Gökkuşağının altından geçerken...

Gökkuşağının altından geçerken...

3 Haziran 2012 Pazar

İzmir’de 45’lik Plak Evi


İzmir’de 45’lik Plak Evi
3 Haziran 2012 BirGun Pazar Eki

  
      İzmir’de Kızlar Ağası Han’ı gezerken, sahaflardan bahsetti bir dostum. Dedik, üst kata çıkalım bir bakalım. Arkadaşım zaten biliyordu ortamları ama koleksiyoner dostlardan birinin tweet’i ile kendimizi Kızlar Ağası Han’ın üst katında bulmuştuk 2011 yılının yaz aylarında. Matara İlgi Evi adlı bir plakçı, ikinci el plaklar satıyordu. Duvardaki posterler de müthişti : Barış Manço’dan Cici Kızlar’a, Bülent Ersoy’a bir sürü eski afiş… Plaklar daha çeşitliydi : Cazdan blues’a, Türkçe ağırlıklı olarak türlü çeşit plak vardı ki hala var. Dükkanda kendimizi kaybedip, birbirinden ilginç hatta bazen kitsch kapaklı plakları kurcalamaya, matrak posterler ile fotoğraf çektirmeye başladık. Özkan Sağlıksunar ile bol dedikodu yaptık. Hem daimi müşterilerini anlattı bize, hem de elindeki ilginç plakaları dinletti. İlhan İrem 45’liği kaptım bir hatıra niyetine.

   Nitekim bir sene sonra 2012 yılının Mart ayında, Kızlar Ağası’nın çok yakınlarındaki Mirkelam Han’ın girişine gittiğimde yeni açılan Plak Evi adlı yerde de aynı şeyi yapacaktım : İlhan İrem’în Anlasana adlı nadide 45’liğini, kırılmış ama hala dinlenebiliyor olduğu için çok makul bir fiyata alacaktım. Ben koleksiyoner filan değilim , yanlış anlaşılmasın. Plak dinleme alışlanlığım da yok ama babamın bizlere hediye ettiği binlerce plağın arasına İlhan İrem eklemesem olmazdı. İşte belgesel fotoğraf sanatçısı Birol Üzmez de İzmir'in 350 yıllık tarihi hanı Mirkelam Han'ın hemen girişinde açtığı küçük dükkanında 40 yıldır biriktirdiği taş plakları, 45'likleri, uzun çalarları sergiliyor.


Birol Üzmez’in bana gönderdiği tanıtım yazısı, bu güzel, şirin dükkanı çok güzel özetliyor :  

“45 lik plak evinin amacı yalnızca “Anılarımızdaki Müzikleri” anımsatmak değil,aynı zamanda yaşatmaktır. Artık geride kalmış bir çağın,hafif müziğin o altın çağının ,dev seslerini,dev melodilerini , o çağdan kalmış anısı olsun,olmasın isterse o çağda henüz doğmamış olsun, tüm müzikseverlere sunmak,o çağı değil ama,müziğini onlara yeniden yaşatmaktır. O çağ ki,birbiri ardı sıra,dev sesler ve dev melodiler çıkardı. Hem ülkemizde hem de Dünya da. O melodiler ki , yıllar onları silemedi. Farklı dillerde,çeşitli düzenlemelerle def’alarca yeniden söylendiler,büyük orkestralarla,ağız mızıkaları ile,köşe başlarında ıslıklarla milyonlarca kez çalındılar, gene de onlardan bıkılmadı. Yalnızca çağlarının insanları değil,daha sonraki nesillerin de beğenisini kazandılar.

45 lik plak evindeki albümler,müzikseverlere yalnızca anılarını anımsatmak, ya da onların beğenisini kazanmakla yetinmeyip,onlara aynı zamanda bir koleksiyona sahip olmak olanağını da tanıyacaktır.

Farklı müzik türlerinin unutulmayan olağanüstü ses ve melodilerinden oluşan ve meraklısı için değeri ölçülmez bir koleksiyon.Öyle bir koleksiyon ki,modasının geçmeyeceğine yıllar tanıklık etmektedir.Arşivimizdeki seçkin plakların tamamı klasikleşmiş melodilerden ve ansiklopedilere geçmiş sanatçılardan oluşmaktadır. Daha önemlisi bir müzik prodüktörünün değil,fakat 20.yüzyılın nicelerinin kaybolduğu acımasız süzgecinden ve beğenisinden geçerek seçilmişlerdir.

Biz ülkemizin müzik severlerinin de, böyle bir koleksiyona sahip olacağını düşünerek sevinçle ve heyecanla yola çıktık.”

Birol bey sayesinde, 70’lerin naif plak kapaklarini üreten, Betül Atlı adlı sanatçıyı tanıdım. Bilgisi ve birikimiyle, mümkün olduğu kadar fazla bilgi vermeye çabaladı. Hümeyra’nın çizdiği kapakları da göstedi. Betül Atlı 1969-70 yılları arasında melodi plakta çalışıyormuş, Ergin Bener döneminde ve o dönemlerde Hümeyra da plak kapakları çiziyormuş Melodi plakta. U2’nun Joshua Tree albümünün LP’sinde gözüm kaldı ama en azından bana kasetini hediye ederek teselli etti.

Bu dükkanı anlatmakla bitmez, iyisi mi bizzat gidin ve görün, bu yazı da bir açılış yazısı olsun. Daha üzerine yazılabilecek bir mekan, iyi ki var dedirten…

Ece Dorsay

ecedorsay@yahoo.com

Mira ile Ayda Kahvaltı


Mira ile Ayda Kahvaltı
27 Mayıs 2012 BirGun Pazar Eki

Geçen hafta Açık Radyo’da Dağınık Oda programı konuğum Mira idi. İkinci albümlerini Mayıs ayında çıkarmış olan Mira’yı zaten takip ediyordum. Özellikle , iyi bir vizyonu olduğunu düşündüğüm müzik adamı Tan Tunçağ’ın, Portecho projesini ve daha evvelinde tiyatro müzikleri ile uğraştığını biliyordum. Ta o zamanlardan bir sohbetimiz olmuştu. Bir DJ , bir alt yapı insanı, aranjör arıyordum o zamanlar. Tan’ı önermişlerdi ve telefonunu bulup aramıştım, tiyatro müziklerine yoğunlaşmıştı o dönemler. Seneler sonra Portecho ve derken Studio Plastico’nun radikal, cesur klibiyle karşılaştım. Twitter’da bu klibi paylaşmaktan hiç imtina etmedim. Televizyon kanallarında yasaklandı haliyle.Aslında barışçıl bir klipti ve epeyce soru sorduran bir görüntüler silsilesiydi. İnternette aratıp bulabilirsiniz, buradan konusunu anlatmayayım. Zaten net bir senaryosu yok. Bu tür klipler genelde daha ilginçtir bana göre. Çok net bir senaryosu olmayan klipler.

Albümün ismi bana , 1961 tarihli Audresy Hepburn filmi Tiffanys’de Kahvaltı filminin ismini hatırlattı. Müziği de Moon River’dır. Cover’lamaya bayıldığım bir standart. Bunu olumlu anlamda söylemek istiyorum. Güzel bir yere götürdü beni sadece albümün ismi bile. Ayda Kahvaltı, duyduğum en güzel albüm isimlerinden biri.

Mira’nın bu albümünün kapak tasarımı, illüstrasyonlarının sadeliği ama kurgusu çok hoşuma gitti. Hep hayalimdeki durumdur, albüm kartonetine kendi çizimlerimi veya karakelem ile çizilmiş daha naif çalışmaları koymak. Albüme ismini veren parça, aynı zamanda albümün açılış parçası : Ayda Kahvaltı. Gitar riff’iyle direkt insanı sürüklüyor. Aslında ilk başta kaotik gelen albüm, epeyce dinledikten sonra yer ediyor kulaklarınızda. Hatta ruhunuzda.

Radyoda canlı çaldılar, epeyce gitar pedalı, klavye ve ses efektörü ile, radyo ortamı NASA üssüne döndü. Sound konusundaki bu titizlik hoşuma gitti. Risk aldılar ve son an’a kadar güzel bir ses çıkarmak için uğraştılar. Tan, müziğe yakın bir aileden geliyor. Radyoculuk yapmış bir ailesi var. Müzik dolu bir evden geldiği belli oluyor. İzmir ile de bağı, belki ortak noktalarımızdan biri oldu.

Grubun öyküsünü kısaca alıntılarsak :

İlk albümü "Eve Dönmeliyim"i 2008'de çıkaran, Nada grubundan Miray Kurtuluş ve Portecho'dan tanıdığımız Tan Tunçağ'dan oluşan Mira, ikinci stüdyo albümü "Ayda Kahvaltı"yı WePlay etiketiyle çıkarıyor. Adını ölmekte olan bir yıldızdan alan Mira, bu albümde hikayelerini saf melodiler, kalp atışına denk synthler ve çarpıcı sözlerle anlatıyor. Psycho-delic düşsel bir yolculuk olan “Ayda Kahvaltı”, Mayıs 2012’de dinleyicilerle buluşuyor.

Mira 2008 yılında ilk olarak Elec-Trip Records tarafından yayınlanan “Istanbul Calling Vol.2” toplama albümündeki etnik öğeler taşıyan “Bir gün gelir” parçası ile çıkış yaptı. İlk kliplerini de bu parçaya çeken Mira, bir kaç ay sonra ilk albümü “Eve Dönmeliyim”i yayınladı. Yine bu albümden “Son Melodi” ve “Başkası” isimli parçalara klip çeken grup, müziğin yanı sıra görsel anlatımı ile de dikkat çekmeyi başardı. Sonrasında “Babylon Bar”, “Cafe Istanbul”, “Electro-Trip” gibi toplama albümlerde de yer alan Mira, ikinci albüm çalışmalarına başladı. Miray Kurtuluş Nada ile ilk albümleri “Oda”yı, Tan Tunçağ ise Portecho ile ikinci albümleri “Studio Plastico”yu yayınladı. İkinci albümü “Ayda Kahvaltı” üzerine son iki yıldır çalışan Mira, Tan Tunçağ ve Ulaş Özbiçer tarafından yapılan miks ve Babajim Studios tarafından yapılan mastering’in tamamlanması ile WePlay aracılığıyla şarkılarını paylaşmaya hazırlanıyor.
Bu dünyaya ait olmak ve dünyalı gibi hissetmemek arasında gidip gelirken yaşadıklarını, hissettiklerini, hikayelerini on parçalık bu albüme aktaran, Türkçe sözlü düşsel ve görsel müzikler yapmayı tercih eden ikili, Mayıs 2012’de yayınlanan albümleri “Ayda Kahvaltı” ile yarattıkları bu gizemli dünyanın kapılarını açıyor. Mira’ya konserlerinde davulda Ulaş Özbiçer, gitarda Arda Erboz eşlik ediyor.

Bu müzikal macera bizlere keyif vererek, yeni dünyaların kapılarını açarak devam etsin.


Kırmızıya Ulaşmak
20 Mayıs 2012 BirGun Pazar Eki

Renklerle oynamak ve gerçek rengi bulmak. Herkes rengini arıyor belki de. Renkler aldatıcı mıdır? Renklere kapılmak kural tanımaz. Rengi olmayan yerlerde, kimselerde durulmaz. Rengarenk dedikleri ruhlar, birbirlerini bulsa da, yakın durabilirler mi? Herkes birbirini, kendi renkleriyle boğar mı? Serbest çağrışım gibi renkler. Bu yazıdan çıkabilecek sonuç bu.
Hangi rengin mucidi olmak isterdiniz? Apansız gelen ve yakan kırmızının mı? Huzur veren ve sizi içine alan mavinin mi? Gizemlerinden çekindiğiniz morun mu? Renklerin skalasında gezerken, bazen ben de savruluyorum ordan oraya. Ruhum renklerin her türlüsüne açık ama gerçekler öyle değil maalesef. Dokunamıyor bile renkler birbirine. Hepsinin yeri keskince belirlenmiş adeta.

Renklerle ilgili bir kaynakta şunları okudum, bu bilgilere, kişisel olarak çok katılmasam da :
Zaten çok kişisel değil mi bu işler?

Renklerin Anlamları:
·                                 Beyaz: Saflığı, temizliği ve istikrarı ifade eder.
·                                 Siyah: Gücü, tutkuyu ve çoğu ülkede matemi temsil eder.
·                                 Mavi: Sonsuzluğu ve özgürlüğü ifade eder.
·                                 Yeşil: Doğanın ve huzurun rengidir.
·                                 Kırmızı: Canlılık ve dinamizmin rengidir. Ataklık, azim ve kararlılığı ifade eder.
·                                 Sarı: En parlak ve dikkat çekici renktir. Neşe, zeka, incelik ve pratikliği ifade eder.
·                                 Mor: Asalet, lüks ve itibarın rengidir.
·                                 Pembe: Neşe, güven ve rahatlığı ifade eder.
·                                 Turuncu: Dışa dönük olmayı ve güveni temsil eder.
·                                 Lacivert: Sonsuzluk, otorite ve verimliliği ifade eder.
·                                 Kahverengi: Toprağın ve doğallığın rengidir.
·                                 Gri: Alçak gönüllülüğü ve dengeyi ifade eder.

