Gökkuşağının altından geçerken...

Gökkuşağının altından geçerken...

1 Eylül 2013 Pazar

32. İstanbul Film Festivali



 32. İstanbul Film Festivali

21 Nisan 2013 BirGün Pazar Eki


İstanbul Film Festivali’ne son bir iki yıldır yeterince ilgi gösterememiştim. Bu sene de pek film göreceğimi sanmazken, haydi dedim bir iki tane göreyim. İşte böyle başladı festivalin ikinci haftasına 14 film sığdırma maceram. O kadar keyif aldım ki filmlerden, festival bitince büyük bir boşluğa düştüm. Bunca olumsuz gelişmeye, biber gazlarına, babamın başına gelenlere, Emek Sineması’nın yıkımına rağmen belki de inat, filmlere sarıldım. Bir nefes aldım, başka dünyalara gittim geldim.

Festival kitapçığını karıştırmayı oldum olası sevmişimdir. İnsan birçok filmi göremedi diye üzülür hatta o kitapçık yüzünden. Bir çok filme son anda rastgele girdiğim oldu ama ilginçtir ki sezgilerim yanıltmadı ve çok güzel filmler gördüm. Gördüklerimin büyük kısmını beğendim de diyebilirim rahatlıkla. Her festival sonrası şunu diyorum : Keşke, en azından birkaç sinema salonunda, daha bağımsız filmler sürekli oynasa ve belli başlı 10-15 gündem filmine mahkum kalmasak. Buradan önerim olsun. 

Polonya filmi “ Adına” epeyce farklı ve cesurdu. Kilise cemaatinin başına geçen rahip Adam’ın hikayesini anlatan film, kendisinin çok sevilen bir rahip olmasına rağmen, sıra dışı ve sessiz bir genç adamla kurduğu yakınlık yüzünden cemaatten dışlanmasını anlatıyor. 
Filmin başrol oyuncusu Andrzej Chrya, bir konuşma yaptı. Epey sempatik ve naifti. Başka film projelerinden ve LGBT dünyasının, Polonya’daki durumundan da bahsetti. Filmi eşinin yönettiğini ve daha önce Binoche ile çalıştıklarını ve yeni projede yine Binoche’u düşündüklerini anlattı.

Festivalde, beni en etkileyen filmlerden biri Disconnect oldu. Festivalin son günü gördüğüm bu film, çağımızın internet hapsini, iletişim kopukluğunu, ailelerdeki iletişim sorununun nasıl bir yıkıma dönüşebileceğini, “öteki”leştirilen öğrencinin aslında müzik ve sanat duyarlılığı olduğunu bize hazin bir şekilde tekrar gösteriyor. 

Sanatçı ve Modeli, fazla şişirilmiş Renoir filminden çok daha etkiledi beni. Oyunculuk muhteşemdi. Bağırmadan çağırmadan, yaşlı ressam ile genç modelinin, birbirlerine öğrettiklerini ve bağlanmalarını anlatan müthiş bir filmdi. Renoir’da da aynı tema vardı. Biraz daha pembe dizi gibiydi Renoir. Olayların ve etkilerinin fazlaca şişirilmişi gereksiz müziklerle gösteriş yaratılmaya çalışılmış, oyunculuklar vasat denilebilecek bir filmdi. Sanatçı ve Modeli ise, daha kenarda ve mütevazi duran bir film olmasına rağman, az bütçeyle benzer temanın çok daha vurucu işlenebildiğini gösterdi adeta. Bu iki filmi ard arda izlerseniz ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız.

Ayıcık, hüzünlü ama bir o kadar da sevimli bir filmdi. Vücut Geliştirme ile uğraşan, hala ana kuzusu bir adamın, aşkı ararken başına gelenler. Morrissey’i andıran yüzü ve utangaçlığıydı filmi ilginç kılan. Tayland’a gidip para karşılığı kadınlarla olmayı dener ama yapamaz. Sonunda, özel biriyle karşılaşır ve ülkesine davet eder ama annesinin engellemelerini aşması gerekir. Filmin güzelliği belki de Dennis’in yalnızlığı ve kendi duvarlarını aşma çabasındaki asalet. Bir filmi en fazla film yapanın oyuncuların doğal gücü  olduğunu düşünüyorum. Çok sıradan bir film de olabilirdi ama Dennis karakterinin derinliği, filmi sıradanlıktan kurtarıyor.

Kenya’nın ilk Oskar adayı Yarım Kalan Hayat filmi de beni etkiledi. Fazlaca romantik bulunabilir, kahramanın özellikle gerçek bir firar sahnesinin ardından tiyatro sahnesine direkt geçtiği final. Bu tür sahnelerin metafor olduğu çok açık, mühim olan, mantık ve müthiş kurgu  aramak yerine, filmdeki öyküye odaklanmak, Nairobi şartlarına ve kahramanın, ufak bir köyden çıkıp oyuncu olmak için neleri göze alması gerektiğine bakmak. 

Uzman bir film eleştirmeni değilim, filmlerin beni en çok etkilediği noktalara odaklanıyorum. Eğer bende bir etki bırakmazsa zaten o filme iyi demem mümkün değil ama etkileniyorsam, filmin kusurlarını biraz geri plana alıyorum. Güçlü yönlerine odaklanıyorum.

Zıt Kardeşler de eğlenceliydi. İki kardeşin iş hayatını reddedişi ve punk hareketinin, yaşamının da ti’ye alınması en az düzenle dalga geçilmesi kadar anlamlıydı.

Festivalde Gördüğüm ve Beğendiğim Filmler :

Zıt Kardeşler
Ayıcık
Başka Bir Hayat
Çocuk Pozu
Disconnect
Kutsal Dörtlü
Lucia’dan Sonra
Montreuil Kraliçesi
Ne Yaptın Richard?
Renoir
Sanatçı ve Modeli
Yarım Kalan Hayat
Öğrenci
Küçük Şeyler

(Unuttuklarım olabilir)

Kaçırdıklarım/Merak ettiklerim :

Two Mothers
Before Midnight
Camille Claudel
Tim Buckley’den Sevgilerle
Sound City

(daha da eklenebilir.)

Ece Dorsay

ecedorsay@yahoo.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder