harika bir kadınla paylaştığında, tüm evren canlılığını yitirir. Sadece ikiniz var olursunuz. Ölüm artık zihninden silinir. Korku, kalbinden uzaklaşır. Yaşamak ve sevmek için tek tutku, senin yegane gerçeğin olur. Bu kolay bir iş değildir. Ama şunu unutma ki böyle bir kadınla beraber olduğun zaman, kendini ölümsüz hissedeceksin”

Gil, aslında hiç anlaşamadığı elitist, sanata sadece gösteriş olsun diye ilgi gösteren sığ nişanlısından ayrılmayı tüm bu yolculuktan sonra akıl ediyor. Daha doğrusu, kendi içindeki gerçeklere uzanıyor ve içsel bir uyanış yaşıyor. Her çağın insanının kendi içinde bulunduğu zamandan şikayetçi olup daha eskilere dönmek istediği ve bu durumun her daim aynı olduğunu vurgulaması da, filmin ilginç yanlarından biri. Görüyoruz ki, altın çağ dedikleri aslında sadece geçmişe nostaljik bir özlemden başka bir şey değil. Woody Allen, bu filmde tüm mesajları gayet katmanlı ve derin bir şekilde verebiliyor. En güzeli de bunu yaparken, bizleri çok keyifli bir yolculuğa çıkarıyor ve yormuyor. En büyük başarısı da bu değil mi zaten?


Ece Dorsay

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder