Gökkuşağının altından geçerken...

Gökkuşağının altından geçerken...

14 Kasım 2011 Pazartesi

Yelken seyri

Yelken seyri
13 Kasım 2011 BirGun Pazar Eki

Bayramda evdeydim. Baktım deliriyorum. Şehir sakin ve güzel tamam. Her bayramda şehirde olmaktan büyük keyif alıyorum. Issız bir hal alıyor çünkü. Herşeye rağmen delirdiğimi fark ettim. Senelerdir en büyük hayalim yelken sporunu öğrenmekti. Yıllardır dilimdeydi bu.
Hep de yaz mevsiminde heveslendim sonra bir şekilde yaz geçti ve kışın mevsim uymaz diye baharı bekledim. Bı kısır döngü sürekli devam etti. Pahalı bir spor sananlara : Spor salonuna gitmekten daha pahalı değil. Aptal spor salonlarında saatlerce robot gibi koşmayı sevmiyorum, düşüncelerimden uzaklaşmam gerekiyordu. Pazartesi günü bir telaşla Melis’i aradım. Yelken hocası Melis. Bana hemen ertesi güne ders ayarlamaz mı? Ne kadar nefis oldu anlatamam. Koştura koştura, hiç üşenmeden Kalamış marinaya attım kendimi. Huzur verdi bana ortam.
Hocam Doğukan, çok detaylı teori anlattı. Bir buçuk saat teoriyle gerçi ama hiç sıkılmadım.
Daha sonra epey uzağa açıldık ve ben ana yelkeni çektim, dümeni dönüşte kontrol ettim.
Adrenalin had safhadaydı ama öyle bir keyifti ki bu, tarifi yok. Ne sörf, ne başka bir spor bana bu keyfi veremezdi herhalde. Deniz suyunun ve iyot kokusunun sarhoşluğuyla eve geldim. Odamdaki eşyalar adeta dönüyorlardı. Öğrendiğime göre, ilk derslerden sonra hep bir baş dönmesi olabilirmiş. Bir dostum söyledi. Arkadaşı, ilk beş ders sonrası hep baş dönmesi yaşamış. Uyuyana kadar bir güvertede gibi hissettim kendimi. Oda resmen hafif hafif sallanıyormuş hissi vardı.


İnsanlara bağlı bir hayat yanlış. Ne dost ne aile ne sevgili ne bir şey… Öncelikler galiba bir ibadet gibi sizi arındıran hobiler ve uğraşlar olmalı…İnsan odaklı biri olunca bu daha zor oluyor. Bu hobiler ve uğraşlar hayatı o kadar fazla kaplamalı ki, insanlar da arada uğranılan limanlar olmalı galiba…Bunu bir türlü başaramıyoruz. Aslında insan odaklı yaşam en gerçeği gibi geliyor bana ama çağımızda bu çok zor… Herkesin derdi bambaşka…Bir noktada dertlerimiz ortak tabii : Yalnızlık vesaire… Ama ortak paydaları çoğaltmaya yönelik çaba, tek taraflı olmuyor ne yazık ki…



Dün gece nihayet Kaybedenler Kulübü filmini izledim. 90’larda bend e Kent Fm’de bu programı dinlerdim…Çok da keyifliydi…Bazen absurd’leşebilen sohbetler iyi gelirdi. Aslında şiirin gerekliliği gibi….Kelimeler, rastgele kullanıldıklarında ruha daha iyi gelebiliyorlar. Her şeyin bu kadar planlı ve “mantık” çerçevesi içinde yaşandığı sıkıcı dünyada, şiir ve serbest paylaşımlar can kurtaran gibi… Bu radyo programı da bu işlevi görüyordu bence…

Asu Maralman’ın Bağrı Yanık Dostlara Merhaba dediği film müziği ise ayrıca güzel seçilmiş. Melankoliyi keyifle içimize işletiyor. Filmdeki karakterlerin hayatı biraz Amerikanvari bir hızda olsa da, yalnızlıkları , boşvermişlikleri çok gerçekçi…

Çağımızda tutukularının peşinden giden kaç kişi kaldı ki? Bir elin iki parmağını geçmez. Azınlık olmak her zaman zor… “Ne güzel “ diyor filmdeki kız, “ istediğin işleri yapıyorsun hayatta” ama kahramanımız bunun bedellerini de ödüyor. Sevdiğin işleri yapmak, bedelsiz değil…. Az kişiye hitap etmek, az anlaşılmak ve yanlış anlaşılmak gibi bir sürü bedeli var.
Camii öyküsünden etkilendim ama…Bir çocuk hayalindeki Sülemaniye Camii’ne gidiyor ve orada yaprakları temizlemeye başlıyor. Hiçbir karşılık beklemeden…En manzaralı odasında ona iş veriyorlar. Tutkuyla yapılan her iş, bir gün güzelliklere nail olur diyor bilge bir amca.
Bilemiyorum…Belki de öyledir. Tek bildiğim, bazı rutinleri sonsuza dek bir disiplin haline getirmek gerektiği…

Sonuç olarak, 2001 tarihli Umut ve Korku Yolu adlı şarkıma dönüyorum : Yelkenleri açtım, mavi sulara, içimdeki korkularla….Asla durmam ıssız adalarda, terk edilmiş limanlarda….

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder