Gökkuşağının altından geçerken...

Gökkuşağının altından geçerken...

10 Nisan 2020 Cuma

Pose : Parlak bir Başkaldırı ve Dayanışma Hikayesi


3 Aralık 2019-12-03


Pose dizisi henüz  2 sezon yayınlandı ama etkisi sezon sayısından büyük oldu. Ülkemizde okur yazarkesimden olan netflix tutkunlarının, batıda da vizyonu genişlerin dikkatini çeken bir dizi oldu. Çığır açan bu kült mizaçtaki dizi, alt kültürü korkusuzca ana akıma taşıyor. Üstelik kimlik politikaları hakkında öğüt vermeye gerek duymadan, tamamen izlenebilir ve akıcı üslupla, insan ruhuna dokunan içtenlik dolu, insancıl hikayelerle yapıyor bunu. 
1987 yılının New York’unda başlayan ve kendi ailelerinden dışlanan, marjinalleştirilmiş, ötekileştirilmiş ve tüm bu zorluklara inat cesur yollarıseçmiş karakterleri anlatan dizinin en özgün yanı, rol alan oyuncuların gerçek hayatta da transeksüelkarakterler olması. Hem siyahi hem transeksüelkarakterlerin beyaz yakalı toplumda varoluş mücadeleleri haliyle bitmiyor. Hem Trump Tower’ın simgelediği Amerikan kapitalist düzeninde görünmez kılınmaları, hem hayatlarına sirayet eden AIDS virüsü belası, dertlerine dert eklerken, tüm karakterleri daha güçlü bir bağ ile birleştiriyor. Bu dizide en sevdiğim tavır, vurguların dayanışma üzerine olması, karakterlerdeki optimizm, dozunda mizah ve korumacı aile anlayışı.
NYC’nin balo salonunun parlak ışıkları altında düzenlenen dans yarışmaları ve aile isimleri altında farklı çatılarda yaşayan, seçilmiş bir anne tarafından korunup kollanan genç dans grupları, dizideki rengarenk dünyayı bize 80’li yılların romantik şarkıları eşliğinde izletiyor. İkinci sezonda, 90’lı yıllara geldiğimizde, Madonna’nın Vogue rüzgarının balo salonundaki dansları nasıl etkilediğine şahit oluyoruz. Dizinin en can alıcı kısmı da, bu yer altı hikayelerinin gerçekten yaşanmış bir dönemden ortaya çıkması.
Dizinin parlayan yıldızı elbette Billy Porter. Gerçek hayatta da, kostümleriyle dikkatleri üzerine çeken sivri duruşlu Porter, Pose’da balo salonlarının vazgeçilmez  ve enerjik MC (sunucu)’si  Pray Tell’icanlandırıyor. Sivri dili ama yumuşak kalbiyle herkesin sevgisini ve bazen öfkesini kazanıyor. En yakın dostu Blanca ile Aids üzerinden kurdukları dayanışma, zaman geçtikçe güçleniyor. Blanca’nıniyimserliği, zor bir kişilik olan Elektra’dan kopup kendi dans evini kurması, sokak performansçısı olmak zorunda kalan eşcinsel ve dans tutkunu Damon’u keşfedip koruması altına alması, dizinin sürükleyici kısımlarından. 
Damon’un Whitney Houston klasiği “I wanna dancewith somebody” şarkısı eşliğinde, New School For Dance için hayatının en önemli performansıymış gibi tutkuyla dans etmesi beni inceden ağlatan bir sahneydi. 
Bu devrimci dizide, romantik ve hüzünlü aşk hikayaleri de var. Gizemli ve parlak karakter Angel’ın seks işçiliği yaparken tanıştığı ve kendisine aşık olan beyaz yakalı Stan Bowes ile bir sahnesi çok vurucu. Sınıfsal farkları, ağlak ve arabesk hislere kaçmadan dozunda vererek yüzümüze vuruyor. Stan,yatakta huzurla uzanırlarken, Angel’a hayattan ne beklediğini soruyor ve Angel, “Kendi evimi istiyorum. Birine bakmak, birinin bana bakması. Ben de her orta sınıf kadını gibi muamele görmek istiyorum.” diye cevap veriyor. Sahne kesiliyor ve hemen ardından kamera bize, Trump Tower’da çalışan beyaz yakalı Stan’i kendi evinde, eşine kavuşurken gösteriyor. Sahne kapanışında Kate Bush’tan Running Up That Hill’in açılış synth’leri çınlıyor. Tüyler gene diken. Angel’ın özlem duyduğu konformist dünya, aynı zamanda Angel’ın dışlanmasına sebep olan düzen.
Siyahi trans kadınların ağzından hayat dersi niteliğinde cümleler dinliyoruz. Tüylerimiz diken diken oluyor. Bir buçuk saatliğine de olsa, dünya düzeninin kinizminden ve alaycılığından uzak, geleceğe ve dostluğa inanç dozu fazla, devrimci romantik bir hikayenin içinde buluyoruz kendimizi. İkinci sezondaki hastane konserleri ve ağır Aids hastalığı sahneleri, kişisel yüzleşmeler, karakterleri aklımıza ve kalbimize daha fazla kazıyor. Barok ruhlu bir Kuir Drama Pose. Bugüne kadar izlediğim bütün dizilerden daha cesur, daha parlak ve daha özgün.
Ece Dorsay



9 Nisan 2020 Perşembe

Ayrılış / Departure : Görsel ve Ruhsal Şölen

Ayrılış  /  Departure
Görsel ve Ruhsal Şölen
İstanbul Film Festivali’nde beni ve hatta ailemi en çok etkileyen filmin, bir yönetmenin ilk filmi olması sürpriz oldu. Sanat tam da böyle bir şey : Beklenmedik sürprizlerle dolu. Bu yüzden sürekli yeniden aşık oluyor insan sinemaya ve müziğe. Hiç beklemediği yönlerden hiç beklemediği etkiler alınca büyüleniyor ruh.
Filmden bahsedeyim ama öncelikle kısa tanıtım yazısı bize ne söylüyor, bakalım : “Andrew Steggall’ın İngiltere yapımı ilk filmi Departure / Ayrılış, dokunaklı ve nostaljik bir büyüme öyküsünü konu alıyor. 15 yaşındaki edebiyat tutkunu Elliot, annesi Beatrice ile Fransa’nın güneyindeki yazlık evlerine gelir. Evi boşaltmak için yapılan bu yolculuk delikanlının hayatında bir dönüm noktası olur. Elliot hem ailesindeki sorunlara tanıklık eder hem de ilk kez âşık olarak eşcinselliğini keşfeder.”
Lgbt sineması için unutulmaz bir film olmasından öte, sinema tarihi için de, yeni yönetmenin çok iyi bir başlangıç filmi olarak hatırlanabilir. Görsel ve öğeler ve karakterlerin içsel yolculukları, Fransa’nın güneyindeki müthiş manzarada öylesine güzel anlatılmış ki, filmin sonlarına doğru ortaya çıkan ve ard arda yaşanmaları hafiften melodramatik görünen ailevi gerçekleri, itirafları ve ekstra dramaları affettiriyor. İçsel farkındalıklar, hayallerin ve ilişkilerin gerçekleştiğinde bile beklenildiği gibi çıkmayışı, boşanan bir annenin gereksiz fedakarlıkları oranındaki bireysel mutsuzluğuyla savaşı ve farkındalığa doğru sancılı bir yoldan gidişiyle, kendi dünyasında yaşayan oğlunun kendi vücudunu ve eşcinselliğini keşfi, gördüğü an’dan itibaren heyecan ve hayranlık duyduğu erkeğin zaaflarını ve derin acılarını fark ediş yolculuklarının paralelliği çok lezzetli ve görsel metaforlarla, mizahla, Oscar Wilde gibi edebiyat figürlerine göndermelerle süslenmiş.

