Gökkuşağının altından geçerken...

Gökkuşağının altından geçerken...

19 Mart 2012 Pazartesi

KafaBinDünya, ilk albümleri OBİ ile aramızda

KafaBinDünya, ilk albümleri OBİ ile aramızda

18 Mart 2012 BirGün Pazar Eki

Türkiye’de enstrümantal müzik, genellikle caz veya etnik türler ile kısıtlı kaldığı için post rock türünde enstrümantal bir albüm elime geçince gerçekten sevindim. Benzerlik olarak, Sigur Ros demeye dilim varmıyor ama o ambiyansı ve atmosferi az da olsa hatırlatan bir sound beni heyecanlandırdı. Sonuç olarak, geçen hafta kendilerini Açık Radyo’daki Dağınık Oda adlı programıma konuk aldım.

Grubun basın bülteninde yazanlara bakarsak :

Kafabindünya, müzikte deneyler yapmayı seven, post-rock ve noise estetiğinden sinyaller taşıyan kompozisyonlar üreten İstanbullu bir topluluktur. Hipnotik olarak nitelenebilecek sahne performansları ve şaşırtıcı yüksek volümüyle tanınır. kafabindünya’ya göre sıradan sözlü şarkılarla dinleyici, müziği dinlerken kafasında yarattığı hikâyeyi şarkının sözleriyle sınırlamak zorunda kalacaktır. Enstrümantal müzikte ise dinleyicinin kafasında oluşturacağı kurgu sadece şarkının adıyla sınırlanabilir. kafabindünya’nın enstrümantal müzik yapmaktaki amacı da dinleyiciyi bu denli özgür bırakmaktır. Örneğin grubun platonik aşk isimli şarkısını dinleyenler, tamamen kendi kişiliğine ve ruh haline bağlı olarak bu platonik aşk durumunu acı verici bir durum veya hoş bir hissiyat gibi iki ayrı uçta algılayabilirler. Bu da dinleyicinin hayal gücünün sadece platonik aşk ismiyle sınırlanmasındandır.

İstanbul’un Peyote başta olmak üzere birçok mekânında konser vermiş ve vermeye devam etmekte olan grup, buradaki MOGWAI konserinde de Replikas ile beraber MOGWAI’nin ön grubu olarak festivalin açılışını yapmıştı. Grup bu dönemden sonra yoğun bir konser maratonu ve albüm kayıtlarının ardından 1 yıl kadar müziğe ara vermiş, daha sonra farklı bir kadroyla yeniden hayata dönmüştür. 2011 Nisan ayında ufak bir Avrupa turnesi dahilinde Belçika’daki dünyanın ilk post-rock festivali Dunk! Festival’da da sahne alan grubun albümü Peyote Müzik etiketiyle raflarda yerini aldı.

Grubun en eski emekçisi Burç Tuncer. Obi adlı ilk albümlerinde, epeyce iş yüklenmiş. Kendisiyle ilgili kısa bilgi şöyle :

Burç Tuncer'in geçmişi hakkında bilinmeyen tonla gerçek olmasına rağmen bugüne kadar hakkında ortaya çıkanlar şunlar: şaka gibi bir lise, yanlışlıkla başlar gibi olan 1 senelik bir tekstil ve moda tasarımı macerası, yıllarca süren ve süründüren bir grafik tasarım macerası ve süper kısa süren bir jingle aranjörlüğü macerasından sonra post-prodüksiyon sektöründe visual fx artist olarak çalışmaya başlamıştır. Halen hoşuna giden bir grubu son damlasına kadar özümseyip anca sonra bir diğerine geçen, yeniliklere açık fakat utangaç bir müzik zevkiyle hayatına devam etmektedir. Konsol ve bilgisayar oyunlarına düşkündür.

Obi albümüne bir kulak verin. Post rock müzikten hoşlananlar hatta sadece rock müziğin klişelerinden sıkılmış olanlar dahi heyecan duyabilir. Kapağında nerdeyse kurt diyebileceğimiz vahşi bir köpek var. Siyah beyaz tonlarda bir kartoneti var albümün. Binlerce Özür adlı parçayı çok kez dinlemek isteyeceğinizi düşünüyorum. Peyote’nin çıkardığı ve sektöre renk getiren albümleri takipteyim.

Ece Dorsay

ecedorsay@yahoo.com

8 Mart : Sevdiğim Kadın Ozanlar

8 Mart : Sevdiğim Kadın Ozanlar

11 Mart 2012 BirGun Pazar Eki

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü geçtikten sonra , yazılabilecek en güzel konunun, beni etkileyen muhalif ve cesur kadın ozanlar olduğunu düşündüm. Farklı duruşları, yenilikçi söylemleri, devrimci ruhlarıyla bu müthiş müzisyenleri - ki asla cinsiyete göre ayırmam- kadın olmalarından dolayı müzik sektöründe maruz kaldıkları sıkıntıları ve güçlü duruşlarını da düşünerek anmak istedim.

Nina Simone

Nina Simone, gerçek adı; Eunice Kathleen Waymon, (d. 21 Şubat 1933, Tryon, Kuzey Karolina - ö. 21 Nisan 2003, Carry-le-Rouet, Bouches-du-Rhône), ABD'li şarkıcı, şarkı sözü yazarı, piyanist, insan hakları savunucusu. Caz, blues, soul, R&B, folk müzik türlerinde unutulmaz bir yer edinen Simone, müzikle yaşayan kalabalık bir ailede dünyaya geldi. İlk müzik bilgilerini annesinin desteğiyle edinen sanatçı, çocukluğunda kilise korosunda şarkı söylerken, yardımsever birinin ilgisiyle klasik piyano eğitimi aldı. Müziğe olan yeteneği, 10 yaşındayken keşfedilince 1950 yılında New York Juilliard Müzik Okulu'nda eğitim görmeye başladı. O günlerin yoğun ırkçı baskılarına ailesinin maddi sıkıntıları da eklenince Philadelphia'ya taşındılar. 1954 yılında bir barda şarkı söylemeye başladı. 1958 yılında ilk albümünü yaptı, aynı yıl adını İspanyolca 'kız' anlamına gelen Nina ve hayranı olduğu oyuncu Simone Signoret'ten esinlenerek, bilindiği sahne adını aldı. Siyahi hakları ve sivil haklar konularında bilinçli bir eylemci olarak bunu yaşamına yayan Simone, satış rakamları bir milyonu aşan albümlere imza attı. Müthiş bir piyanist, şarkıcı ve şarkı sözü yazarı olarak tarihe geçmiş siyahi sanatçı, 'Four Woman' (4 Kadın) adlı eserinde siyahi kadınların çektiği işkenceyi anlattı. 'Mississippi Goddam' adlı şarkısı türündeki yapıtları, Medgar Evers adlı ırkçılığa direniş kahramanının öldürülmesi, bir siyahi kilisesi bombalanarak dört küçük siyahi çocuğun ölmesi gibi olayları protesto etmek için yazılmıştı.

Ani Difranco

1970 doğumlu folk ozanı, şarkıcısı ve aynı zamanda iyi bir akustik gitarist.

Feminist ikonu. Yirmiden fazla albümü var. Grammy ödülleri var ki ödüllere önem vermem ama böylesine muhalif, sözünü sakınmayan bir ozanın ana akım ödülleri alabilmesi devrim.

Duruşunu ve tavrını hiç gizlemeyen, özü sözü bir, müzik dünyasına sahicilik ve renk getiren ozan. Alanis Morissette’nin başarısını, nedense Ani’nin yarattığı zemine bağlarım. Alanis, Ani’nin ana akıma uyarlanmış, hafif hali gibi gelir. Ana akım feminizmi yani erkeğe çemkirmekten çok öteye gidemeyen bir feminizm gibi gelir ilk çıkış şarkısı “Oughta Know” (Bilmelisin)

