31 Ekim 2009 Cumartesi
30 Ekim 2009 Cuma
26 Ekim 2009 Pazartesi
TWİTTER KULLANMA KILAVUZUNA EMPATİK YORUMLAR
15:58 25 Ekim 2009
Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com
Facebook yetmezmiş gibi bir de twitter sevdası başladı. Neyse ki ona kapılmadım. Twitter için Facebook’un minimalize edilmiş ve sade hali yorumu yapılabilir. Henüz taze bir site olduğu için bloklanan veya sınırdışı edilen üye çok oluyormuş. Ekşimtırak sözlüklerin pabucu dama atıldı bile anlaşılan. Bankaların globalleşmesi gibi, web siteler de globalize oldu ve hatta tekelleşti. İnternette, Twitter için verilen önerilere rastladım, gülsem mi ciddiye mi alsam bilemedim. Her yerin bir raconu var tabii. Sokakların ayrı, akademik ortamların ayrı, müzik sektörünün ayrı bir dili var. Hepsine birden adapte olmaya çalışmak zor, ben de şahsen kendi kişiliğimle örtmeye çalışıyorum içinde bulunduğum her alanı, tavizi minimumda tutmak adına… İnterneti de, müziği de, ders verdiğim okulu da dünyaya katmaya çalıştıklarımı ve rengimi paylaşmak adına güzel alanlar sayıyorum.
Gelelim Twitter’ın kurallarına, internetten aldım ve altına yorumlarımı ekliyorum:
1) Eğer fazla Twitter takipçiniz yoksa, arttırmak için oraya buraya teklifler göndermeyin.
Spam manasına gelen mail veya mesajdan bahsediyor sanırım bu cümle. Oysa internetin olayı zaten sürekli bir tanıtım bombardımanı değil mi? İstesek de istemesek de…
2) Bir ürünün, bir yeniliğin, vs. tanıtımını sürekli, tekrar tekrar yapmaktan kaçının. Size ilginç gelen, sizin çok sevdiğiniz bir şey başkaları için o kadar ilginç olmayabilir.
Reklam amaçlı kullanmayın demek oluyor bu. Her gün kafamızı ütüleyen büyük şirketlerin reklamları ve internet banner’ları günaha girmiyor demek ki... Bireysel tanıtım göz korkutuyor desenize.
3) Tweet’inizde cinsel içerikli materyallere bağlantı vermekten kaçının. Zaten yapmazsınız, ancak Twitter’da çok fazla sayıda porno yıldızı türemeye başladı, üstelik bunlar sizi de her an takibe alabilir. Bunlara da kanmaktan kaçının.
Çok makûl… Peki ya inbox’umuza nerden geldiği belirsiz ‘oranızı buranızı büyültün’ mail’lerinden nasıl kurtulunur?
4) Yeni takibe aldığınız bir Twitter kullancısına daha ilk seferden işinizle ilgili olan bir web sayfası bağlantısı göndermeyin. Bu tür bir pazarlama taktiği tembel işidir, negatif etki yaratacaktır.
Bu da kabul edilebilir. Aslında pazarlama dedikleri şu: Parayı ver ilanını heryere asalım.
Facebook’taki ufak ilan verme durumu gibi. Anlayacağınız reklam yapmak da tabi ki parayı verene… Bedel ödemeden reklam yapana ceza. Tek ayak üstünde dur ve internete girme!
5) Sürekli tweet’lemekten kaçının. Tweet sayınız alıp verdiğiniz nefes sayısını geçmesin. Bunun yerine dışarı çıkın, hayatı yaşayın, dışarıda güzel bir hayat var.
Ah işte buna bayıldım! Dışarı çıkın bir bakın. Herkes lap top’larıyla kafeterya köşelerinde tweet’leyip cep telefonlarından 3G görüntü paylaşmıyorsa dışarıdaki güzel hayattan faydalanabilirsiniz. Ama arkadaşlarınız bile günün yorgunluğunu internette atmak istiyorsa, delirmeden yaşamak zor…
6) Robot gibi davranmayın. Otomasyon aracı kullanmak kolayınıza gelebilir, ancak insanlar insanlarla etkileşim içinde olmak isterler, makinelerle değil.
Bu tavsiye de çok ilginç. İş yaşantımızda robotlaştırıldığımız ve teknolojik patlama aracılığıyla birbirimize yabancılaştırıldığımız bu devirde, ‘kendinize yardım edin’ gibi bozuk Türkçe ile lisanımıza direkt çevrilmiş, çok satan kitaplar tadında bir tavsiye olmuş. Siz iyisi mi robot gibi davranmayın ve didaktik cümleler kurup ‘hayata dair’ uzman kesilenlerin görüşlerini iplemeyin. Ve işte son bombamız alttaki cümle:
Gerçek hayatta insanlardan vazgeçmek o kadar kolay değil, ancak Twitter’da bu tek bir tıklamaya bakıyor. Bu nedenle insanların sizden uzaklaşmaması için kusurlu hareketlerden kaçınmanız gerekiyor. Yukarıdaki hareketleri yapmazsanız sizi takip edenlerin sayısı günbegün artacaktır.
Takipçileriniz, kurallara uyarsanız artar demek istiyor. Robotlaşmayın diyen internet kullanıcısı tavsiyesi burada kendini eleverdi!!! İyi tweet’lemeler….
24 Ekim 2009 Cumartesi
The Smiths Gecesi Peyote 27 Ekim
23 Ekim 2009 Cuma
Yasak Ten
Cuma, 23 Ekim, 2009
Ece Dorsay
Frank Sinatra ve Bono'dan "I've got you Under My Skin" düetini dinlerken fark ediyorum sözlerin her dinleyişte tekrar anlam kazanışını. Önce, "benim altımdasın" diyen, erotik ima olarak algıladığım bir sevişme sahnesinden daha öteye gidiyor manası sonradan. "Derimin altındasın" diyor aslında. Öylesine içime işledin ki, öylesine bütünleştim ki seninle derimin rengi sana büründü. Beyazken zenci, zenciyken beyaz, pembeyken mavi oldum sayende.
Deri değiştirdim, kabuk değiştirdim etkinle. Ölü deriyi attım adeta, bebek gibi kokuyor tenim.
Tazelenmiş bir deriyle kaplıyım artık. Tozları silkeledim üstümden. Yeniden doğdum...
Vücut terleri birbirine karışırken en tutkulu sevişmelerde, acaba yenileniyor muydu insan?
Belki de dokunulmaya hasret bir tenin acı çığlıklarıydı duyulmayan... Tenin dili olsa neler söylerdi kim bilir: "Lütfen dokunun bana; ama içten, ama yürekten olsun, tutkusuz dokunuşlar uzak olsun benden." Böyle mi derdi acaba? Sessiz yakarışlarını duyar mıydı başka bir ten?
Yaşlı bir bedenin genç bir bedene olan hasretini giderecek kadar seven yürek, tenini sunabilirdi sevdiğine. Gencecik, körpe teniyle yıkayabilirdi, yaşlanmış ve yer yer kırışmış ama tutkusunu yitirmemiş teni. Tenler karışıyor, tenler konuşuyor, tenler ağlıyordu. Tenler yaş farkına aldırmıyordu, cinsiyete bakmıyordu, sadece sevgiyle yol alıyorlardı birbirlerinin üzerinde.
Yasak ten. Birbirimize haram görüp yasakladığımız tenlerimiz şimdi ağlıyor. En güzel dokunuşlardan mahrum kalan bedenler, bilgisayar ve televizyon ekranı önünde yaşlanıyor belki de. Şiir okumanın ve eski kitap kokusunun hazzını unutmuş veya hiç keşfedememiş tutkusuz bedenler, yürüyen ölüler gibiler etrafımda... Aşka olan susuzluğumuzu bir nebze olsun gideren şiirleri görmezden geliyor kayıp bir nesil. Meşaleyi söndürmemek için çaba gerekiyor ama çabalamaya alışmamış ki kimse aşk için... Egoların er meydanına dönmüş aşk cenneti.
O cenneti tekrar kazanmak için dokunmayı yeniden öğrenmemiz gerekiyor. Ruha dokunmayı, kendimize dokunmayı, yüreklere dokunmayı, kalbe dokunmayı... En baştan, yeniden, sil baştan... Belki o zaman derimizin altına işler sevdiğimizin parmak izi, ruh izi...
O zaman bütünleşiriz yeryüzü denilen yabancılaştığımız yerle. Kedilerin bildiği dili biz unutmuşuz. İlkbaharda bahçelerde yankılanan kedi çığlıklarına gülmeye alıştık. Bazen de bir ürperti ve korku ile fırladık yatağımızdan geceleri. Vahşi doğanın sesleri ya güldürdü ya ürküttü bizi. Oysa ki anlamını unuttuğumuz; hatta özellikle bize unutturulan tutkunun bizden daha alt gördüğümüz türlerde bile var olma ihtimaline tanık oluyorduk. Üstelik biz insanlar daha fazlasına sahiptik:
Yaşama tutkusu, sanat tutkusu, bilim tutkusu... Tutkunun bin bir türüne sahip olabilirdik entelektimizde ve kalbimizde. Ama biz en basit tutkulardan bile mahrum bırakılıyorduk. Maskeler ile tenimizi ve gerçek kimliğimizi örtmeyi öğreten bu düzenin kurbanları gibi hissetmemek için üretmek gerekiyordu durmadan. İnsanlığımızı bize unutturan teknolojinin kurbanları olduğumuza uyanınca acı çekiyorduk. Bunu fark etmek ve bir son vermek kolay gözükse de diğer insanların uyuşturulduğunu görünce daha da yalnızlaşıyor ve teslim oluyorduk düzenin bize sunduklarına... Ten yanıyor ve aşk dileniyor. Saklı tenler, yasak tenler, yaşlı tenler,
Genç tenler, teşhirci tenler… Her türlüsü derin bir yalnızlık iç çekişi ile kendini duyurmaya çalışıyordu aslında. “Kollarında ölmek istiyorum” cümlesi tozlu şarkı sözlerinde mi kalmıştı artık? Bir kedi olup farklı bir tene bürünmek gerekiyordu belki de… Şair ruhlu bir kedi…
Kaos GL Dergisi / 101. Sayı
21 Ekim 2009 Çarşamba
19 Ekim 2009 Pazartesi
KELİMELERİN TUTSAKLIĞI
Kelimeler… etiketler… adlar, isimler… Bizi hem kısıtlayan hem de bir yere koyan şeyler… Kendimizi kaybettiğimiz yerlerde tutunduğumuz kelimeler…
Kendimizi ifade ederken yolumuzu tıkayan veya yolumuzu açan kelimeler…
Kimlik kartımızın üzerine, bize sormadan basılmış kelimeler. Etikete dönüştüklerinde ve yüreğimizi daralttıklarında tehlike arzediyorlar…
İfade aracımız olduklarında ve yeni ufuklara yelken açmamıza sebep olduklarındaysa varlıkları elzem… İsmimiz bile bir kelime… Benimseyip bağrımıza bastığımız ismimize bir başkasının da sahip olduğunu duyunca kendi kişiliğimiz giriyor işin içine ve benim ismim başka tınlıyor diye hissediyor bilinçaltından. Demek ki bizi ayıran ve birleştiren bu kelimelere fazla güvenmemek gerekiyor. Ne de olsa insanın yaratımı olan kısıtlı bir alandan yani dilden söz ediyoruz. Elbette çok büyük önem taşıyor dil. İnsanlığın kurtuluşu belki de doğru ifadeler ve düzgün bir dil kullanabilmekle olacak ama her şeyden önce sağduyu giriyor işin içine…Tanımlar, açıklamalar da gerekli ama kısıtlama ve yargılamalar iletişimi bozabiliyor. Siyah/beyaz, kadın/erkek, doğa/akıl gibi ikilik hiyerarşilerin insan kimliğini çok daralttığı bir gerçek. Yeni tanımlamalara aslında ihtiyaç var. Yönelimler ve dış görüntüde de çok dar çerçevelerde yaşıyoruz. ‘Erkek gibi’, ‘Kadın gibi’ dediğimiz zaman aslında sadece bir kelimeye ne kadar çok rol ve anlam yüklediğimiz çıkıyor ortaya. İşte o an ‘erkek nedir?’, ‘kadın nedir?’ gibi sorular ortaya çıkıyor. Yönelimleri isimlendirmede de aynı sorun var: Eşcinsel, biseksüel, heteroseksüel vs… Tüm bu kelimeler aslında bir insanı çok dar çerçevelere ve hayat boyu sanki aynı kalacakmış, hissedecekmiş gibi bir yükün, kısıtlamanın altına sokmuyor mu?
Aşık olunan kişi, cinsiyetten ibaret değil... O bir insan. Kişiliği, zekası, pırıltısı, ruhu, elektriği tüm bunlar kişinin cazibesini yaratan öğeler…
İnsanın durduğu yeri bilmesi açısından tanımlamalara tümüyle karşı değilim ama yine de böyle isimlendirmeler ömür boyu etiket hapsine mahkûm etmek değil mi insanın akışkan, zengin dünyasını? Dış görünüşe göre de tanımlamak aslında bir nevi ruhu hor görmek gibi geliyor bana… Eğer tanımlamalar herkes için aynı manaya gelseydi ve daha toleranslı bir dünyada yaşasaydık o zaman bir sorun kalmazdı.
Ama maalesef kullanılan kelimeler ve seçtiğimiz etiketler, herkes için farklı bir anlam ifade ediyor ve kimine problematik geliyor. Yargıç ruhların arasında etiketlenmek aslında uçurumlar yaratıyor insanların arasında. Belki de asıl sorgulamamız gereken kelimelerden ziyade, insanların algısı. Yaşam tarzlarına ve seçimlere, bakış açılarına olan duyarlılığı, anlayışı kurabilmiş mi insanlar?
Şair bir ruhun etiketi olmaz diye genel bir cümle kurasım geliyor bu noktada.
Pembe, mavi ve bileşeni mor olan renklerin hepsinin güzelliklerini taşır içinde. Doğallıkla, sadelikle…
18 Ekim 2009 Pazar
Ales – Akademik Personel baraj puanı adaletsizliği
Matematik full çözenler öne geçiyor….
Size bir milletvekilimizin 21 Ocak 2009 tarihli ALES yorumunu kopyala-yapıştır yapıyorum:
Bugün önceki YÖK yönetiminin meslek lisesi mezunlarının önüne koyduğu bir engelden bahsetmek istiyorum. ALES yani Akademik Personel ve Lisansüstü Eğitim Sınavı.
ALES, hem yüksek lisans ya da doktora, hem de akademik personel başvuruları için YÖK tarafından yapılan merkezi bir sınavdır. Senede iki kez yapılan bu sınav, sözel ve sayısal bölümlerinden oluşur. Bu sınavda sözel bölümden 80, sayısal bölümden de 80 olmak üzere toplam 160 soru sorulur.
2007 Bahar döneminden önce LES adı altında yapılmakta olan bu sınavda, lisansüstü eğitim için baraj 45, akademik personel alımı için de 50 puan yeterli sayılmakla birlikte, Yüksek Öğretim Kurulu tarafından 5.9.2006 tarihinde 26280 sayılı Resmî Gazete’de yayınlanan yönetmelik ile tüm akademik kadrolara atanmada ALES sınavından en az 70 puan alma şartının getirilmesi, özellikle bazı alanlardan mezun olan akademisyenler için adaletsiz bir durum oluşturmaktadır.
Buradaki adaletsiz uygulama, sadece eski sistemdeki karşılığı ile LES’teki 50 puanın ALES’te 62-65 puana tekabül ediyor olması değil, aynı zamanda sözelci akademisyen adayların notlarının sayısalcılarınki ile aynı düzeyde değerlendirilmiş olmasından kaynaklanmaktadır.
ALES sayısal verilerine baktığımızda da sınava giren adayların % 70′inin 70 barajını geçemediği görülmektedir. Sınavın mantık sorularından oluştuğu belirtilmekte fakat son yapılan sınavlarda mantık ve analitik düşünme becerisinden çok, açık bir biçimde matematik bilgisi ölçülmektedir. Oysa üniversitede branş eğitimi söz konusu olduğundan herkesten, az da olsa, matematik bilgisi istemek ve bunu zorunlu tutmak haksız rekabete ve adaylar arasında eşitsizliğe yol açmaktadır. Anadilimiz Türkçe olduğundan ve soruların çoğu paragrafa dayalı olup, o anda okuyup anlama üzerine şekillendiğinden, sayısal öğrencileri de sözel öğrencileri ile aynı oranda sözel sorusu çözebilirken, sözel öğrenciler sayısal öğrenciler kadar matematik sorusu çözememektedir. Sayısal soruları çözebilmek için formül, sayısal akıl yürütme gibi pratiklerin olması gerekir, fakat sözel soruları için genellikle bir formüle ihtiyaç yoktur. Sözel ve güzel sanatlar fakülteleri öğrencilerinin bu sınavın değişen yapısı ile daha çok mağdur edilmektedirler.
Bununla birlikte kişinin uzmanlık yaptığı alanda hakimiyetini hiçbir şekilde test etmeyen söz konusu bu sınavın, akademik kadrolar için başvurularda %60 ağırlıkla değerlendirilmesi ve bölümdeki hocaların inisiyatifinin %15′lere gerilemesinin, bilimsel kaliteyi yükseltme adına yapılıyor olması anlaşılır bir şey değildir; çünkü ALES, hiçbir şekilde kişinin alanındaki hakimiyetini test eden bir sınav değildir.
Bir akademisyen adayının bilimsel etkinliğini sürdürebilmesi için zaruri olan, hiç kuşkusuz, yabancı dildir. Ancak YÖK’ün akademik personel alımında yabancı dilden (KPDS ya da ÜDS) 50 puan istenip, ALES’ten en az 70 puan istenmesinin mantığını anlamak çok zor. Zira bir sözelci, yabancı dili ne kadar iyi olsa, alanında ne kadar hakim olsa ve ALES’ten 80 sözel sorunun tamamına yakınını doğru bile yapsa, sayısaldan 30-40 civarında matematik net yapmalı ki 70 puanı alabilsin ve akademik kadrolara başvurabilsin.
Sayısalcılar kendi rakipleriyle 70 üstü alıp mücadele ederken, sözelciler 70 almak için epey zorlanmakta, daha doğrusu akademik kadrolara bile başvuramamaktadırlar. Bunun için aşağıda çözüm yolları geliştirilebilir:
1. ALES baraj puanı -eski LES’in tekabül ettiği- 62-65′e çekilmeli/düşürülmelidir.
2.Sözelciler için ayrı taban puanları hesaplanmalıdır.
3.Sözelciler sayısal testten, sayısalcılar da sözel testten muaf tutulmalıdır.
4.Mantığını anlamakta bir hayli zorlandığımız bu sınav kaldırılıp, yerine adayların kendi alanlarıyla ilgili sorular sorulmalıdır.
Aşkları ve şevkleri yeterince kırılan sözelci genç akademisyen adaylarının artık yeterince ezildiğini, YÖK’ün gereken düzenlemeyi bir an evvel yaparak bu haksızlığa son vermesi gerektiğini düşünüyorum.
Resul TOSUN
17 Ekim 2009 Cumartesi
U2’dan U dönüşü
U2’dan U dönüşü
BirGün gazetesindeki ilk köşe yazıma başlarken içimde güzel bir heyecan var. İçimden geçenleri, öfkelendiklerimi, hayal ettiklerimi, başıma gelenleri, gözlemlediklerimi, dinlediklerimi kısacası deneyimlediğim birçok şeyi sizlerle paylaşmanın heyecanı olsa gerek… Kaos GL dergisinde ve web sitesinde de düşüncelerimi ve inandıklarımı, doğrularımı paylaşmaya devam ediyorum. Bu ülkede gerçek bir şeyler üretenlerin ve yazanların en temel motivasyonu paylaşmak ve küçük devrimler yaratma ihtimali… Ben buna yürekten inanıyorum...
Mesela U2’nun Türkiye’ye geleceği ihtimali galiba artık ihtimal olmaktan çıktı. Kesinleşti. Öyle deniyor. Ben hâlâ tam olarak inanamasam da… Bono’nun Türkiye’deki insan hakları ihlaline getirdiği onca eleştiri cebe mi girdi yoksa Kaos’taki yazımdan mı etkilendi de, ‘Yüz binleri stadlara doldurmak değil derdimiz’ diye bana cevabı yapıştırmak mı istedi acaba. Şaka bir yana, organizatörler ile ilgili bir sorun olduğu da söylentiler arasında. Ahmet San’ın beyanatına göre, 1997’de yılında aslında Selanik’te değil İstanbul’da olacakmış Popmart turnesinin bir ayağı. Ama organize eden firmalardan biriyle sorun yaşanmış. Biz üşenmeyip ta Selanik’e otobüslerle gidip aynı gece dönmüştük. Kaos’taki yazımdan aynen alıntılıyorum:
“Müzisyen ve müzik hayranı olarak 1987’den beri hayatıma büyük etki yapan U2 grubunun, çocukken videokasetten izlemeye doyamadığım Zoo Tv konserinin, 1997’de Selanik’e bir otobüsle gidip Popmart ayağını izleyip döndüğüm günlerin silueti geçiyor film şeridimden… Henüz ‘No Line on the Horizon’ adlı son albümünü almamış olacak kadar heyecanım azalmış olsa da, internete girip turne tarihlerine baktım ve gene Türkiye’ye gelmeyi reddettiklerini gördüm. Sebep gene aynı: İnsan hakları ihlali çok olan bir ülkede konser veremezlermiş. Öyle buyurmuşlar. Her şey bir yana, dinleyicinin günahı ne? Peki, gittikleri diğer ülkeler çok mu kusursuz? Asıl sebep acaba yüz binleri stada doldurabilme kaygısı olmasın? Bilemiyorum. Eskiden hayran olduğum Bono, iyiden iyiye bir iş adamı, bir diplomat, bir reklamcıya dönüştüğünden beri sözlerine güvenemez oldum. Belki de eskiden daha saftım, kim bilir…” Gerçekten geliyorlarsa ne mutlu. Her şeye rağmen içimde bir burukluk olacak çünkü insanın 20’li yaşlarında duyduğu rock grubu hayranlığı daha hararetli ve büyülü oluyor haliyle. 30’lu yaşlarda artık o heyecandan daha ufalmış kırıntılar kalıyor...
MÜ-YAP’ın başvrusuyla getirilen myspace’e giriş yasağı, bu global web sitenin admin’leriyle olan telif pazarlığını kazanmak amacıyla yapılmış. Sebep her ne olursa olsun, artık bazı güçlerin çat pat web siteleri kapatmaları çağdışı bir uygulama. Birçok bağımsız müzisyenin günahı ne? Üstüne üstlük bizim gibi albümü çıkmış müzisyenlerin bile kendi ülke sınırlarımızda telifleri doğru düzgün ödenemezken, izinsiz birçok yerde şarkılarımız çalmaya devam ederken, albümümüz hiçbir yerde bulunamazken bari internetten tanıtım yapmak kimseye batmamalı. Klibe, tanıtıma, dağıtıma gerekli yatırımı yapamamış olan şirketlerin çuvaldızı kendilerine batırıp, teknoloji ile dost olmalarını dilerim. Baltalar ile odun kesmeden heykel yapmaya çalışmak daha asilce.
Müzik sektöründen, teknolojiden, sosyolojik gerçeklerden, üreten insanın yolunu kesen duvarlardan, marjinalleştirilen ve yok sayılan yaşamlardan bahsedip, birçok renge bulayacağım yazılarımı takip edeceklerini umduğum güzel insanlara, sevgi ve saygılarımı gönderiyorum.
Eski püskü kot
Eski püskü kot
Eski püskü bir kot pantolon kadar güvenilir ne vardı ki dünyada?
Şehrin kaosu, Cohen hüznü ve Facebook hapishanesi…
Şehrin kaosu, Cohen hüznü ve Facebook hapishanesi…
Alışveriş merkezlerinden geçilmeyen şehrimde, eve bir şeyler almak için mecburen Migros’a gittim… Ama eve dönerken bitkindim. Yaya olduğum halde üzerime üzerime gelen jeep’lerden, sıra sıra dizilmiş ürünlerin parlak paketlerinden, borsacı tipli adamların bitmek bilmeyen öfkesinden, burası niye açılmış dedirten fitness salonlarının işkence aletlerine benzer iş makinelerinde terleyenlerden, hepsinden genel olarak boğulduğumu hissettim ve evden niye az çıktığımı tekrar anladım… Eve gelir gelmez Antony Hegarty’den Soft Black Stars’ı açtım ve derin bir nefes aldım… Tek kişilik dünyamdaki hüzün bile çok daha asil ve güzeldi…
Bekleyiş, içsel evrim ve devrimler, Plumwood’un teorisi…
Bekleyiş, içsel evrim ve devrimler, Plumwood’un teorisi…
Bekleyiş… Albümün çıkışını bekleyiş, şiirlerin ortaya çıkmasını bekleyiş ve beri yandan internette gezinirken rastladığım Bono beyanatları… Müzisyen ve müzik hayranı olarak 1987’den beri hayatıma büyük etki yapan U2 grubunun, çocukken videokasetten izlemeye doyamadığım Zoo Tv konserinin, 1997’de Selanik’e bir otobüsle gidip Popmart ayağını izleyip döndüğüm günlerin silüeti geçiyor film şeridimden… Henüz “No Line on the Horizon” adlı son albümünü almamış olacak kadar heyecanım azalmış olsa da, internete girip turne tarihlerine baktım ve gene Türkiye’ye gelmeyi reddettiklerini gördüm.
Kayıp Dizeler, Ekofeminizm sayıklaması ve bir bardak limonata…
Kayıp Dizeler, Ekofeminizm sayıklaması ve bir bardak limonata…
FACEBOOK'A GELSENE SANA ACAYİP BİR VİDEO YOLLADIM
|
16 Ekim 2009 Cuma
SKIN ve Ekibi Geri Dönüyor
MTV kanalının daha çekici olduğu 90'lı yıllarda gözüme çarpan tuhaf klibi ve öfkeli vokali hatırlıyorum. Simsiyah dazlak bir kadın... Önce erkek vokal sanmıştım. Gerçekten farklı ve özgündü vokalist. ‘Selling Jesus’ diye bağırarak dini sömürenleri eleştiriyordu. Bahsettiğim grup Skunk Anansie ve vokalistin kullandığı rumuz Skin. Daha sonralarda solo albüm yaptı Skin... 2003 yılında, Londra'da, Babylon'dan biraz büyük bir kulüpte solo konserini izlemiştim. Queer bir mahalledeydi üstelik mekan. Upuzun bir kuyruk vardı mekânın önünde... On yıl aradan sonra, Skunk Anansie'nin yeni bir albümle müziğe dönüş yaptığını duyunca, ‘nihayet’ dedim içimden. Güçlü kadın rock vokallerinin geri plana atıldığı global müzik sektöründe böylesine öfkeli aynı zamanda kırılgan bir sese ihtiyacımız vardı.
Paranoid and Sunburnt ve Stoosh albümleri bağımsız bir firma tarafından yayımlandı. Klişe imajların ağına düşmeyen böylesi çarpıcı bir grubun, kolay sunumlara alışmış ve sığ algılara hitap eden müzik sektörü tarafından hemen kabul görmesi mümkün değildi zaten. Politik bir grup damgası yediler ama bunu kabul etmediler. Yalnızca rock grubu olarak adlandırılmak istediler. Belki de rock müziğin içi boşaltılmasaydı böyle etiketlere bile gerek kalmayacaktı. U2 grubunun alt grubu olmaları işlerine yaradı ama asla ‘biz politik bir grubuz’ diye vurgulamadılar. Tavırlarında ve görüntülerinde bile sıradan gözü rahatsız eden öğeler vardı. Siyahilerin hor görüldüğü Amerika'da bomba etkisi yarattılar. Siyah bir kadın, dürüst şarkı sözleri, erotizme varan imgeler...İyi ki geri döndüler, yeni şarkılarını heyecanla bekliyorum.