Gökkuşağının altından geçerken...

Gökkuşağının altından geçerken...

26 Ekim 2009 Pazartesi

TWİTTER KULLANMA KILAVUZUNA EMPATİK YORUMLAR

TWİTTER KULLANMA KILAVUZUNA EMPATİK YORUMLAR
15:58 25 Ekim 2009

Ece Dorsay

ecedorsay@yahoo.com

Facebook yetmezmiş gibi bir de twitter sevdası başladı. Neyse ki ona kapılmadım. Twitter için Facebook’un minimalize edilmiş ve sade hali yorumu yapılabilir. Henüz taze bir site olduğu için bloklanan veya sınırdışı edilen üye çok oluyormuş. Ekşimtırak sözlüklerin pabucu dama atıldı bile anlaşılan. Bankaların globalleşmesi gibi, web siteler de globalize oldu ve hatta tekelleşti. İnternette, Twitter için verilen önerilere rastladım, gülsem mi ciddiye mi alsam bilemedim. Her yerin bir raconu var tabii. Sokakların ayrı, akademik ortamların ayrı, müzik sektörünün ayrı bir dili var. Hepsine birden adapte olmaya çalışmak zor, ben de şahsen kendi kişiliğimle örtmeye çalışıyorum içinde bulunduğum her alanı, tavizi minimumda tutmak adına… İnterneti de, müziği de, ders verdiğim okulu da dünyaya katmaya çalıştıklarımı ve rengimi paylaşmak adına güzel alanlar sayıyorum.
Gelelim Twitter’ın kurallarına, internetten aldım ve altına yorumlarımı ekliyorum:
1) Eğer fazla Twitter takipçiniz yoksa, arttırmak için oraya buraya teklifler göndermeyin.
Spam manasına gelen mail veya mesajdan bahsediyor sanırım bu cümle. Oysa internetin olayı zaten sürekli bir tanıtım bombardımanı değil mi? İstesek de istemesek de…
2) Bir ürünün, bir yeniliğin, vs. tanıtımını sürekli, tekrar tekrar yapmaktan kaçının. Size ilginç gelen, sizin çok sevdiğiniz bir şey başkaları için o kadar ilginç olmayabilir.
Reklam amaçlı kullanmayın demek oluyor bu. Her gün kafamızı ütüleyen büyük şirketlerin reklamları ve internet banner’ları günaha girmiyor demek ki... Bireysel tanıtım göz korkutuyor desenize.
3) Tweet’inizde cinsel içerikli materyallere bağlantı vermekten kaçının. Zaten yapmazsınız, ancak Twitter’da çok fazla sayıda porno yıldızı türemeye başladı, üstelik bunlar sizi de her an takibe alabilir. Bunlara da kanmaktan kaçının.
Çok makûl… Peki ya inbox’umuza nerden geldiği belirsiz ‘oranızı buranızı büyültün’ mail’lerinden nasıl kurtulunur?
4) Yeni takibe aldığınız bir Twitter kullancısına daha ilk seferden işinizle ilgili olan bir web sayfası bağlantısı göndermeyin. Bu tür bir pazarlama taktiği tembel işidir, negatif etki yaratacaktır.
Bu da kabul edilebilir. Aslında pazarlama dedikleri şu: Parayı ver ilanını heryere asalım.
Facebook’taki ufak ilan verme durumu gibi. Anlayacağınız reklam yapmak da tabi ki parayı verene… Bedel ödemeden reklam yapana ceza. Tek ayak üstünde dur ve internete girme!
5) Sürekli tweet’lemekten kaçının. Tweet sayınız alıp verdiğiniz nefes sayısını geçmesin. Bunun yerine dışarı çıkın, hayatı yaşayın, dışarıda güzel bir hayat var.
Ah işte buna bayıldım! Dışarı çıkın bir bakın. Herkes lap top’larıyla kafeterya köşelerinde tweet’leyip cep telefonlarından 3G görüntü paylaşmıyorsa dışarıdaki güzel hayattan faydalanabilirsiniz. Ama arkadaşlarınız bile günün yorgunluğunu internette atmak istiyorsa, delirmeden yaşamak zor…
6) Robot gibi davranmayın. Otomasyon aracı kullanmak kolayınıza gelebilir, ancak insanlar insanlarla etkileşim içinde olmak isterler, makinelerle değil.
Bu tavsiye de çok ilginç. İş yaşantımızda robotlaştırıldığımız ve teknolojik patlama aracılığıyla birbirimize yabancılaştırıldığımız bu devirde, ‘kendinize yardım edin’ gibi bozuk Türkçe ile lisanımıza direkt çevrilmiş, çok satan kitaplar tadında bir tavsiye olmuş. Siz iyisi mi robot gibi davranmayın ve didaktik cümleler kurup ‘hayata dair’ uzman kesilenlerin görüşlerini iplemeyin. Ve işte son bombamız alttaki cümle:
Gerçek hayatta insanlardan vazgeçmek o kadar kolay değil, ancak Twitter’da bu tek bir tıklamaya bakıyor. Bu nedenle insanların sizden uzaklaşmaması için kusurlu hareketlerden kaçınmanız gerekiyor. Yukarıdaki hareketleri yapmazsanız sizi takip edenlerin sayısı günbegün artacaktır.
Takipçileriniz, kurallara uyarsanız artar demek istiyor. Robotlaşmayın diyen internet kullanıcısı tavsiyesi burada kendini eleverdi!!! İyi tweet’lemeler….

24 Ekim 2009 Cumartesi

The Smiths Gecesi Peyote 27 Ekim



27 Ekim de The Smiths anma gecesinde sahne alıyorum, beklerim...
Yer : Peyote - Nevizade http://www.peyote.com.tr

23 Ekim 2009 Cuma

Yasak Ten

Yasak ten

Cuma, 23 Ekim, 2009

Ece Dorsay

Frank Sinatra ve Bono'dan "I've got you Under My Skin" düetini dinlerken fark ediyorum sözlerin her dinleyişte tekrar anlam kazanışını. Önce, "benim altımdasın" diyen, erotik ima olarak algıladığım bir sevişme sahnesinden daha öteye gidiyor manası sonradan. "Derimin altındasın" diyor aslında. Öylesine içime işledin ki, öylesine bütünleştim ki seninle derimin rengi sana büründü. Beyazken zenci, zenciyken beyaz, pembeyken mavi oldum sayende.
Deri değiştirdim, kabuk değiştirdim etkinle. Ölü deriyi attım adeta, bebek gibi kokuyor tenim.
Tazelenmiş bir deriyle kaplıyım artık. Tozları silkeledim üstümden. Yeniden doğdum...

Vücut terleri birbirine karışırken en tutkulu sevişmelerde, acaba yenileniyor muydu insan?
Belki de dokunulmaya hasret bir tenin acı çığlıklarıydı duyulmayan... Tenin dili olsa neler söylerdi kim bilir: "Lütfen dokunun bana; ama içten, ama yürekten olsun, tutkusuz dokunuşlar uzak olsun benden." Böyle mi derdi acaba? Sessiz yakarışlarını duyar mıydı başka bir ten?

Yaşlı bir bedenin genç bir bedene olan hasretini giderecek kadar seven yürek, tenini sunabilirdi sevdiğine. Gencecik, körpe teniyle yıkayabilirdi, yaşlanmış ve yer yer kırışmış ama tutkusunu yitirmemiş teni. Tenler karışıyor, tenler konuşuyor, tenler ağlıyordu. Tenler yaş farkına aldırmıyordu, cinsiyete bakmıyordu, sadece sevgiyle yol alıyorlardı birbirlerinin üzerinde.

Yasak ten. Birbirimize haram görüp yasakladığımız tenlerimiz şimdi ağlıyor. En güzel dokunuşlardan mahrum kalan bedenler, bilgisayar ve televizyon ekranı önünde yaşlanıyor belki de. Şiir okumanın ve eski kitap kokusunun hazzını unutmuş veya hiç keşfedememiş tutkusuz bedenler, yürüyen ölüler gibiler etrafımda... Aşka olan susuzluğumuzu bir nebze olsun gideren şiirleri görmezden geliyor kayıp bir nesil. Meşaleyi söndürmemek için çaba gerekiyor ama çabalamaya alışmamış ki kimse aşk için... Egoların er meydanına dönmüş aşk cenneti.

O cenneti tekrar kazanmak için dokunmayı yeniden öğrenmemiz gerekiyor. Ruha dokunmayı, kendimize dokunmayı, yüreklere dokunmayı, kalbe dokunmayı... En baştan, yeniden, sil baştan... Belki o zaman derimizin altına işler sevdiğimizin parmak izi, ruh izi...

O zaman bütünleşiriz yeryüzü denilen yabancılaştığımız yerle. Kedilerin bildiği dili biz unutmuşuz. İlkbaharda bahçelerde yankılanan kedi çığlıklarına gülmeye alıştık. Bazen de bir ürperti ve korku ile fırladık yatağımızdan geceleri. Vahşi doğanın sesleri ya güldürdü ya ürküttü bizi. Oysa ki anlamını unuttuğumuz; hatta özellikle bize unutturulan tutkunun bizden daha alt gördüğümüz türlerde bile var olma ihtimaline tanık oluyorduk. Üstelik biz insanlar daha fazlasına sahiptik:

Yaşama tutkusu, sanat tutkusu, bilim tutkusu... Tutkunun bin bir türüne sahip olabilirdik entelektimizde ve kalbimizde. Ama biz en basit tutkulardan bile mahrum bırakılıyorduk. Maskeler ile tenimizi ve gerçek kimliğimizi örtmeyi öğreten bu düzenin kurbanları gibi hissetmemek için üretmek gerekiyordu durmadan. İnsanlığımızı bize unutturan teknolojinin kurbanları olduğumuza uyanınca acı çekiyorduk. Bunu fark etmek ve bir son vermek kolay gözükse de diğer insanların uyuşturulduğunu görünce daha da yalnızlaşıyor ve teslim oluyorduk düzenin bize sunduklarına... Ten yanıyor ve aşk dileniyor. Saklı tenler, yasak tenler, yaşlı tenler,

Genç tenler, teşhirci tenler… Her türlüsü derin bir yalnızlık iç çekişi ile kendini duyurmaya çalışıyordu aslında. “Kollarında ölmek istiyorum” cümlesi tozlu şarkı sözlerinde mi kalmıştı artık? Bir kedi olup farklı bir tene bürünmek gerekiyordu belki de… Şair ruhlu bir kedi…

Kaos GL Dergisi / 101. Sayı

19 Ekim 2009 Pazartesi

KELİMELERİN TUTSAKLIĞI

KELİMELERİN TUTSAKLIĞI

Kelimeler… etiketler… adlar, isimler… Bizi hem kısıtlayan hem de bir yere koyan şeyler… Kendimizi kaybettiğimiz yerlerde tutunduğumuz kelimeler…
Kendimizi ifade ederken yolumuzu tıkayan veya yolumuzu açan kelimeler…
Kimlik kartımızın üzerine, bize sormadan basılmış kelimeler. Etikete dönüştüklerinde ve yüreğimizi daralttıklarında tehlike arzediyorlar…
İfade aracımız olduklarında ve yeni ufuklara yelken açmamıza sebep olduklarındaysa varlıkları elzem… İsmimiz bile bir kelime… Benimseyip bağrımıza bastığımız ismimize bir başkasının da sahip olduğunu duyunca kendi kişiliğimiz giriyor işin içine ve benim ismim başka tınlıyor diye hissediyor bilinçaltından. Demek ki bizi ayıran ve birleştiren bu kelimelere fazla güvenmemek gerekiyor. Ne de olsa insanın yaratımı olan kısıtlı bir alandan yani dilden söz ediyoruz. Elbette çok büyük önem taşıyor dil. İnsanlığın kurtuluşu belki de doğru ifadeler ve düzgün bir dil kullanabilmekle olacak ama her şeyden önce sağduyu giriyor işin içine…Tanımlar, açıklamalar da gerekli ama kısıtlama ve yargılamalar iletişimi bozabiliyor. Siyah/beyaz, kadın/erkek, doğa/akıl gibi ikilik hiyerarşilerin insan kimliğini çok daralttığı bir gerçek. Yeni tanımlamalara aslında ihtiyaç var. Yönelimler ve dış görüntüde de çok dar çerçevelerde yaşıyoruz. ‘Erkek gibi’, ‘Kadın gibi’ dediğimiz zaman aslında sadece bir kelimeye ne kadar çok rol ve anlam yüklediğimiz çıkıyor ortaya. İşte o an ‘erkek nedir?’, ‘kadın nedir?’ gibi sorular ortaya çıkıyor. Yönelimleri isimlendirmede de aynı sorun var: Eşcinsel, biseksüel, heteroseksüel vs… Tüm bu kelimeler aslında bir insanı çok dar çerçevelere ve hayat boyu sanki aynı kalacakmış, hissedecekmiş gibi bir yükün, kısıtlamanın altına sokmuyor mu?
Aşık olunan kişi, cinsiyetten ibaret değil... O bir insan. Kişiliği, zekası, pırıltısı, ruhu, elektriği tüm bunlar kişinin cazibesini yaratan öğeler…
İnsanın durduğu yeri bilmesi açısından tanımlamalara tümüyle karşı değilim ama yine de böyle isimlendirmeler ömür boyu etiket hapsine mahkûm etmek değil mi insanın akışkan, zengin dünyasını? Dış görünüşe göre de tanımlamak aslında bir nevi ruhu hor görmek gibi geliyor bana… Eğer tanımlamalar herkes için aynı manaya gelseydi ve daha toleranslı bir dünyada yaşasaydık o zaman bir sorun kalmazdı.
Ama maalesef kullanılan kelimeler ve seçtiğimiz etiketler, herkes için farklı bir anlam ifade ediyor ve kimine problematik geliyor. Yargıç ruhların arasında etiketlenmek aslında uçurumlar yaratıyor insanların arasında. Belki de asıl sorgulamamız gereken kelimelerden ziyade, insanların algısı. Yaşam tarzlarına ve seçimlere, bakış açılarına olan duyarlılığı, anlayışı kurabilmiş mi insanlar?
Şair bir ruhun etiketi olmaz diye genel bir cümle kurasım geliyor bu noktada.
Pembe, mavi ve bileşeni mor olan renklerin hepsinin güzelliklerini taşır içinde. Doğallıkla, sadelikle…

