Gökkuşağının altından geçerken...

Gökkuşağının altından geçerken...

23 Mayıs 2011 Pazartesi

Pembe/Mor/Kırmızı Yürekler…

Pembe/Mor/Kırmızı Yürekler…
22 Mayıs 2011 - BirGun Pazar Eki

Bilinmeyen numaralar hattını pek aramam. Sadece yürek bazen bilinmeyen yollara sürükler insanı. Mantığın sustuğu, kendi içindeki güzelliklerin her şeye yansıdığı anlarda gördüğü seraba doğru ilerler ruh. Belki karanlık yönlerini ört bas etmişizdir güzelliği bozulmasın diye parlayan aynaların. Gösterişsiz mektuplar göndeririz birbirimize, işaretlerimizin durduğu yer aslında bir nevi kaçış bahçesidir. Şizofreni ya da değil, her yol aşk acısına çıkar. Seven, sevilen hangisi olduğunuz da fark etmez. Hatta iki taraf sevdiğinde bile uçurumlar yalın ayak geçilmez. Bayrağı alırsınız elinize ve “hepimiz Bir” iz demeye çabalarsınız. Ortak bir hissiyat, güçlü bir bağ, tanımsız fotoğraflar gibi gülümserler ruhunuzun aynasından.

Anlaşılmayan ve tanımlanamayan bazı durumlar vardır hayatta. Gitar çalarken, birden nereden ilham geldiği gibi. Birden hiç beklenmedik birine tutulmak gibi. Akla hayale gelmeyecek biridir genelde. Aklınızın ucundan geçmeyen biri, bir olay, bir durum, bir hissiyat, aniden gelen bir trafik kazası gibi çarpar ruhunuza. Bir güzelliği ortaya çıkaran, iki ruhun kendi güzelliklerini ortaya koymasıdır. Tek başına pek bir işe yaramayan bazı ruh halleri bazen iki kişinin gücüyle sinerjisini pembeye çevirir. Karanlığa düşmüş iki ruh, birden bire savruluverir birbirine ve karanlığı aydınlığa çevirebilir.

Doğan güneşin bedeli, gecenin de aniden göz kırpmasıdır. Hergün bu bir rutin olarak kendini tekrar eder. Güneşler doğar, geceler çarpar. An’lık rüzgarlar eser durur. Yorucu ama hayatı getiren güzelliklerdir bunlar. Bir örselenir bir nirvana’ya erersiniz kendi başınıza. Sevinçler yerini en dipsiz kuyulara bırakır. Sonra yine gün doğar. Çözümlenemeyen bir düğümün yavaş yavaş açıldığına sadece şahit olmak gerekir belki. Elinden geleni yapıyorsa iki taraf da, sembolleri, metaforları sevgiyle örüyorsa.

Elbette, yalana da düşer ruh, dolana da. En mühimi, en doğru diye bir şey olmadığını anlamak gerektiğidir. Sezgilerin, en iyisini kişiye söylediği tartışılmaz. Mantık denilen o sert çerçeve aslında toplumsal kuralların yerleşkesidir. Bu sebepten dolayı sezgiler ile ve kalbin sesiyle hareket etmek, insana ve hayata saygı duruşudur. Sevginin gücü, kendi başına dağları deler diye iddialı bir cümle kurmaya cüret etmek henüz istemem ama yepyeni yollar ve imkanlar yaratır.

Dün akşam bir deprem oldu. Şiddeti 6.1 merkezi Kütahya. Ruhumdaki depremin hemen ardından gerçeği geldi. Şaka değil, insan böyle anlarda öncelikleri konusunda bir ürpertiye kapılsa da gene aşkın ne kadar öncelikli olduğunu hissediyor. Belki de benim ruhum, aşkı aşkın yaşamak isteyen sanatçının aynasıdır. İçerden sarsılırken tutunacak bir dal arayan melankolik ruhun, gerçek deprem anında donakalması gibi…

Bir Fikret Kızılok şarkısı ne de güzel anlatır her şeyi : Zaman zaman. Şarkıdaki hüzün ve sükunet, bu iki duygu arasındaki devinimler çarpar geçer kalbi. Her akşam kadehime doluyorsun der, seni düşününce içime sığmıyorsun der. Bu dizeleri herkes gibi söylemez. Aşkın maliyetini bilen ve bedellerini yeterince ödemiş bir ses’tir adeta bu ses. Bir parça huzur arar belki de, güven veren bir omuz bile yeterli olabilir bazen. Kalbi güm güm atarken, saf bir sevgi ister karşılığında ama tezatı tutkudur ki tutku elzemdir benim için.

Hem saf hem tutkulu bir sevginin ocağında yaşamak ister çingene ruh. Hesapsız kitapsız, matematiksiz,an’da kalmayı bilerek, sabrederek, inanarak, gürültü patırtı çıkarmadan, agresifleşmeden, çimdikleyerek ve hafif kulak çekerek ama karşısındakini olduğu gibi tüm varlığıyla kabul edip severek, yargıcı oynamadan, sorgusuz sualsiz sevebilmek ne büyük erdemdir insanoğlunun bir kısmına bahşedilmiş. Bu hislere sahip olduğum için şanslı görüyorum kendimi, aşka layık olanlar kavuştuğunda zaten “Kimlik Kartı Yok Aşkın” diyecek pembe/mor/kırmızı renklere bulanmış hassas ama güçlü yürekler….

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

15 Mayıs 2011 Pazar

Eurovizyon 2011 : Hezimet mi, Ders mi?

Eurovizyon 2011 : Hezimet mi, Ders mi?
15 Mayıs 2011 BirGun Pazar Eki


Her ne kadar önemsemesem de, Eurovizyon yarışması, bu sene ülkemiz açısından epey talihsiz sonuçlandı. Yarı finale bile kalamadık. Aslına bakarsanız, Eurovizyona uygun cilalı rock besteleri furyasından ben bile -bir rock sever olmama rağmen- soğumaya başlamıştım ve ruhum Timur Selçuk bestesi olan Bana Bana türevi orkestral şarkıları özlemeye başlamıştı.

Yüksek Sadakat’in Live it Up parçası ile ilgili bolca yorum yapıldı. Sex Pistols’un bir şarkısından çalıntı dendi, kimi çok beğendi, kimi nefret etti. Ben şahsen bu şarkıya karşı pek bir heyecan hissedemedim. Nefret de etmedim ama vasat geldi bana. Belki de şarkıyı kimin söylediği de çok mühimdir ve Eurovizyonda karizma/imaj denilen başa dert şeyin önemi burada ortaya çıkıyor. Yüksek Sadakat, belki yaş ortalaması olarak rock ruhunu taze bir şekilde yansıtamadı. Diyeceksiniz ki, Rolling Stones gibi ihtiyar gruplar da var, hala ateş gibi çalan ama öyle gruplar çok nadir ve nadide’dir zaten. O yüzden bu kadar kalıcı olmuşlardır. Yüksek Sadakat, başarısız asla değil ama şahsen bana ve birçok arkadaşıma, duruş/tavır ve söylem olarak pek yeni geldiklerini söyleyemem. Bu kadar çabuk elenmeyi hak etmiyorlardı, orası kesin.

Kısacası, böyle bir hezimetten sonra grubun arkasından tef çalanları da anlamıyorum.
Böylesi bir düşmanlık, çekememezlik ve kendi ülkenden çıkan gruba öfkeye ne gerek var?
Dediğim gibi bence asıl mesele şarkıda değil, grubun yaptığı müzik türünün yaş ortalamasıyla çelişmesi (dediğim gibi dünyadaki sayılı başarılı ihtiyar rock gruplarını, istisna olarak görüyorum.) ve bunun imajlarına, tavırlarına yansımasıydı. Rock’ta olgunluk gerekli ama fazlası da proje gibi samimiyetsiz durabiliyor.

Bundan sonra, TRT, Eurovizyona yollayacağı grupları damdan düşer gibi mi seçer yoksa ön eleme yapar mı eskisi gibi, yaparsa kimler katılmaya cesaret edebilir, tüm bunlar da ayrı bir tartışma konusu sanırım. Müzik sektörümüz, rock müziği “yeniden” keşfetmesi ve cilalamasıyla, aranjörlerimiz/prodüktörlerimiz de ön plana çıkma şehvetleriyle zaten müzik piyasamıza darbe vurdular. Mabel Matiz gibi hakiki bir ismin ortaya çıkışı ise ayrı bir yazı konusu. Arafta adlı parçanın demosunu, internette ilk dinlediğimde zaten ruhuma kaynar sular dökülmüş gibi olmuştum. Albüm henüz yeni çıktı o yüzden daha edinemedim ama ilk video ve şarkı muazzam.Özlediğimiz sahiciliği ve vuruculuğu, belki Mabel bize geri getirir.

IKSV Salon’daki konserlerden en fazla heyecanlandığım Hooverphonic konseri. JCS Jazz Center’da ise Victor Wooten’ı kaçırmak istemiyorum. Şaka gibi ama ülkemize artık nerdeyse herkes geliyor. Efes Pilsen One Love festivalinde Manic Street Preachers ve Maçka parkında Amy Winehouse konserleri acilen bilet almam gerekenlerden. Marianne Faithfull’un tekrar geleceğini de biliyoruz Mayısta ve ona bilet kalmamış olabilir. Babylon’da izlemiştim ama doyamadım elbet.

Epey inişli çıkışlı bir ay geçirdim. En azından, çıkışlar gerçekten inişleri unutturacak düzeydeydi. İzmir konserim mesela. Istanbul’dakilere kıyasla çok daha güzel geçti.
Bu sene bel fıtığı, 20 yaş dişimin çekilmesi ve dikişi ardından trafik kazası atlattım. Belaları Üç’ledik. Bundan sonra baharın gelmesi temennimiz. Dünyanın düzenini de mahvettik gibime geliyor. Aynı müzik sektörü gibi çığırından çıkmış mevsimler yaşıyoruz. Bahar ile kış birbirine karışmış vaziyette.

Dileğim, müzik sektörü silkelensin, İlhan İrem gibi özlediğimiz isimler geri dönsün, Mabel Matiz sahiciliğinde isimler fazlalaşsın, yurdumda konser/canlı müzik kültürü ve algısı gelişsin, sanal alem insanları zindana kapatmasın ama özgürce devrimine devam etsin.

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

IKSV Caz Şöleni

IKSV Caz Şöleni

8 Mayıs 2011 Birgun Pazar Eki

1-19 Temmuz 2011 tarihleri arasında gerçekleştirilecek olan IKSV Caz Festivali’nde bu sene yok yok. O kadar heyecan verici isimler var ki, nereden başlasam anlatmaya bilemiyorum. Öncelikle benim kişisel favorim Raul Midon ve Richard Bona’nın beraber sahne alacağı konser. Raul Midon, Arif Mardin’in vefat etmeden önceki son keşfi. Stevie Wonder ruhu taşıyan, gözleri görmeyen, akustik gitarı vurmalı çalgı gibi de çalabilen ve vokaliyle saksafon solo atabilen tek kişilik bir orkestra Raul Midon. Tam da hayalimdeki sound. Ozan/şarkıcı duruşu da cabası. Richard Bona ise bas gitar virtüözlerinden. Bas gitarı masal gibi çalan, parmaklarıyla dokunan ve gitar gibi akorlar çalabilen müthiş bir yetenek.
İkisinin beraber performansı masal gibi olacağa benzer. Festivalin kitapçığından bize detaylı bilgiler verilmiş.
Festivalin en mühim isimlerinden biri, 19 Temmuz Salı, 21:00, Harbiye Cemil Topuzlu Açık Hava Tiyatrosu’nda sahne alacak olan Paul Simon. Festival kitapçığından alıntılarsak : Ozan şarkıcı geleneğinin öncülerinden ünlü Amerikalı folk sanatçısı Paul Simon ilk kez İstanbul’da! Simon & Garfunkel’in başyapıtları “Mrs. Robinson”, “Sound of Silence,” “Bridge Over Troubled Water”ın da bestecisi ve söz yazarı olan Paul Simon, “50 Ways to Leave Your Lover”, “You Can Call Me Al”, “Graceland”, “Obvious Child” ve “Late in the Evening” gibi klasikleşmiş şarkıları ve Still Crazy After All These Years gibi unutulmaz albümleriyle büyüleyici bir solo kariyere imza attı. Gelmiş geçmiş en büyük müzik efsanelerinden biri olarak kabul edilen sanatçı, Afrika’nın farklı vokal gelenekleriyle de müzikal penceresini genişleterek günümüzde yaygınlaşan Afrika kökenli birçok popüler akımın da fikir babası oldu. 2011 yılının ilkbaharında yayımlanan yeni solo albümü So Beautiful or So What ile Avrupa turnesine çıkan Simon, 2006 yılında Time dergisi tarafından “Dünyaya Yön Veren 100 kişi” listesine alınmıştı.
28 Temmuz Perşembe, 21:00, santralistanbul Kıyı Amfi’de sahne alacak olan Joss Stone için ise şöyle deniyor : İngiltere’den çıkmış en güçlü seslerden biri, Grammy ödüllü soul şarkıcısı ve şarkı yazarı Joss Stone, 2003 yılında The Soul Sessions albümünü yayımladığında yalnızca 17 yaşındaydı. O zamandan bu yana, çıkardığı dört albümle 11 milyon kopyayı aşan bir satış başarısı yakalayan Stone, “You Had Me” ve “Fell in Love With a Boy” gibi şarkılarıyla son yılların en iyi çıkış yapan şarkıcıları arasında sayılıyor. Stone’un aynı sahneyi paylaştığı sanatçılar arasında James Brown, Donna Summer, Tom Jones, Solomon Burke, Jeff Beck, Robbie Williams, Melissa Etheridge, Rod Stewart, Erykah Badu, John Mayer ve Blondie gibi büyük isimler bulunuyor. Sanatçı “geleceğin Aretha Franklin’i” olarak da anılıyor. Stone, tutkulu vokali ve doğal sahne performansıyla İstanbul’da iz bırakacak.
6 Temmuz Çarşamba, 21:00, santralistanbul Kıyı Amfi ‘de, caz standartlarını, melodik pop ve rock’la buluşturan Jamie Cullum İngiltere’nin en başarılı caz müzisyenlerinden biri olarak kabul ediliyor. Sekiz yaşından beri müzik yapan sanatçının, 22 yaşındayken bağımsız bir plak şirketinden çıkardığı Pointless Nostalgic adlı albümü görülmemiş bir başarı yakaladı. O dönemden bu yana bir Grammy, iki Golden Globe kazanan, birçok kez BRIT Ödülleri’ne aday gösterilen şarkıcı ve söz yazarı Cullum’un Pointless Nostalgic, Twentysomething, Catching Tales ve The Pursuit adlı albümlerinin dünya çapındaki satışı 5 milyonu aştı. Herbie Hancock’tan Christina Aguilera’ya birçok büyük isimle birlikte çalışan sanatçı, Bridget Jones’ Diary ve Clint Eastwood filmleri için bestelediği parçalarla da tanınıyor. Daha önce 12. İstanbul Caz Festivali’nin de konuğu olan ve büyük ilgi gören Cullum, özgün vokal tarzı, modern piyano tınıları ve sıcak caz anlayışıyla müzikseverlere keyifle izlenecek bir konser sunacak.
Yeni Ozanlar bölümünde, 14 Temmuz Perşembe, 21:30, İstanbul Modern’de İngiliz şarkıcı ve besteci Patrick Wolf, folk, pop ve elektronik müziği harmanladığı şarkılarıyla “Yeni Ozanlar” serisinin bu yılki konuğu. Daha on altı yaşındayken çıkardığı ilk albümü Lycanthropy ile eleştirmenlerin takdirini kazanan ve kendi hayran kitlesini oluşturan Wolf, sonraki yıllarda edineceği büyük başarının da sinyallerini veriyordu. Wolf o tarihten bu yana 2011 Temmuz çıkışlı Lupercalia da dâhil olmak üzere beş albüm yayımladı. Viyola, ukulele, piyano gibi birçok enstrümanı bir arada kullanan şarkıcı, sahnede müziğiyle olduğu kadar tükenmeyen enerjisi, ilginç kostümleri ve teatral performansıyla da dikkat çekiyor. Patrick Wolf, İstanbul’daki bu ilk konseriyle hayranlarının uzun süren bekleyişini sona erdirecek.
Tüm bu biyografik alıntı dolu bilgilerden sonra, favorilerim olarak Paul Simon, Joss Stone, Raul Midon ve Patrick Wolf konserlerini gösterebilirim. Ozanlar bölümü her zaman Caz festivalinin en heyecanlandığım bölümlerinden biri oldu. Rufus Wainwright ve Antony and The Johnsons gibi ozanlar da ülkemize gelmişti.Böyle ozanları ülkemizde daha fazla görmek istiyoruz.

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

IKSV Caz Şöleni

IKSV Caz Şöleni

8 Mayıs 2011 Birgun Pazar Eki

1-19 Temmuz 2011 tarihleri arasında gerçekleştirilecek olan IKSV Caz Festivali’nde bu sene yok yok. O kadar heyecan verici isimler var ki, nereden başlasam anlatmaya bilemiyorum. Öncelikle benim kişisel favorim Raul Midon ve Richard Bona’nın beraber sahne alacağı konser. Raul Midon, Arif Mardin’in vefat etmeden önceki son keşfi. Stevie Wonder ruhu taşıyan, gözleri görmeyen, akustik gitarı vurmalı çalgı gibi de çalabilen ve vokaliyle saksafon solo atabilen tek kişilik bir orkestra Raul Midon. Tam da hayalimdeki sound. Ozan/şarkıcı duruşu da cabası. Richard Bona ise bas gitar virtüözlerinden. Bas gitarı masal gibi çalan, parmaklarıyla dokunan ve gitar gibi akorlar çalabilen müthiş bir yetenek.
İkisinin beraber performansı masal gibi olacağa benzer. Festivalin kitapçığından bize detaylı bilgiler verilmiş.
Festivalin en mühim isimlerinden biri, 19 Temmuz Salı, 21:00, Harbiye Cemil Topuzlu Açık Hava Tiyatrosu’nda sahne alacak olan Paul Simon. Festival kitapçığından alıntılarsak : Ozan şarkıcı geleneğinin öncülerinden ünlü Amerikalı folk sanatçısı Paul Simon ilk kez İstanbul’da! Simon & Garfunkel’in başyapıtları “Mrs. Robinson”, “Sound of Silence,” “Bridge Over Troubled Water”ın da bestecisi ve söz yazarı olan Paul Simon, “50 Ways to Leave Your Lover”, “You Can Call Me Al”, “Graceland”, “Obvious Child” ve “Late in the Evening” gibi klasikleşmiş şarkıları ve Still Crazy After All These Years gibi unutulmaz albümleriyle büyüleyici bir solo kariyere imza attı. Gelmiş geçmiş en büyük müzik efsanelerinden biri olarak kabul edilen sanatçı, Afrika’nın farklı vokal gelenekleriyle de müzikal penceresini genişleterek günümüzde yaygınlaşan Afrika kökenli birçok popüler akımın da fikir babası oldu. 2011 yılının ilkbaharında yayımlanan yeni solo albümü So Beautiful or So What ile Avrupa turnesine çıkan Simon, 2006 yılında Time dergisi tarafından “Dünyaya Yön Veren 100 kişi” listesine alınmıştı.
28 Temmuz Perşembe, 21:00, santralistanbul Kıyı Amfi’de sahne alacak olan Joss Stone için ise şöyle deniyor : İngiltere’den çıkmış en güçlü seslerden biri, Grammy ödüllü soul şarkıcısı ve şarkı yazarı Joss Stone, 2003 yılında The Soul Sessions albümünü yayımladığında yalnızca 17 yaşındaydı. O zamandan bu yana, çıkardığı dört albümle 11 milyon kopyayı aşan bir satış başarısı yakalayan Stone, “You Had Me” ve “Fell in Love With a Boy” gibi şarkılarıyla son yılların en iyi çıkış yapan şarkıcıları arasında sayılıyor. Stone’un aynı sahneyi paylaştığı sanatçılar arasında James Brown, Donna Summer, Tom Jones, Solomon Burke, Jeff Beck, Robbie Williams, Melissa Etheridge, Rod Stewart, Erykah Badu, John Mayer ve Blondie gibi büyük isimler bulunuyor. Sanatçı “geleceğin Aretha Franklin’i” olarak da anılıyor. Stone, tutkulu vokali ve doğal sahne performansıyla İstanbul’da iz bırakacak.
6 Temmuz Çarşamba, 21:00, santralistanbul Kıyı Amfi ‘de, caz standartlarını, melodik pop ve rock’la buluşturan Jamie Cullum İngiltere’nin en başarılı caz müzisyenlerinden biri olarak kabul ediliyor. Sekiz yaşından beri müzik yapan sanatçının, 22 yaşındayken bağımsız bir plak şirketinden çıkardığı Pointless Nostalgic adlı albümü görülmemiş bir başarı yakaladı. O dönemden bu yana bir Grammy, iki Golden Globe kazanan, birçok kez BRIT Ödülleri’ne aday gösterilen şarkıcı ve söz yazarı Cullum’un Pointless Nostalgic, Twentysomething, Catching Tales ve The Pursuit adlı albümlerinin dünya çapındaki satışı 5 milyonu aştı. Herbie Hancock’tan Christina Aguilera’ya birçok büyük isimle birlikte çalışan sanatçı, Bridget Jones’ Diary ve Clint Eastwood filmleri için bestelediği parçalarla da tanınıyor. Daha önce 12. İstanbul Caz Festivali’nin de konuğu olan ve büyük ilgi gören Cullum, özgün vokal tarzı, modern piyano tınıları ve sıcak caz anlayışıyla müzikseverlere keyifle izlenecek bir konser sunacak.
Yeni Ozanlar bölümünde, 14 Temmuz Perşembe, 21:30, İstanbul Modern’de İngiliz şarkıcı ve besteci Patrick Wolf, folk, pop ve elektronik müziği harmanladığı şarkılarıyla “Yeni Ozanlar” serisinin bu yılki konuğu. Daha on altı yaşındayken çıkardığı ilk albümü Lycanthropy ile eleştirmenlerin takdirini kazanan ve kendi hayran kitlesini oluşturan Wolf, sonraki yıllarda edineceği büyük başarının da sinyallerini veriyordu. Wolf o tarihten bu yana 2011 Temmuz çıkışlı Lupercalia da dâhil olmak üzere beş albüm yayımladı. Viyola, ukulele, piyano gibi birçok enstrümanı bir arada kullanan şarkıcı, sahnede müziğiyle olduğu kadar tükenmeyen enerjisi, ilginç kostümleri ve teatral performansıyla da dikkat çekiyor. Patrick Wolf, İstanbul’daki bu ilk konseriyle hayranlarının uzun süren bekleyişini sona erdirecek.
Tüm bu biyografik alıntı dolu bilgilerden sonra, favorilerim olarak Paul Simon, Joss Stone, Raul Midon ve Patrick Wolf konserlerini gösterebilirim. Ozanlar bölümü her zaman Caz festivalinin en heyecanlandığım bölümlerinden biri oldu. Rufus Wainwright ve Antony and The Johnsons gibi ozanlar da ülkemize gelmişti.Böyle ozanları ülkemizde daha fazla görmek istiyoruz.

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

ASİL ve YALNIZ YÜRÜYÜŞ

ASİL ve YALNIZ YÜRÜYÜŞ
1 Mayıs 2011 BirGun Pazar Eki

Derbeder oldu kalbim şarkıları da bayatladı artık. Başka şarkılar arıyorum kendi içimde ve etrafımda. Eninde sonunda değmiyor çünkü. Silkelenip, ayağa kalkmaktan başa çözüm göremiyor insan. Dostlar varsa ne mutlu…Son zamanlarda gerçek dostluğun o gizemli büyüsünü daha yoğun yaşadım.Kalbi kırıp geçen yamyam ruhlulara karşı gardını alırken dostlar gerekiyor, ah o dostlar. Her zaman yanınızda olduğunu hissettiren dostlar…
Kimseyi üzmeden kırmadan yola devam etmek bizler için nispeten daha kolay ama kimisi kırıp dökerek buluyor yolunu…

Şu anda başımda nadiren olan fena bir ağrı…Kalbimdekini hiç sormayın. Zaten soran da yok. Kalbim gerçekten gözyaşı selinden geçmiş gibi. Gözlerimse yaş akıtmak için fazla yorgun. Kısık kısık bakıyorlar, neler oluyor yahu diye… İnsanları çözmeye çalışmayın boğulursunuz.
Zaten güzel çiçekler bir şekilde gelip sizi buluyorlar. Bulduklarına şükredin ve üzerinize basa basa geçmeye çalışan veya sevginizden bile rant sağlamaya çalışanları silin atın kalbinizden. En azından kalbinizde gölgesi silik olsun. Kendisi olamasın. Gölge olarak kalsın sadece…
Bunu yapabilirseniz ne mutlu…Sevdikçe o korkunç girdaba yakalanıyoruz aslında.
Eğer karşımızdaki önemsemiyorsa, içimizdeki girdap bizi kendine çekiyor.

Hangi şiir, hangi şarkı kurtarabilir ruhu çökmüş bir insanı? Önce derin bir nefes almak lazım.
Silkelenmek lazım…Güzel şeylere odaklanmak lazım. Dostların da yardımıyla, düzlüğe çıkmak lazım…Bugün bir dostum dedi, öyle güzel söyledi ki : Sevgisi olan kaybetmiyor ki aslında…Sevgiyi alamayan veya verecek sevgisi olmayan, almadığı sevgiden yoksun kalmış oluyor. Bilinen bir gerçektir bu ama hatırlamakta fayda var bazen. Sevginizi istemeyen düşünsün kaybını, siz değil…Nedense bizzat bu hisleri yaşarken, kaybeden zannediyoruz kendimizi oysa tüm bu güzellikler zaten bizim içimizde. Karşımızdaki layık olsaydı zaten lüzumsuz numaralara ve elinde tutma hareketlerine girişmezdi.

Kedinin asaletini edinmek gerek. Bağımsız bir ruh ve uzaktan sevebilmenin asaleti. Belki beklentisizce. Nasıl olacak o dediğinizi duyar gibiyim. Çok fazla girdaba düşmeden sevebilmek. Hak etmeyenden ruhani olarak uzaklaşmanın yollarını bulmak…Öyle hazindir ki küçük insanların oyunları…Sol gösterip sağ vururlar kalbinize. İnceden bilerler sizi. Sınarlar, test ederler sabrınızı adeta. Ne kadar iyi niyetiniz varsa hepsini kötüye kullanırlar. O yüzden insani durumlarda biraz sarraf olmak gerekli. Güçlü sezgilerle, vefalıyı vefasızı ayırt etmeli ve hemen gardını almalı. Hiç böyle düşünen biri değildim ama hayatın getirdikleri artık bana bunları öğretti hatta öğretmek zorunda kaldı.

Sanal yaşantının da insan ruhuna katkısı olduğu hiç söylenemez. Takipçileriniz sayıca çok gözükür ama konserlere bu yansımaz örneğin.Ahkam kesen insanlar, bir adım atıp da sizi izlemeye gelmeyebilir. Bu ülkede çok olası şeyler çünkü birçokları için sanat sadece bir statü aracı. Gerçekten ruhani bir bağ kurmaya inananların mabedi olmaktan çıktı konser mekanları. Tamamen ticari amaçla toplanılan dev organizasyonlar, mertliği bozdu. Ufak kafelerden çıkan en büyük caz müzisyenlerine aşina bir kültürümüz yok. Peki bir türkücüyü saz çalarken dinlemek istiyorsak, ufak mekanda daha güzel hissetmez miyiz? Kocaman ve devasa ışıklar mı gerekir? Bu çağda aşkın esamesi okunmuyor. Ne müzik aşkı, ne sanat aşkı ne insan aşkı.
Ne mutlu bana ki, 70’lerin naifliğinde kalan ruhuma yoldaşlar topluyorum. Yolum çetrefilli ama daha değerli ve manalı. Bu güzel ruhlardan biri bana geçenlerde dedi ki :
Bu ülkede insanlar, egolarını ve ceplerini besliyorlar. Kalbini besleyen çok az dedi.
Bu’dur dedim. Üretene, kendi içindeki çamurları atarak temizleneceklerini sanıyorlar.
Lütfen sıkı dur Ece, plastik düzenin bu plastik insanlarına paye verme. Tüm gerçek sanatçılar gibi, tüm gerçek şairler gibi, tüm gerçek sevenler gibi… Onurlu ve asil yürüyüşüne devam et.
Bazen bu kocaman yüreği taşımak zor olsa da, sahici anlamda el veren olmasa da…

ecedorsay@yahoo.com

Oscar Nasıl Wilde Oldu?