Kırmızıya ek olarak şunlar da var : 
Kırmızı, sıcak, ateş, kan, şehvet, aşk, dinamizm, güç, heyecan, azim ve agresiflik gibi kavramları simgeler. Kan basıncını ve solunumu hızlandırabilir. İnsanları çabuk karar almaya ve beklentileri arttırmaya teşvik edici bir etkisi vardır.

Yeşil renge takıktım ki hala takığımdır ama karakter yapımı çözünce, kırmızının yolunda olduğumu seziyorum. Kırmızıya yakınım sanki. Biraz da karıştırmalı renkleri. Yeni renkler bulabilmek ve yeni yollara çıkabilmek için. Saf bir renk aramak en büyük hatası değil mi her türlü ayrımcı düşüncenin? Naif renkler aramak müthiş ama safkandan kastım, sadece yeşil diye ısrar etmek mesela ki grafikerler ve ressamlar bilir ki hiçbir renk saf olamaz, hepsi başka renklerin karışımından ortaya çıkar. Renklerle savaşıyoruz, renkleri bağrımıza basıyoruz aslında bu yazıda renklerden kastım, ruhumuzdaki dalgalanmalar ve hisler…
Metafor olarak da alabiliriz renkleri ve etkilerini…
Keyifli bir yazı olsun bu hafta istedim. Geçtiğimiz Çarşamba 16 Mayıs’ta Nina Club’da ki performansım çok keyifli geçti 35’e yakın dostum oradaydı ve türkce cover’ları ilk kez sahnede çaldım. Güzel yorumlar aldım. Müzik yazarı Murat Meriç ve müzisyen Gökalp Baykal’ın gelmesi de gecenin güzel sürprizi oldu, kendilerine buradan selam olsun.

Ece Dorsay

ecedorsay@yahoo.com

Konser ve Yelken Özlemi, Replikas Konuğumdu


Konser ve Yelken Özlemi, Replikas Konuğumdu
13 Mayıs Pazar 2012 BirGun Pazar Eki

Gitarım ve ben… Ne kadar iyi anlaşıyoruz bilmiyorum, bazen o beni bırakıyor bazen ben onu… Asla ayrılmıyoruz ama. Dönemsel oluyor bu uzaklaşmalar. Bir süre ara verelim diyen sevgililer gibi de değil. Plansız. Nasıl olsa hep orada olduğunu bilmenin güveni belki de bu…
Yine de fazla uzaklaşmaya gelmiyor, küsüyor gitar sonra… Neredeydin diyor, nasırları acıtıyor. Mesafelerle süslü bir diyarda savruluyoruz bir o yana, bir bu yana…

Gitar ve/veya yelken. Aslında bıraktığınızda, sevdiğiniz her konuda  köreliyorsunuz,  bir şekilde alışkanlıklar, hayatı şekillendiriyor gerçekten. Tüm bunları bilmemize rağmen, her nedense kolaya kaçmayı seviyoruz. 1.83 boylarında bir kadın olmanın dezavantajları da yaşıyorum. Bel problemim yüzünden, gitar çalmak, konser vermek, yelkene gitmek hatta normal hayatımı sürsürmek zor olabiliyor. “Ne kadar uzun boylusun, çok kıskanıyoruz” diyenlere duyrulur. Twitter’dan o kadar çok şey paylaşıyoruz ki, başka yere yazmak, ekstra bir durummuş gibi geliyor. 140 karaktere hapsolmanın dayanılmaz hafifliği mi desem, ağırlığı mı….

Replikas grubunu konuk aldım geçen hafta. Benim için en ögretici programlardan biri oldu. Özellikle program öncesi YGS çalışır gibiydim J Bana gelen bilgiyi kısaca alıntılarsam :