Annie Lennox

Annie Lennox’un sıra dışı sesi ve görüntüsü beni her zaman etkilemiştir. Pop dünyasından çıkan ama rock ruhu taşıdığını düşündüğüm bir isim kendisi. 1954 doğumlu İskoç ozan/şarkıcı, aktivist. Lennox’un solo albümleri arasında “Diva” ve “Medusa” ve ''Bare'' var . Aynı zamanda Annie Lennox 2003 te ''Yüzüklerin Efendisi'' (KRALIN DÖNÜŞÜ) filminde söylediği şarkıyla ''EN İYİ FİLM MÜZİĞİ OSCAR'' ını evine götürdü... I saved the World Today , A Whiter Shade Of Pale ve Sweet Dreams’i onun sesinden dinlemek bana huzurdan öte bir güç veriyor.

Ece Dorsay

ecedorsay@yahoo.com

5 Mart 2012 Pazartesi

Tükenen Madonna biletleri, Bizden Alternatif Müzisyenler vesaire…

Tükenen Madonna biletleri, Bizden Alternatif Müzisyenler
vesaire…
3 Mart 2012 BirGun Pazar eki

Artık ülkemizde çok fazla konser oluyor. İnsan sahiden hangisine gideceğini şaşırıyor. Evet, konser delisi bir insanımdır ama açıkçası son yıllarda, bana çok şey katacak bir caz müzisyeni veya taptığım bir grup veya merak ettiğim yeni bir isim olmadıkça çok fazla konsere gitmiyorum. Tabii, fazla konsere gitmek de göreceli . Jane Birkin ve Cat Power gibi isimleri izledim en son. Duruşu ve tavrı tartışılan Madonna’nın en azından pop tarihindeki yeri ve cesareti tartışılmaz. İnönü stadyumunda kendisini izlemiştim. 90’ların başıydı. Yanıbaşımda bir ufak çocuk gözlerini kapatmıştı utanıp. Müthiş bir şovdu ve o yaşta daha da etkileyici gelmişti ama bilet almaya saldırmadım hemen bu seferki konserine. Biletlerin iki günde bitmesine şaşırmadım mutlaka bir
plan vardır bolca davetiye de olmuştur çünkü U2’da hemen tükendi galeyanına getirdiler ve gittiğimizde gördük ki stadın yarısı boştu. Diyeceğim o ki, Madonna biletlerine saldırmadım ve biletsiz kaldım ama zaten şarkılarını evde dinlemek bana yeter veya bir diskoda. Dört saat süren stada giriş çıkış işkencesini, en son U2 için çekmiştim. Madonna’nın şovu için pek de cazip
gelmedi çünkü pop şarkıları bir şekilde büyük sahnelerde ihtişamını yitirebiliyorlar. Nitekim Suzanne Vega konserine gitmek istiyorum ama bilet kalmış mıdır emin değilim galiba bu son dakikacılık huyumdan bir türlü vazgeçemiyorum.

Bu aralar radyoda çalmaktan en keyif aldığım şarkılar ; Uncut ve Mojo gibi
dergilerin derlemeleri. Geçen hafta Michael Stipe’ın seçtiği ilginç indie
grupları ve şarkıları dinledik. Bu haftasonu (yani siz bu yazıyı okuduğunuzda
muhtemelen çalmış olacağım.) RHCP grubunun en sevdiği 15 funk parça seçmesi
olacak ama yüksek ihtimal programı müthiş İngiliz DJ Tim Hallam ile birlikte
sunacağız ve onun da 70’lerden engin funk seçkisinden de dinleyeceğiz.

Elime bir çok alternatif CD ulaştı ve memlekette ne kadar
çok alternatif iş çıktığını bir kez daha anladım. Gazino grubunu konuk aldıktan
sonra Peyote müzikten elime geçen Ricochet, Proudpilot, KafaBinDünya, DDR,
Sakareller gibi birçok grubun albümü ve 123, Tolgahan Çoğulu gibi başarılı grup
ve özgün sanatçıların da albümleri geldi. Bir müzisyen ailesi veya ordusu
tanımak çok müthiş, radyo programıma konuk almaya başlamak, aldığım en güzel
kararlardan biri oldu şüphesiz. Daha aklımda epeyce isim var. Cazdan, blues’a
ve alternatif’e, gitar virtüözlerine, bu memlekette inandığı yoldan giden,
nispeten batıdan daha fazla beslenen isimler, güzel sentez yapanlar her zaman
konuğum ve yazı konum olabilirler. Geçen hafta Gazino grubunu yazmıştım
biliyorsunuz. Geçen haftaki programıma konuk almadığım için, bir grubu bizzat
tanımadan yazmamaya özen göstereceğim.

Biyografi kitaplarını severim. Daha ziyade müzisyenlerin hayatlarını anlatan kitapları severim.
Kurt Cobain’den Jeff Buckley’e epey biyografi kitabı okudum. RHCP’nin solisti Antony Kiedis’in hayatını İngilizceden keyifle okudum, Patti Smith’in otobiyografisi Çoluk Çocuk, zaten çok etkileyiciydi. Bir günde bitirivermiştim.
Şimdi elimde James Dean’in yeni çıkmış bir biyografisi var : Mutant Kral. Bu
kısacık ömrü anlatan kocaman bir kitap yazmışlar ki bu da sürenin değil sürecin
önemini gösteriyor. Işıltısı daimi parlamış bir yıldız. Henüz bitirmeye vakit
olmadı ama kapağı bile haliyle çok çekti, James Dean’in siyah beyaz bir
portresini bir kitabın kapağına koyduğunuz an, o kitap çok satar tabii.J
David Dalton tarafından kaleme alınmış. Konuya biyografi kitaplarıyla başladım
ama asıl varacağım yer neresi ben de bilmiyorum J

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

1 Mart 2012 Perşembe

Gazino’dan İnsan Olmak Yasak Ve Marilyn ile Bir Hafta

Gazino’dan İnsan Olmak Yasak Ve Marilyn ile Bir Hafta
26 Şubat 2012 BirGun Pazar Eki


Açık Radyo’daki Dağınık Oda adlı programıma (her Cumartesi
18:00’da,canlı yayın) ilk kez bir rock grubumuzu konuk aldım. Çiçeği burnunda,
Gazino adını seçmiş, gayet aklı başında ve realist arkadaslardan oluşuyor. Dünyaya biraz karanlık bakıyorlar ki bu da gayet realist bir yaklaşım. İnsanOlmak Yasak adlı albümleri, bir sürpriz gibi elime ulaştı ve kendime dedim ki; neden programıma konuk almaya başlamıyorum. Plak şirketinden de arayıp, CD’nin ulaşıp ulaşmadığını sordukları zaman, tamam dedim kendime, yeni gruplara ve iyi müzisyenlere destek vermek , onları yakından tanımak gayet heyecan verici
olacak. Ne de olsa dert ortağım sayılırlar. Bu ülkede, biraz farklı şeyler yapmak hep zor. Elbette kadın olmanın ve alternatif bir sese sahip olmanın zorluklarından burada bahsetmiyorum bile, o ayrı konu.

Gazino grubu,piyasaya güzel bir rock albümü armağan etti: ´İnsan Olmak Yasak´.Sözler ve bestelerin Barış Erdem’e ait olduğu, düzenlemelere ise Erdem´le Cem Akkartal´ın imza attığı albüm, sert ve direk sözleri, özenle yazılmış müzikleri ve iyi çalmalarıyla dikkat çekiyor. Gazino, 2007’de rock yapmak amacıyla Barış Erdem (vokal, gitar) ve Cem Akkartal (gitar) tarafından kuruldu. Bu ikili Galatasaray Lisesi’nde eğitim görürken 2000’de birlikte çalmaya başlamış, çalışmaları Galatasaray Üniversitesi’nde devam ettirmişti. Gazino kültürünü anımsatmak, gündeme getirmek amacıyla bu ismi seçmişlerdi. Gruba daha sonra Çağrı Döner ile Ümithan Şardağ katıldı. 2011’dealbüm çalışmalarına girmeden ikili olarak kalan Erdem ile Akkartal davula Semhan Aydın’ı alıp kayıtlara girişti. Aydın albüm sonrası ekipten ayrıldı.

Albümde ismini ve sözlerini en sevdiğim şarkılar : Vampir Töre, Kafam Güzel, Yapay Cennetler, Sahte Peygamber, Dekolte. Bazı şarkıları, akustik olarak dinlemek çok daha fazla keyif verdi bana. Her şeyin yasaklanmasından dolayı duydukları rahatsızlığı dile getirebilmek için albüm kapaklarında adeta bir “yabancı”, başka gezegenden gelmiş yaratıklar veya benim deyimimle ilkel bir kabile gibi poz vermişler. İlk başta illüstrasyon düşünmüşler ama daha sonra bu kapak içlerine sinmiş. Barış ve Cem’in çocukluk yıllarına dayanan bir dostlukları olması, onları ayrıca birbirine kenetliyor. Rock gruplarında böylesi, büyük bir şans. Yeni tanışan müzisyenlerin çok da kenetlenemediği bir devirdeyiz. Ya kardeş ya da çocukluk arkadaşı olmak bir avantaj. Hiç cover döneminden geçmemeleri bana avantaj gibi geldi. Biliyorum ki bar grupları bir süre sonra tükeniyor ve otomatiğe bağlayabiliyorlar. Gazino ise direkt besteye vermiş kendilerini. Çıktıkları televizyon programı Disko Kralı’nda ne şanssızlıktır ki kendi bestelerinden çalma fırsatı bulamamışlar. Üstelik cover yolundan geçmemiş bir gruba, haksızlık edilmiş dersek abartmış olmayız. Albümlerinin devamını, grubu bozmadan, kişisel olarak bozulmadan ve bu inatçı tavırlarını sürdürdükleri haliyle bekliyoruz. Bana zaten öyle olacak gibi geliyor çünkü altyapıları ve eğitimleri de sağlam. Bilinçli arkadaşlar.

Marilyn ile Bir Hafta filmini gördüm. Aslında Marilyn rolündeki aktrisi (Michelle Williams) özellikle gençlik dizilerinden tanıyorum. Kendisini pek sevmem, yeterince etkileyici ve güçlü bulmam nitekim role de uymamıştı. Film boyunca çok donuk ve ruhsuz, aptal bakışlıydı. Marilyn Monroe’nun pırıltısına benzer bir pırıltı hiç göremedim. Sadece beyaz tenli ve açık sarı saçları ve bebek yüzü var diye mi seçmişler bilmiyorum ama role hiç yakışmadığını düşünüyorum. Birçok dostum da benimle aynı fikirde. Diğer tüm oyuncular ise olağanüstüydü. "1956 yılının yazında, 23 yaşında genç bir delikanlı olan Colin Clark, Oxford da okuduğu bölümü terk ederek, sinema sektörüne girer ve kendisini o sırada çekimlerine başlanan The Prince and the Showgirl adlı filmin setinde, en alt kademedeki asistanlardan biri olarak bulur." Michelle Williams’a rağmen, Marilyn’in hayatından kısa bir kesit olarak, izlenebilir bir film. Etkileyici bir kısa öykü gibi…