Oscar Nasıl Wilde Oldu?
24 Nisan 2011 BirGun Pazar Eki

Edebiyatçıların okulda öğrenemediğiniz Yaşamları yazıyor kapakta. Hemen aldım. Oscar Wilde’ın sivri sözleri ve zekası zaten ilgi alanımın orta yerindeydi. En çok da bir marjinal olarak, toplumda başına gelenler. Hepsinden önemlisi bu kitabın gelmiş geçmiş en büyük edebiyatçıların, okullarda bahsedilmeyen biyografi detaylarını içeriyor olması.Elliot Engel adlı Charles Dickens uzmanı bir akademisyenin kaleminden dökülenler diyebiliriz.

Wilde kelimesini Wild diye yazdığımızda vahşi anlamına gelir. Buradaki ironi de Oscar nasıl vahşi oldu sorusunu da eklemek. İkon haline gelen yazarların birçok gizemli yönü okullarda konuşulmaz, araştırma kitaplarına konu olmaz diyor kitabın arka kapağında.Anekdotlara dayanılarak, her yazarın yaşamından önemli kesitler sunulmuş. Yaşamlarının, yazılarını en çok etkileyen yönlerine değinilmiş.

William Shakespeare, Jane Austen, Edgar Allan Poe, Charles Dickens, Charlotte ve Emily Brontë, Emily Dickinson, Mark Twain, George Eliot, Thomas Hardy, Oscar Wilde, D. H. Lawrence, F. Scott Fitzgerald, Ernest Hemingway, Robert Frost, Geoffrey Chaucer, Robert Browning ve Elizabeth Browning, Sir Arthur Conan Doyle
Gibi Batı Edebiyatının en büyük isimleri dahil bu kitaba.

Edgar Allen Poe adlı Gotik şair ve yazarın, karanlık, tüyler ürpertici, gizemli, ölüm gerçeğini erken yaşta tanımış yaşantısı,Jane Austen’ın kadın duruşu ve bazı tabusal, toplumsal değerlere karşı çıkışı,Shakespeare’in insan ruhu ve karakteri üzerindeki en sofistike bakış açısını geliştirmiş olması gibi türlü bilgi okuyabiliriz.

Oscar Wilde, ki kitapta en ilgimi çeken yazar, kendisi bile dehasının en parlak göstergesinin yaşadığı hayat olduğuna inanıyordu.İrlanda’lı bir şair olan sıra dışı annesi ve göz/kulak cerrahı çok meşhur bir doktor babası vardı. Wilde, Viktorya döneminin ortasında doğdu. Ömrü boyunca nefret edeceği bir dönemdi bu ve herkesin gururla övündüğü Viktorya ahlakını alt üst etmeyi kendine görev bildi.
Çocukluğuna dair fazla bilgi olmasa da, 13 yaşında gittiği yaz kampından annesine yazdığı teşekkür notu ne denli sıra dışı bir çocuk olduğunun ilk işaretleridir :

Sevgili Anneciğim, gönderdiğiniz paket bugün geldi;şimdiye dek bu kadar hoş bir sürprizle hiç karşılaşmamıştım.Bana bunları göndermeniz nezaketten de öte bir davranış ama flanel gömleklerden hiçbiri benim değil,onlar Willie’nin.Anımsarsanız, benimkilerden biri kıpkırmızıdır,öteki de o muhteşem leylak rengindedir.Bu arada, Warren teyzeye limon yeşili kağıtlara yazılmış bir mektup gönderip mektupluk kağıdımızı nihayet seçebildiğimizi bildirdiniz mi? Sevgilerimle,Oscar.

13 yaşındaki mutlu bir kampçıdan alınabilecek bir mektup gibi durmuyor. Seçkin öğrencilerin okuduğu Dublin’ki Trinity Lisesi’nde okudu.Dorian Gray’in Portresi kitabıyla başarıya ulaştığında ismini pirinçten levha ile okula yazdırdılar ama daha sonra kendisine açılan dava yüzünden ismi silindi, ileriki yıllarda tekrar yazılmak üzere…

Beş parasız, arkadaşsız ve yalnız öldüğüne dair bilgiler de var. Bildiğini okuyan, muhalif ve sivri dilli bu adamın sözlerinin pek kimsenin işine gelmediğini kabul etmek gerek.Sanırım bildiğini okumak, her zaman daha çetrefilli yolların kapısını açıyor ama sanatçının izi de ancak böyle kalıcı olabiliyor. Koyun sürüsüne katılarak değil.

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com