18 Ekim 2009 Pazar

Ales – Akademik Personel baraj puanı adaletsizliği

İngilizce okutmanlıktan kadro almak isteyen birinin KPDS notunun sadece yüzde 40, Ales notunun ise yüzde 60 etki etmesi adaletsizlik….. Matematikçiler, ingilizce öğretsin demek gibi birşey bu……
Matematik full çözenler öne geçiyor….

Size bir milletvekilimizin 21 Ocak 2009 tarihli ALES yorumunu kopyala-yapıştır yapıyorum:

Bugün önceki YÖK yönetiminin meslek lisesi mezunlarının önüne koyduğu bir engelden bahsetmek istiyorum. ALES yani Akademik Personel ve Lisansüstü Eğitim Sınavı.
ALES, hem yüksek lisans ya da doktora, hem de akademik personel başvuruları için YÖK tarafından yapılan merkezi bir sınavdır. Senede iki kez yapılan bu sınav, sözel ve sayısal bölümlerinden oluşur. Bu sınavda sözel bölümden 80, sayısal bölümden de 80 olmak üzere toplam 160 soru sorulur.
2007 Bahar döneminden önce LES adı altında yapılmakta olan bu sınavda, lisansüstü eğitim için baraj 45, akademik personel alımı için de 50 puan yeterli sayılmakla birlikte, Yüksek Öğretim Kurulu tarafından 5.9.2006 tarihinde 26280 sayılı Resmî Gazete’de yayınlanan yönetmelik ile tüm akademik kadrolara atanmada ALES sınavından en az 70 puan alma şartının getirilmesi, özellikle bazı alanlardan mezun olan akademisyenler için adaletsiz bir durum oluşturmaktadır.
Buradaki adaletsiz uygulama, sadece eski sistemdeki karşılığı ile LES’teki 50 puanın ALES’te 62-65 puana tekabül ediyor olması değil, aynı zamanda sözelci akademisyen adayların notlarının sayısalcılarınki ile aynı düzeyde değerlendirilmiş olmasından kaynaklanmaktadır.
ALES sayısal verilerine baktığımızda da sınava giren adayların % 70′inin 70 barajını geçemediği görülmektedir. Sınavın mantık sorularından oluştuğu belirtilmekte fakat son yapılan sınavlarda mantık ve analitik düşünme becerisinden çok, açık bir biçimde matematik bilgisi ölçülmektedir. Oysa üniversitede branş eğitimi söz konusu olduğundan herkesten, az da olsa, matematik bilgisi istemek ve bunu zorunlu tutmak haksız rekabete ve adaylar arasında eşitsizliğe yol açmaktadır. Anadilimiz Türkçe olduğundan ve soruların çoğu paragrafa dayalı olup, o anda okuyup anlama üzerine şekillendiğinden, sayısal öğrencileri de sözel öğrencileri ile aynı oranda sözel sorusu çözebilirken, sözel öğrenciler sayısal öğrenciler kadar matematik sorusu çözememektedir. Sayısal soruları çözebilmek için formül, sayısal akıl yürütme gibi pratiklerin olması gerekir, fakat sözel soruları için genellikle bir formüle ihtiyaç yoktur. Sözel ve güzel sanatlar fakülteleri öğrencilerinin bu sınavın değişen yapısı ile daha çok mağdur edilmektedirler.
Bununla birlikte kişinin uzmanlık yaptığı alanda hakimiyetini hiçbir şekilde test etmeyen söz konusu bu sınavın, akademik kadrolar için başvurularda %60 ağırlıkla değerlendirilmesi ve bölümdeki hocaların inisiyatifinin %15′lere gerilemesinin, bilimsel kaliteyi yükseltme adına yapılıyor olması anlaşılır bir şey değildir; çünkü ALES, hiçbir şekilde kişinin alanındaki hakimiyetini test eden bir sınav değildir.
Bir akademisyen adayının bilimsel etkinliğini sürdürebilmesi için zaruri olan, hiç kuşkusuz, yabancı dildir. Ancak YÖK’ün akademik personel alımında yabancı dilden (KPDS ya da ÜDS) 50 puan istenip, ALES’ten en az 70 puan istenmesinin mantığını anlamak çok zor. Zira bir sözelci, yabancı dili ne kadar iyi olsa, alanında ne kadar hakim olsa ve ALES’ten 80 sözel sorunun tamamına yakınını doğru bile yapsa, sayısaldan 30-40 civarında matematik net yapmalı ki 70 puanı alabilsin ve akademik kadrolara başvurabilsin.
Sayısalcılar kendi rakipleriyle 70 üstü alıp mücadele ederken, sözelciler 70 almak için epey zorlanmakta, daha doğrusu akademik kadrolara bile başvuramamaktadırlar. Bunun için aşağıda çözüm yolları geliştirilebilir:
1. ALES baraj puanı -eski LES’in tekabül ettiği- 62-65′e çekilmeli/düşürülmelidir.
2.Sözelciler için ayrı taban puanları hesaplanmalıdır.
3.Sözelciler sayısal testten, sayısalcılar da sözel testten muaf tutulmalıdır.
4.Mantığını anlamakta bir hayli zorlandığımız bu sınav kaldırılıp, yerine adayların kendi alanlarıyla ilgili sorular sorulmalıdır.
Aşkları ve şevkleri yeterince kırılan sözelci genç akademisyen adaylarının artık yeterince ezildiğini, YÖK’ün gereken düzenlemeyi bir an evvel yaparak bu haksızlığa son vermesi gerektiğini düşünüyorum.

Resul TOSUN

17 Ekim 2009 Cumartesi

http://www.youtube.com/watch?v=imq82KvSfGc

Moon River cover - Ece Dorsay

U2’dan U dönüşü

U2’dan U dönüşü


Pazar, 4 Ekim, 2009

BirGün gazetesindeki ilk köşe yazıma başlarken içimde güzel bir heyecan var. İçimden geçenleri, öfkelendiklerimi, hayal ettiklerimi, başıma gelenleri, gözlemlediklerimi, dinlediklerimi kısacası deneyimlediğim birçok şeyi sizlerle paylaşmanın heyecanı olsa gerek… Kaos GL dergisinde ve web sitesinde de düşüncelerimi ve inandıklarımı, doğrularımı paylaşmaya devam ediyorum. Bu ülkede gerçek bir şeyler üretenlerin ve yazanların en temel motivasyonu paylaşmak ve küçük devrimler yaratma ihtimali… Ben buna yürekten inanıyorum...

İnsan Hakkı ihlalleri bitti mi?

Mesela U2’nun Türkiye’ye geleceği ihtimali galiba artık ihtimal olmaktan çıktı. Kesinleşti. Öyle deniyor. Ben hâlâ tam olarak inanamasam da… Bono’nun Türkiye’deki insan hakları ihlaline getirdiği onca eleştiri cebe mi girdi yoksa Kaos’taki yazımdan mı etkilendi de, ‘Yüz binleri stadlara doldurmak değil derdimiz’ diye bana cevabı yapıştırmak mı istedi acaba. Şaka bir yana, organizatörler ile ilgili bir sorun olduğu da söylentiler arasında. Ahmet San’ın beyanatına göre, 1997’de yılında aslında Selanik’te değil İstanbul’da olacakmış Popmart turnesinin bir ayağı. Ama organize eden firmalardan biriyle sorun yaşanmış. Biz üşenmeyip ta Selanik’e otobüslerle gidip aynı gece dönmüştük. Kaos’taki yazımdan aynen alıntılıyorum:

“Müzisyen ve müzik hayranı olarak 1987’den beri hayatıma büyük etki yapan U2 grubunun, çocukken videokasetten izlemeye doyamadığım Zoo Tv konserinin, 1997’de Selanik’e bir otobüsle gidip Popmart ayağını izleyip döndüğüm günlerin silueti geçiyor film şeridimden… Henüz ‘No Line on the Horizon’ adlı son albümünü almamış olacak kadar heyecanım azalmış olsa da, internete girip turne tarihlerine baktım ve gene Türkiye’ye gelmeyi reddettiklerini gördüm. Sebep gene aynı: İnsan hakları ihlali çok olan bir ülkede konser veremezlermiş. Öyle buyurmuşlar. Her şey bir yana, dinleyicinin günahı ne? Peki, gittikleri diğer ülkeler çok mu kusursuz? Asıl sebep acaba yüz binleri stada doldurabilme kaygısı olmasın? Bilemiyorum. Eskiden hayran olduğum Bono, iyiden iyiye bir iş adamı, bir diplomat, bir reklamcıya dönüştüğünden beri sözlerine güvenemez oldum. Belki de eskiden daha saftım, kim bilir…” Gerçekten geliyorlarsa ne mutlu. Her şeye rağmen içimde bir burukluk olacak çünkü insanın 20’li yaşlarında duyduğu rock grubu hayranlığı daha hararetli ve büyülü oluyor haliyle. 30’lu yaşlarda artık o heyecandan daha ufalmış kırıntılar kalıyor...
Çağ dışı uygulamalar...

MÜ-YAP’ın başvrusuyla getirilen myspace’e giriş yasağı, bu global web sitenin admin’leriyle olan telif pazarlığını kazanmak amacıyla yapılmış. Sebep her ne olursa olsun, artık bazı güçlerin çat pat web siteleri kapatmaları çağdışı bir uygulama. Birçok bağımsız müzisyenin günahı ne? Üstüne üstlük bizim gibi albümü çıkmış müzisyenlerin bile kendi ülke sınırlarımızda telifleri doğru düzgün ödenemezken, izinsiz birçok yerde şarkılarımız çalmaya devam ederken, albümümüz hiçbir yerde bulunamazken bari internetten tanıtım yapmak kimseye batmamalı. Klibe, tanıtıma, dağıtıma gerekli yatırımı yapamamış olan şirketlerin çuvaldızı kendilerine batırıp, teknoloji ile dost olmalarını dilerim. Baltalar ile odun kesmeden heykel yapmaya çalışmak daha asilce.

Müzik sektöründen, teknolojiden, sosyolojik gerçeklerden, üreten insanın yolunu kesen duvarlardan, marjinalleştirilen ve yok sayılan yaşamlardan bahsedip, birçok renge bulayacağım yazılarımı takip edeceklerini umduğum güzel insanlara, sevgi ve saygılarımı gönderiyorum.
BirGün
09/27/2009

Eski püskü kot

Eski püskü kot


Cuma, 2 Ekim, 2009

Eski püskü bir kot pantolon kadar güvenilir ne vardı ki dünyada?

Kendini yırtan parçalayan, adeta bir sidik yarışına alıştırılmış insanların arasında dolaşırken beynin hücrelerini tazelemek zordu. Çimlere uzanıp sadece gökyüzünün hafifliği ve beynindeki bilgilerin ağırlığı ile baş başa kalmak istiyordu. Bazen bu da yetmiyordu.
Öksüz bir ruhun, sel olmuş gözyaşlarını nereye akıtacağını bilmez halde doğadan medet umması bilindik bir sahneydi. Şair ruhlu olmanın avuntusu ve yumruk izlerinin acısı vardı. Rengi sönmüş kot pantolonu, dünyaya bir meydan okuyuşun aynası gibiydi. Vefalı bir dostun bıraktığı izler gibi sıcak bir karşılama hissi veriyordu ona kot pantolonunu giymek.
Beklemek... Saatlerce beklemek. Bir ses gelir de belki bir kibrit çakar ve alev alır her şey birden. Tekrar tutkuların içinde yüzerdi, yücelirdi ruhu. Girdapların içine atlardı ve herkesin korktuğu maceraların ortasında bulurdu kendini. Eskisi gibi. Evet, böylesine tutku dolu bir yaşamın izinde yaşamak, hayat durakladığı zaman yorucu oluyordu ama yaşanan görkemli saniyelere değerdi. Sinema salonunda gibi hissetmek ne büyük bir lütuftur az insana verilmiş.
Tek istediği böyle anları çoğaltmaktı.
Kırmızıya boyanmış evler gördü rüyasında.
Gül kırmızısı bir kadın... Kırmızı dudaklar... Kan yoktu; sadece tutku vardı rüyalarında. Terk edilmiş bir sokağın büyülü evlerinden eser yoktu dışarda. Her yer inşaat halinde, herkes çöp toplar gibiydi.
İnsanın kendi kalbindeki tozları silmek bazen zordur ama buna değdiğini biliyordu. Bir çırpıda saçmalamaya hakkı vardı bazen ve anlaşılma çabası beyhude diye düşündü. Kelimeler kendi kendilerini imha ediyorlardı zaten her telaffuz edildiklerinde.
Sürekli geviş getiren yaşamların ortasında olmak istemediğine karar verdi. Bu dünyada amatör bir şizofren olmayı başarabilmek belki de bir nimetti. Kuyruğunu kovalayan bir köpek gibi yaşamaktansa, katmanlı iç dünyalara sahip olmak yeğdi.
Zehir gibiydi bazen gündelik yaşamın ritmine ayak uydurma anları. Bazen de fişek gibi.
Denge en zoruydu, fizikselin ağır bastığı dünyanın kenara itilmiş ruhlarında.
Öfke, gerekli bir benzindi yola çıkmak için ama ölçüsü kaçınca yıkıcı oluyordu.
Sigara içmek sabaha kadar... Hiç de yaptığı bir şey değildi. Enstrümanlarını seyretmek daha ilham vericiydi. Kendini çıkışsız hissettiği her anı kendi kurtuluşuna çevirmek tamamen beyninin devrelerini kontrol edebilmesiyle ilgiliymiş meğer. Bunu anladığında insan, hem çok aciz hem de çok güçlü hissediyordu.
Bugün de riskler alacak mıydı? Küçük ateşler yakacak mıydı? Sabahın erken saatlerinde bunu henüz kestiremiyordu. Yine hayata sarılma gücünü bulacak mıydı kendinde? Öğlene doğru birden fırlayıp gidecekti hedefine. Özlemini duyduğu yere ve insana… Küçücük işaretler ve karşılıklar gününü kurtarmaya yetecekti. Bir bakış, bir gülüş, bir ima ile yetinecekti gene. Ta ki bir hafta geçip onu delicesine özleyene kadar.
Parçalanmış bulutlar, yıkılmış binalar, kan akıtan çiçekler vardı. Ama elindeki boyalar ve gözlerindeki ışıkla onların siluetini yok edecekti. Yabancılaşma çağında yaşamanın omuzları toprağa çeken ağırlığına inat, yüreğindeki fişekleri fırlatacaktı gökyüzüne ve salon ışıkları yanacaktı yine.
Mavi, eskimiş kot pantolonuna baktı. Birkaç tane daha alması lazımdı.
Kendisine yakışanı bulabilirse tabi, bütün kadınların minyatür varsayıldığı bu şehirde…
Sinemada kimse arkasına oturmak istemiyordu farkındaydı. Ama artık bu onu ilgilendirmiyordu.
Kaos GL Dergisi / 100. Sayı

Şehrin kaosu, Cohen hüznü ve Facebook hapishanesi…


Şehrin kaosu, Cohen hüznü ve Facebook hapishanesi…


Perşembe, 3 Eylül, 2009

Alışveriş merkezlerinden geçilmeyen şehrimde, eve bir şeyler almak için mecburen Migros’a gittim… Ama eve dönerken bitkindim. Yaya olduğum halde üzerime üzerime gelen jeep’lerden, sıra sıra dizilmiş ürünlerin parlak paketlerinden, borsacı tipli adamların bitmek bilmeyen öfkesinden, burası niye açılmış dedirten fitness salonlarının işkence aletlerine benzer iş makinelerinde terleyenlerden, hepsinden genel olarak boğulduğumu hissettim ve evden niye az çıktığımı tekrar anladım… Eve gelir gelmez Antony Hegarty’den Soft Black Stars’ı açtım ve derin bir nefes aldım… Tek kişilik dünyamdaki hüzün bile çok daha asil ve güzeldi…

Kendimi bildim bileli doğayı sevdiğim için, üniversitemin manzaralı kampüsü bile şehirden biraz olsun uzaklaşmama sebep oluyor. Beri yandan yaz konserleri bu sene ilaç gibi geldi. Özellikle Leonard Cohen’in beni adeta uçan halılarla, içimdeki engin diyarlara götüren melankolisi, şahit olduğum inanılmaz hisler listeme yazıldı bile… Hatta kalbime kazındı.
“In my secret life” adlı parçasını dinlemek için sabırsızlıkla nefesimi tutmuş beklerken birden parçaya yumuşak bir üslupla başlaması bu yazın unutulmaz anısıydı benim için. Bize masallar anlattı Cohen, hüzün bulvarının zarif kapılarını açtı, kırık kalplerde tamirat yaptı ve usulca selam vererek gitti. Aldığı bol alkış ve gördüğü büyük ilgi, seyirciye verdiklerinin yanında bir detaydı sadece… “Minik orkestram” derken ne kadar da mütevazıydi… Ama müzisyenlerini tek tek yücelterek sundu her birini… Şiirsel sözlerle de kısaca tanıttı hepsini… Harikaydı. Dizlerinin üstüne çöküp sanat eseri gibi duran Fas halılarının üstünde Hallelujah diyerek yarı küskün ve buruk seslenişi kalbimin en derin yerinde iz bıraktı. Jeff Buckley’i anma gecesinde Peyote sahnesinde gözlerimi kapatarak çalıp söylediğim ve hep bir ağızdan bana eşlik edilen Hallelujah performansımı tekrar yaşamış gibi hissettim. Bir masaldı Cohen konseri…
Üç saate yakın sürmesine rağmen tadı damağımızda kaldı. Müzik yolculuğumda, beni yarı yolda bırakan bazı “müzisyen”lerde bile asla göremediğim tevazuyu, bu kadar büyük sanatçılarda görünce neden “büyük” olduklarını daha iyi anlıyorum. Feyiz alınası… “There is a crack in everything that’s how the light gets in” derken tok sesiyle, derdimi özetledi asaletle…
Facebook, bu aralar tanıtım ve iletişim aracı olarak hem kafamı hem de vaktimi alt üst etmiş durumda… Güzel bir paylaşım sitesi olabilecekken, durdurulamaz bir video bombardımanı olması ve insanların artık yalnızca online haberleşmeye doğru kayması, iletişime faydadan çok zarar getirmeye başladı kanımca. Kişisel profil status’üne, anlık hislerini yazıp ilan etmek bazen bir haykırış gibi gözükse de çoğu kez dikkatlerden kaçan sığ bir sayıklamaya dönüşüyor. Her şeye rağmen, teknolojinin her ürünü gibi, doğru ve yerli yerinde kullanıldığında faydaları büyük. Özellikle duyuru yapmak, yeni işlerini tanıtmak isteyen sanatçılar, dernekler için… Tek problem, gerçek hayatta da olduğu gibi burada da art niyetli insanların uç düşünceleri adına ırkçı, faşist ve ayrımcı gruplar açması. Şiddet içeren grupları şikâyet etmek tek bir tıkla mümkün ama uzun süre sonuç alınamıyor. Duyduğum kadarıyla çok sayıda insanın, Facebook yönetimine şikâyette bulunması gerekiyor ki yıkıcı gruplar kapatılabilsin… Sonuç olarak insan psikolojisi faktörü, teknolojik ilerlemede bile karşımıza çıkıyor: Yapıcı insanların olduğu yerde teknoloji de bundan nasibini alıyor ve faydalı bir iletişim aracına dönüşüyor ama eğer art niyetli insanlar varsa, insanları birbirinden koparmak, bütünlüğü bozmak ve genç zihinlere zehri yaymak amacıyla teknoloji bir düşmana dönüşüyor. Ekşi sözlük örneğindeki gibi… Gerçek eleştiri değil öfke dolu kişisel hesaplar var. Kendime hep tekrarladığım gibi: Her şey dozunda kullanıldığı zaman güzel. Antik Yunan kültüründeki söz geliyor aklıma: “Golden Mean” yani “İdeal Ölçü”. Teknolojiyi yalnızca yapıcı işlere araç olarak kullanmak gerekli ama maalesef herkesin kapılıp gittiği bir şeye insan alışıveriyor, bazen farkında bile olmadan…
“Facebook’a gelsene sana acayip bir video yolladım” diyen arkadaşlarınız varsa onlardan ve anlık merakınızdan ihtiyatla sakınınız.
Kaos GL

Bekleyiş, içsel evrim ve devrimler, Plumwood’un teorisi…


Bekleyiş, içsel evrim ve devrimler, Plumwood’un teorisi…


Cuma, 14 Ağustos, 2009

Bekleyiş… Albümün çıkışını bekleyiş, şiirlerin ortaya çıkmasını bekleyiş ve beri yandan internette gezinirken rastladığım Bono beyanatları… Müzisyen ve müzik hayranı olarak 1987’den beri hayatıma büyük etki yapan U2 grubunun, çocukken videokasetten izlemeye doyamadığım Zoo Tv konserinin, 1997’de Selanik’e bir otobüsle gidip Popmart ayağını izleyip döndüğüm günlerin silüeti geçiyor film şeridimden… Henüz “No Line on the Horizon” adlı son albümünü almamış olacak kadar heyecanım azalmış olsa da, internete girip turne tarihlerine baktım ve gene Türkiye’ye gelmeyi reddettiklerini gördüm.

Sebep gene aynı: İnsan hakları ihlali çok olan bir ülkede konser veremezlermiş. Öyle buyurmuşlar. Her şey bir yana, dinleyicinin günahı ne? Peki, gittikleri diğer ülkeler çok mu kusursuz? Asıl sebep acaba yüz binleri stada doldurabilme kaygısı olmasın? Bilemiyorum. Eskiden hayran olduğum Bono, iyiden iyiye bir iş adamı, bir diplomat, bir reklamcıya dönüştüğünden beri sözlerine güvenemez oldum. Belki de eskiden daha saftım, kimbilir…
Ekofeminizm konusunda bana sorular geldi ve bu başlık altında bu olguyu, teoriyi daha fazla açmamı isteyenler oldu. Daha derinlemesine işlemek de mümkün tabii. Ekofeminizme değinmeden evvel ayrımcılığı ve egemen kültürü kabaca özetlersek, çoğu problemin “kadın” kimliğine atfedilen özellikler ve rollerden dolayı ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Aynı şekilde “erkek” kimliğine layık görülen özellikler ve rollerden de tabii…
Belli bir dünya görüşünü merkez alıp tek doğru ilan etmek ve diğer her tür bakış açısı ve yaşam tarzını “öteki” gibi algılayıp dışlamak ve marjinalleştirmekten dolayı uçurumlar yaratmış oluyoruz aslında…
İnsanları ve yaşamlarını homojenleştirip, tektipleştiriyoruz. Kadınlar makyaj yapar, erkekler ağlamaz, kadınların yeri mutfaktır, erkeklerin yeri ofistir gibi roller yüklüyoruz, koşullandırmalara boğuyoruz. Bitmeyen klişeler, söylemler… Gerçi günümüzde, bir gelişme olarak belirtirsek kadınların iş hayatındaki gücü yadsınamaz. Ama maalesef gene erkeklere benzedikleri ölçüde başarılı olabilecekleri alt metni mevcut. Ben, insan kimliğini çok daha akışkan ve zengin görüyorum. İkiye ayırdığımız özelliklerin bir karışımını taşıdığımıza inanıyorum. Öyle de olmalı… İnsanın zengin ve engin ruhu, yüklenen roller kapanına kıstırılmamalı… Kim nasıl giyinmek ve davranmak istiyorsa, Judith Butler’ın dediği gibi kendi performatif kimliğini oluşturmalı. Hissettiği gibi yaşamak insanın en doğal hakkı olmalı…
Ekofeminizme gelirsek, “Feminizm ve doğaya hükmetmek” kitabının yazarı Val Plumwood, kitabın arkasında durumu şöyle özetler: “Batı düşüncesinin binlerce yıllık felsefe geleneği içinde şekillendirdiği haliyle “akıl” kavramı, aşağı görülen “ötekiler”, yani alt sınıflar, sömürge halkları, kadınlar, hayvanlar ve bir bütün olarak doğa üzerindeki tahakküm ve baskıyla iç içe geçmiştir. Antik Yunan’dan bu yana kadınlık, maddesellik ve insandışı doğa değersiz sayılmış, insani erdem bunların dışında aranmıştır.” Dünyamızın geldiği bugünkü konumunda aklın, bilimin ve bireyselliğin yeniden tanımlanması gerektiğini, eskisi kadar karşıtlığa ve hiyerarşiye yaslanmayan biçimlerde insanın hem kendisi hem doğa üzerindeki egemenliğinin eleştirisini, ırk-sınıf-doğa ve toplumsal cinsiyet çerçevesinden yapması gerektiğini söyülüyor. Feminist kuramla çevreciliği bağdaştıran Plumwood, feminizm ve ekolojik felsefe arasında köprü kurarak modern ama klasikleşecek bir düşünce sistemi yaratıyor. Doğayı ve insanların farklılıklarını bütünleştirmeyi amaçlaması açısından bu çabayı çok olumlu karşılıyorum. Heyecan verici bir çalışma.
Çok daha derinine inip, hakkında daha fazla bilgi vermek istediğim bu teoriyi şimdilik bir dahaki yazılarıma bırakıyorum. Elime gitarımı, basgitarımı, kalemimi, mikrofonumu alıp şarkılarımı ve şiirlerimi söylemek istiyorum.
2001 yılında kaydedilip 2002 yılında çıkan ilk albümüm Kum Saati’inden bu yana çok evrimler ve devrimler yaşadım içimde… Ama ilginçtir ki eski şarkı sözlerime bugün baktığımda bilinçaltımın ve yüreğimin bilincimden daha bilgili olduğunu seziyorum. Belki de ara yıllardaki demolarımı çıkaramamamın da bir şans olduğunu düşünmem gerek… Ekim ayında çıkmasını beklediğim ikinci albümüm ve şiir kitabım dışında beni en çok heyecanlandıran şey grubumu kurabilip konserler vermek… Ve sahneden, hep beraber binbir renkteki şarkılarımı söylemek, söyletmek… Kalbin en derin yerinden…