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

The Artist ve San Remo Festivali

The Artist ve San Remo Festivali

19 Şubat 2012 BirGun Pazar eki

Bu hafta nihayet The Artist filmini gördüm. Sessiz film türünde cekilmis ve isin komiği, etrafımdan epey saçma yorumlar aldı : Sessiz olduğu için sıkıcıymış vesaire gibi. Böylesine güzel bir film ben bile beklemiyordum ama sessiz olduğu için kötü olabileceği yorumlarına ne kadar gülsem az’dır. Bir pop starımız, filmin ilk on beş dakikasına dayanabilmiş. Ben bu kadar sürükleyici, bu kadar etkileyici az film gördüm. Çok da abartmak istemiyorum ama oyunculuklardan, senaryoya, tam filmin sonlarında çiftin dansı bittiğinde seyirciye selam vermeden önce, nefes nefese kaldıklarında sesin geri gelmesi, hepsi müthiş olmuş. Çok etkilendim. Sinema sektöründeki teknolojik devrimi anlatan bu film, sesin, film pelikülüne, bir daha hiç ayrılmamak üzerine girmesi üzerinden bir aşk hikayesini anlatıyor. O kadar tutkulu bir hikaye ki bu, izlerken adeta yaşadım olan bitenleri. “Sessiz sinemanın en karizmatik aktörleri arasında yer alan George Valentin bu ses meselesi yüzünden arka planda kalıyor, sesli döneme geçmeyi reddediyor ve onun sayesinde sinemaya bulaşan Peppy Miller ise şöhretin ışıltılı yollarında şımarıkça yükseliyor.” diye yazmış bir izleyici. Özet olarak böyle diyebiliriz ama kahramanın, başarıya takıntısı ve hayalkırıklıkları yüzünden intihar girişimi, öyküye çok daha derin boyutlar kazandırmış. Hem aşkı hem de başarısı elinden gittiğinde, büyük bir kriz yaşıyor. Aşk için eski mutsuz hayatını geride bırakabilmiş bu romantik (devrimci anlamında) adamın hassasiyeti, sinema dünyasına olan tutkusu ve zaman zaman hissedilen şizofrenisi (kendi dünyasına ve hayallerine bağlılığı ve onları maksimum tutkuyla yaşaması anlamında) onu dibe doğru sürüklüyor çünkü acımasız kapitalizmin içinde, yeninin eskiyi alaşağı ettiğini görüyoruz. Daha sonra aşkını geri kazanması ve yeni bir yol bulması ise, filmden çıktığımızda, düzen berbat olsa da, bireysel devrimlere inancımızı körüklüyor.

The Artist filmi , gerçekten, tüm bu teknoloji safsatasının bizleri boğduğu yerde imdadımıza yetişiyor. Eski ile yeninin buluşabileceğini, teknoloji devriminin de, insaniyetle güzele çevrilebileceği gerçeğini perçinliyor. Kafamda hep dönen konulardan bazılarını, öyle güzel anlatmış ki film.Aşk, eski/yeni savaşı, şöhrete giden yolda alınan kararların yıkıcı veya yapıcı olması, karakter analizleri üzerinden giderek, çok fazla şey düşündürüyor. Kimilerine, standart bir Hollywood hikayesi gibi görünebilir ama teknoloji devriminin bir insanın hayatındaki kişisel devrime de tekabül etmesi açısından çok heyecan verici bir senaryosu var.


San Remo festivali’ni pek izleyen biri değilim ama bu aralar çevremde epey izleyen olduğu için merak edip baktım. Al Bano ve Romina Power’ın Felicita şarkısı aklıma kazınmış sadece.Demek ki pek fazla izlememişim, çocukken bile. İlk başta, çeviri olmadığı için skeçlerden epey sıkıldım ama ikinci ve üçüncü gece yarışma iyice coştu. Beni en çok heyecanlandıran, konuk sanatçılar oldu : Macy Gray, Patti Smith, Brian May’i izlerken coştum. Özellikle Patti Smith’in siyah ceket ve kravatıyla sahne alıp , Because The Night’ı Fred’in hatırasına söylerken çok etkileyiciydi. Festival birden, rock konserine dönüştü. Aslında canlı orkestra müthiş etkiledi beni. Eurovision’da artık maalesef bu güzel durum yok. Yaylıların, en rock parçaları bile müthiş bir hale getirdiğini duymak güzel. Rai Uno kanalını pek açmamışım çünkü Digiturk’te yok zannedip nasıl olsa izleyemem diye düşündüm. Televizyon ile ilişkimin zayıf olması beni üzdü mü? Tabii ki hayır. Yabancı kanallardan bile çok az sayıda izlediğim varmış. Farklı kanallara bakmak bazen iyi olabiliyormuş ama. Bildiğim kadarı bu festival, birkaç gece daha devam edecek. Bize de izlemek ve keyif almak düşer o zaman.

Ece Dorsay ecedorsay@yahoo.com