Replikas, Türkiye'nin geçmişi ile geleceği arasında köprü kuruyor! Anadolu pop müziğinin öncü isimlerinin kült şarkıları bu albümde Replikas yorumuyla yer alıyor. Türkiye şehir müziğinin öncü isimlerinden Replikas’ın, 60’lı yıllarda, rock müzik başta olmak üzere, dönemin çağdaş müzik formları ile Anadolu coğrafyasına ait yerel formların birlikteliğinden doğan Anadolu Pop akımını, kendi yorumuyla bugüne taşıdığı "Biz Burada Yok İken" isimli beklenen albüm, Nisan 2012’de Ada Müzik'ten yayınlanıyor. Replikas ile Anadolu pop müziği sevenleri buluşturan bu albümde Erkin Koray, Cem Karaca, Barış Manço, Moğollar, Melih Kibar, Neşet Ertaş, Timur Selçuk, Mazhar ve Fuat, Haramiler, Silüetler, Ersen ve Dadaşlar’ın parçaları yer alıyor. Grup, albümde “Bir Ayrılık, Bir Yoksulluk, Bir Ölüm'', ''Köprüden Geçti Gelin'', “Ölüm Allah'ın Emri'' gibi kült şarkıları yorumluyor. "Biz Burada Yok İken", günümüz Türkiye pop müziğinin kökleri olarak niteleyebileceğimiz isimlere ve Anadolu-pop’a Replikas’ın bir saygı duruşu ve teşekkürü…”

Ben en çok, albümün açılış parçası olan “Aya Bak, Yıldıza Bak” yorumunu beğendim. Haramiler’in söylediği bu parçayı çok modern bir stilde yorumlamışlar. Temel yapıyı da bozmamışlar. Albümde, Jack White’ın gitar sound’una benzeyen modern ve öfkeli sesler duydum. Kayıt çok sıcak ve eski dönemleri andırıyor. Vokal, nispeten daha sıradan ama grubun sound’u, gerçekten olması gereken coşkuyu veriyor insana.

Kafama esenleri yazmayalı epey zaman olmuştu. Konuk aldığım gruplara kilitlendim. Cumartesi günü 123 grubunu konuk almış olacağım. 16 Mayıs Çarşamba akşamı da, H2000 festivalinde, 2002 yılında bana davul çalan müzisyen dostum Levent Bursalı’nın açtığı Nina adlı Caz, Blues mekanında çalacağım. Saat 22:00’da başlıyorum çalmaya, beklerim. Telecaster elektro gitarım ve ben; caz, pop, funk türevlerinde gezineceğim. Sonrasına bakacağız, sürekli çalmak aslında bir müzisyenin ilacı ama bu şehirde canlı müzik kültürü çok kaotik. Nice güzel haberler vermek umuduyla… Özellikle üçüncü albümüme dair…

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

Memlekette Alternatif albüm bolluğu – Ayten Alpman Hatırası


Memlekette Alternatif albüm bolluğu – Ayten Alpman Hatırası
6 Mayıs 2012 Birgun Pazar eki

Hayat, bizim ekip biçtiğimiz bir tarla mı yoksa bize ekilenlerin toplandığı bir tarla mı? Belki de her ikisi de… Ne ekersen onu biçersin lafı var ya… Taktım bu cümleye… Bir bakıma çok doğru tabii, Sürekli emek vermek gerekiyor bir şeylere ki, manevi bir güç gelsin… Hayata anlam katma savaşı süregelmeli yoksa delirir insan. Varoluşsal sorunların başında geliyor belki birgün yok olacağımızı bilmek. Hayvanlar gibi olsak ve bilmesek keşke diyor insan ama o zaman üretir miydik, bu kadar yürekli davranabilir miydik bazı konularda? Kaçımız yürekliyiz ve ne anlamlarda, o da tartışma konusu…

Hep incelikler, sevgi , aşk, tutku, özlem gibi duygularla boğuştum. Aslında çok güzel duygular ve yaşanılabilse güzellikler, paylaşmaya daha açık bir devirde olsak, eminim bu hisler dünyanın en güzel coşkularına gebe. Gelin görün ki, paylaşmak artık, bir haber yazmaktan veya gündelik sohbetlerden ibaret… Sohbetler de yüz yüze olamıyor , çoğunlukla Twitter vesaire.. Kırk yılın başı belki bir esiyor ve görüşülüyor. Tabii, durumu dramatikleştirip, belli kişiler üzerinden genellemek istemem ama çoğumuz böyle olmadık mı?

Mert ve içten olmanın en “uncool” yani bir tür “zayıflık” sayıldığı, berbat ötesi zamanlardayız. Tam aksine, aslında hepimize inanılmaz bir sabır ve kalbe inanma dürtüsü gerekiyor. Gerçi, bu faydacı çağda, poker suratlı olmak yani hislerini asla belli etmemek, robot gibi görevi insanı olmak çok yaygın. Yok arkadas, bu zamanın insanı olamadım ben ve varsın olmayayım… Ne faydacılıktan anlarım ne de çıkarcı sevgilerden… Sevdiğimden yardım filan asla isteyemem. Araya kara kedi girmesin isterim.

Bu yazi yayımlandığında Replikas’i konuk almış olacağım, kendilerinden bir sonraki yazımda bahsedeceğim. Birol Üzmez’in açtığı İzmir’deki plakçıdan da bahsedeceğim. Epeyce konu var kafamda ama doğru zamanı bekliyorum, bugün müzik dışındaki sularda gezeyim dedim.

Bu aralar , ağırlıkta Türkçe müzik dinliyorum. Hem memlekette yeni çıkan alternatif CD’lerin bana gelmesiyle, bir sürü yeni türk grubu dinliyorum, hem de çevremdeki Türkçe müzik meraklıları sayesinde eski pop şarkılarına iyice sardım. TSM’den örneklere bile bakıyorum ara sıra. “Bile” dememin sebebi, hep batı kökenli müziklere olan tutkumla bilinirim genelde. Batıda yeni çıkan grupları, eski yoğunluğuyla takip etmiyor olabilirim, bizde yapılanlar beni daha fazla heyecanlandırıyor, bunun sebebiyse, Türkiyeli bir müzisyen olarak, (ki ben sanatçıyı dünya vatandaşı olarak görenlerdenim.) burada olup bitenleri, yeni adımları, çekilen zorlukları, taze taze gelen akımları, bağımsız projeleri, çöl ortamına sunulan hediyeleri, devrimsel nitelikte görüyorum, memleket müziği için. Ana akım, epeyce kötüleşmiş olsa da, alternatif akımlar her daim heyecan verici. Açık Radyoda programıma konuk alayım derken, bu kadar çok CD geleceğini ve bu kadar çok yeni grup olduğunu tahmin bile etmiyordum ki takip eden biriyimdir yenileri. Çok büyük heyecan duydum.

Kısacası, yakında , memleketin gelmiş geçmiş en önemli isimlerini konuk alabilirim gibi gözüküyor. Biliyorsunuz, kimisine ulaşmak kolay değil ama bu aralar mucizevi isimlerden mucizevi sözler duydum. Eskiden tanıdıklarım da var. Tabii, bu isimlerin çoğu zaten televizyonlara bile çıkmıyorlar ama sadece kendimi dinletip güzel yorumlarını duymak bile ne kadar müthiş anlatamam. Arif Mardin’in gözüm gibi sakladığım e-postasını ise bulamıyorum. Wim Wenders’inki veya U2 basçısı Adam Clayton’unun sanırım grafiker olan abisininki de kayıplarda… Sonuç olarak çok değerli insanlardan çok değerli sözler duydum ama isimleri bana kalsın. Memleketin güzide isimleri…

Son söz olarak : Ayten Alpman gibi bir divanın kaybı beni çok sarstı. Babama yapılan saygı gecesini onurlandırıp şarkı söylemişti ve orada tanışma fırsatı bulmuştum kendisiyle. Asi tavırlı ve çok klas duruşu olan bir diva idi. Hayran kalmıştım. Yıl 2011 yer Akatlar Kültür Merkezi. “Bu gençler de caz müziği kolay sanıyorlar, herkes söyleyemez” diyordu sahne arkasında, Cahit Berkay’a. Kimilerinden şikayetçiydi belli ki. Çok heyecanlıydım. Babama, Moon River adlı caz standardını, bestem olan Güneş ve Sen’i söyledim o gece sahneden. Sonra korkarak , cesaretimi toplayıp Ayten hanımın yanına gidip, ne düşündüğünü sordum. Sen kesinlikle caz müziğe yönelmelisin dediğinde ne kadar mutlu olduğumu dün gibi hatırlıyorum. Ses rengini, kendime yakın bulduğum ve örnek aldığım yegane şarkıcı, bu memlekette…. Ben Varım şarkısını yorumlamıştım aylar evvel, evde prova demom duruyor. Paylaşmaya çekiniyorum… Işıklar içinde uyusun, memleketin gelmiş geçmiş en güzel sesli divası…. 2 haftadır radyo programımı Ayten Alpman’dan bir şarkı ile açıyorum. Bir süre daha böyle devam eder programım… Müthiş şarkıları hep ve her yerde yankılansın…

Ece Dorsay