Kayıp Dizeler, Ekofeminizm sayıklaması ve bir bardak limonata…

Kayıp Dizeler, Ekofeminizm sayıklaması ve bir bardak limonata…


Perşembe, 6 Ağustos, 2009
Hava sıcak… Limonata bardağım masada… Yakında çıkmasını planladığım ikinci albümüm ve ilk şiir kitabımın düzeltmeleri ile uğraşıyorum.
Çok ürkütücü bir süreç… Çünkü insan kendi yazdıklarını tekrar okumaktan korkabiliyor. Özellikle de amaç düzeltme yapmaksa… “Mükemmel, iyinin düşmanıdır” derler. Bu fikre tamamen katılıyorum. Mükemmeliyetçiliğin sonu yok. Platon’a bazen güvenmemek lazım!
Elime geçen kitaplara bakıyorum. Ekofeminizmle ilgili bir kitap bugünlerde elimden düşmüyor. Kadının doğa ile ilişkilendirilmesi ve bunun yüceltici olacağı yerde aslında kadının “evcil” ve “anaç” olduğunun vurgulanması amacıyla bu ilişkilendirmenin yapıldığı görüşleri yer alıyor. Bilimin, erkekle doğanın ise kadınla özdeşleştirildiğine vurgu yapılıyor. Aklın erkeğe, sezgilerin kadınlara layık görülmesinden vazgeçmek gerekiyor. Daha doğrusu kitabın yazarı, bu yanlış yargılardan sıyrılmak için “ekolojik bir feminizmin” kurulması gerektiğinden dem vuruyor. Doğanın, aklın karşıtı olmadığı bir dünya görüşünü benimsemek gerektiğini söylüyor. Daha insancıl ve daha eşit bir düzende yaşamak için doğayı ve onun uzantısı olarak görülen kadını kontrol eden erkek egemenliğinin son bulması ve yeni bir perspektif geliştirilmesi gerektiğini iddia ediyor ki ben de burada yazara katılıyorum. “Kadın doğanın parçasıdır”, “Erkek kültürün parçasıdır.” gibi klişeleşmiş söylemleri yıkmanın gerekliliğini gösteriyor.
İnsan kimliğini ve varoluşunu, doğanın egemeni olarak değil bir parçası olarak algılayıp deneyimlediğimizde çok daha adil bir dünyada yaşayabileceğimiz gerçeği beni de heyecanlandırıyor. Dünyayı, ikilik hiyerarşiler üzerinden görmeyi bırakabildiğimizde (kadın/erkek, siyah/beyaz, akıl/doğa gibi ikilikler) çok daha fazla yol kat edebileceğimize inanıyorum. Farklılıkları kabul etmeyi de kapsayan çocuksu, naif ama zengin ve bilinçli bir ruh hali gerekiyor bizlere.
Limonatamdan bir yudum alıyorum ve fazla teoriyle kimseyi sıkmak istemediğime karar veriyorum… Dergiden web siteye geçişim olan bu yazımda aslında daldan dala atlamayı uygun görüyorum. Tabii kendimce bağlar kurarak…
Dışarıda yağmur yağıyor. Penceremi dövüyor damlalar. Bazısı nazikçe dokunup gidiyor. Bazısı hoyratça çarpıp çaresizce yere damlıyor. Biz insanlar da yağmur damlaları gibiyiz aslında… Bazen birbirimize karşı çok nazik ve anlayışlı ama benzerimiz olmayana karşı önyargılı… Farklı dünyaları algılayabilecek kadar uzun bir yaşamımız ve geniş bir yürek kapasitemiz olsa ne kadar güzel olurdu her şey…
Dün gece müzisyen bir arkadaşım beni Nick Drake’in kendi halinde, doğayla iç içe, akustik gitarını şefkatle çalan fotoğrafına benzetti.
Oldukça sevindim. Nick Drake’in müzisyenliği ve kişiliği beni her zaman etkilemiştir. Tek trajedisi düzene adapte olamayışıydı sanırım… Ya da kendinin bile bilmediği engin iç dünyasında kayboldu. Jeff Buckley’i de çok severim…
Androjen güzellikteki bu sanatçılar her daim sesleriyle de rehber olurlar kırık ruhlara… Dün gece beni Mark Kozelek’in Lost Verses albümüyle tanıştıran müzisyen arkadaşıma ve gündüzümü aydınlatan güzel dostlara, Janis Joplin Junior’un güzel sesine (bana 19 yaşımdaki halimi hatırlattı) minnet duyuyorum.
Kaos GL

FACEBOOK'A GELSENE SANA ACAYİP BİR VİDEO YOLLADIM



FACEBOOK'A GELSENE SANA ACAYİP BİR VİDEO YOLLADIM
13:50 04 Ekim 2009
ecedorsay@yahoo.com


MTV kanalının daha çekici olduğu 90'lı yıllarda gözüme çarpan tuhaf klibi ve öfkeli vokali hatırlıyorum. Simsiyah dazlak bir kadın... Önce erkek vokal sanmıştım. Gerçekten farklı ve özgündü vokalist. ‘Selling Jesus’ diye bağırarak dini sömürenleri eleştiriyordu. Bahsettiğim grup Skunk Anansie ve vokalistin kullandığı rumuz Skin. Daha sonralarda solo albüm yaptı Skin... 2003 yılında, Londra'da, Babylon'dan biraz büyük bir kulüpte solo konserini izlemiştim. Queer bir mahalledeydi üstelik mekan. Upuzun bir kuyruk vardı mekânın önünde... On yıl aradan sonra, Skunk Anansie'nin yeni bir albümle müziğe dönüş yaptığını duyunca, ‘nihayet’ dedim içimden. Güçlü kadın rock vokallerinin geri plana atıldığı global müzik sektöründe böylesine öfkeli aynı zamanda kırılgan bir sese ihtiyacımız vardı.
Paranoid and Sunburnt ve Stoosh albümleri bağımsız bir firma tarafından yayımlandı. Klişe imajların ağına düşmeyen böylesi çarpıcı bir grubun, kolay sunumlara alışmış ve sığ algılara hitap eden müzik sektörü tarafından hemen kabul görmesi mümkün değildi zaten. Politik bir grup damgası yediler ama bunu kabul etmediler. Yalnızca rock grubu olarak adlandırılmak istediler. Belki de rock müziğin içi boşaltılmasaydı böyle etiketlere bile gerek kalmayacaktı. U2 grubunun alt grubu olmaları işlerine yaradı ama asla ‘biz politik bir grubuz’ diye vurgulamadılar. Tavırlarında ve görüntülerinde bile sıradan gözü rahatsız eden öğeler vardı. Siyahilerin hor görüldüğü Amerika'da bomba etkisi yarattılar. Siyah bir kadın, dürüst şarkı sözleri, erotizme varan imgeler...
İyi ki geri döndüler, yeni şarkılarını heyecanla bekliyorum.


GAYET ‘NET’ HAYATLAR
Facebook, bu aralar tanıtım ve iletişim aracı olarak hem kafamı hem de vaktimi alt üst etmiş durumda… Güzel bir paylaşım sitesi olabilecekken, durdurulamaz bir video bombardımanı olması ve insanların artık yalnızca online haberleşmeye doğru kayması, iletişime faydadan çok zarar getirmeye başladı kanımca. Kişisel profil status'üne, anlık hislerini yazıp ilan etmek bazen bir haykırış gibi gözükse de çoğu kez dikkatlerden kaçan sığ bir sayıklamaya dönüşüyor. Her şeye rağmen, teknolojinin her ürünü gibi, doğru ve yerli yerinde kullanıldığında faydaları büyük. Özellikle duyuru yapmak, yeni işlerini tanıtmak isteyen sanatçılar, dernekler için… Tek problem, gerçek hayatta da olduğu gibi burada da art niyetli insanların uç düşünceleri adına ırkçı, faşist ve ayrımcı gruplar açması. Şiddet içeren grupları şikâyet etmek tek bir tıkla mümkün ama uzun süre sonuç alınamıyor. Duyduğum kadarıyla çok sayıda insanın, Facebook yönetimine şikâyette bulunması gerekiyor ki yıkıcı gruplar kapatılabilsin… Sonuç olarak insan psikolojisi faktörü, teknolojik ilerlemede bile karşımıza çıkıyor: Yapıcı insanların olduğu yerde teknoloji de bundan nasibini alıyor ve faydalı bir iletişim aracına dönüşüyor ama eğer art niyetli insanlar varsa, insanları birbirinden koparmak, bütünlüğü bozmak ve genç zihinlere zehri yaymak amacıyla teknoloji bir düşmana dönüşüyor. Ekşi sözlük örneğindeki gibi… Gerçek eleştiri değil öfke dolu kişisel hesaplar var. Kendime hep tekrarladığım gibi: Her şey dozunda kullanıldığı zaman güzel. Antik Yunan kültüründeki söz geliyor aklıma: ‘Golden Mean’ yani 'İdeal Ölçü'. Teknolojiyi yalnızca yapıcı işlere araç olarak kullanmak gerekli ama maalesef herkesin kapılıp gittiği bir şeye insan alışıveriyor, bazen farkında bile olmadan…
"Facebook'a gelsene sana acayip bir video yolladım" diyen arkadaşlarınız varsa onlardan ve anlık merakınızdan ihtiyatla sakınınız.

16 Ekim 2009 Cuma

SKIN ve Ekibi Geri Dönüyor


MTV kanalının daha çekici olduğu 90'lı yıllarda gözüme çarpan tuhaf klibi ve öfkeli vokali hatırlıyorum. Simsiyah dazlak bir kadın... Önce erkek vokal sanmıştım. Gerçekten farklı ve özgündü vokalist. ‘Selling Jesus’ diye bağırarak dini sömürenleri eleştiriyordu. Bahsettiğim grup Skunk Anansie ve vokalistin kullandığı rumuz Skin. Daha sonralarda solo albüm yaptı Skin... 2003 yılında, Londra'da, Babylon'dan biraz büyük bir kulüpte solo konserini izlemiştim. Queer bir mahalledeydi üstelik mekan. Upuzun bir kuyruk vardı mekânın önünde... On yıl aradan sonra, Skunk Anansie'nin yeni bir albümle müziğe dönüş yaptığını duyunca, ‘nihayet’ dedim içimden. Güçlü kadın rock vokallerinin geri plana atıldığı global müzik sektöründe böylesine öfkeli aynı zamanda kırılgan bir sese ihtiyacımız vardı.

Paranoid and Sunburnt ve Stoosh albümleri bağımsız bir firma tarafından yayımlandı. Klişe imajların ağına düşmeyen böylesi çarpıcı bir grubun, kolay sunumlara alışmış ve sığ algılara hitap eden müzik sektörü tarafından hemen kabul görmesi mümkün değildi zaten. Politik bir grup damgası yediler ama bunu kabul etmediler. Yalnızca rock grubu olarak adlandırılmak istediler. Belki de rock müziğin içi boşaltılmasaydı böyle etiketlere bile gerek kalmayacaktı. U2 grubunun alt grubu olmaları işlerine yaradı ama asla ‘biz politik bir grubuz’ diye vurgulamadılar. Tavırlarında ve görüntülerinde bile sıradan gözü rahatsız eden öğeler vardı. Siyahilerin hor görüldüğü Amerika'da bomba etkisi yarattılar. Siyah bir kadın, dürüst şarkı sözleri, erotizme varan imgeler...
İyi ki geri döndüler, yeni şarkılarını heyecanla bekliyoru
m.