Oscar Wilde’ın çok sevdiğim bir sözünü akla getiriyor bu film : “ Hayatta iki türlü trajedi vardır. Hayallerin gerçekleşmesi ve gerçekleşmemesi.” Birinci durum, umduğunu bulamayan oğlan Elliot, ikinci durumsa hayatında çıkış yolu arama dönemindeki anne Beatrice örnekleri olarak karşımıza çıkıyor. Satmak için geldikleri bu tatil villası, uzun bir evliliğin bitimini sembolize ediyor. İngiliz ailenin, sakin ve huzurlu Fransa topraklarındaki inişli çıkışlı macerası, edebiyata meraklı ve iç dünyası zengin, sevimli yüzlü Elliot’un sıradan bulduğu annesinin “sığ karakteri”nin aslında aşık olduğu kaba ve daha alt sınıftan gelen Clement’ınkine benzediğini geç fark etmesini, bu süreçte olgunlaşmasını, hayranlıktan hafif küçümseme haline geçişini, annesi Beatrice ile sürtüşmelerini ve Beatrice’in boşandığı kocasıyla oğlunun önünde ettiği kavgasından sonra biraz daha benmerkezci olup kendisine daha iyi bakması gerektiğini anlamasını içeren içsel uyanışlarla dolu.
Jools Scott’un incelikli müzikleri ve Brian Fawcett’in atmosferik görüntüleriyle film; upuzun bir ballad şarkının video klibi gibi keyif verici. Elliot’un tıpkı etkilendiği erkek gibi üstünü çıkarıp köprüden nehre atlaması da şiirsel bir sahne olmuş. Filmin sonunda çalan akustik folk tarzındaki Oliver Daldry şarkısı Catch The Wind (Rüzgarı Yakala), kalbimi gülümsetti.
15 yaşındaki entelektüel ve içe dönük çocuğu canlandıran Alex Lawther’ın doğal ve akıcı oyunculuğu beni kendisine hayran bıraktı. Küçük bir izci çocuk edası, kafasına taktığı tüyler ve yanağına yapıştırdığı elektrik süpürgesi, öte yandan büyük bir merakla havuçları yürütüp kendi vücudunu keşfetmesi gibi çocukluktan henüz tam çıkamadığını ama hayatı keşfetme heyecanını gösteren muziplikleri ve Oscar Wilde tarzı ceketiyle, bambaşka bir zamandan gelmiş gibi duruyor. Bir tür Peter Pan gibi…
Filmin ismi, çok yönlü okunabilir : Çocukluktan ayrılış, evden ayrılış, evlilikten ayrılış, aileden kopuş, sevgililerin ayrılışı, sınırlı dünya’dan ayrılış, korkulardan ve alışkanlıklardan ayrılış, bilinçsizlikten ayrılış. Bu filmin, Lgbt sineması listemde önemli bir yer kazandığı şüphe götürmez.
Yönetmen / Senaryo : Andrew Steggall

Carol Zamansız, tarifsiz, yasaksız aşk..

Carol
Zamansız, tarifsiz, yasaksız aşk..
Hayatımın aşk filmini yazmak hiç kolay değil. Kalbimin atışlarını hızlandıran müthiş soundtrack’i eşliğinde hem de… Gerçekten abartısızca diyebilirim ki, aşka bakış açımı tasvir etmek istesem, hissettiklerimden yola çıksam Carol’a yakın bir film çekmek isterdim. Benim çekeceğim film, bir üniversite profesörüyle öğrencisi arasında olurdu lakin. Ya da iki sanatçı belki müzisyen kadınlar olurdu. Aşkın zamansızlığı, cinsiyetler ötesi derinliği, zarafeti; 50’lerin tutucu Amerika’sında yaşanmasının önündeki engeller seyirciye en incelikli biçimde nasıl anlatılır? Bu çok zor sorunun cevabı Carol’da gizli. Caz kokan, şairane ve cesur bir aşk filmi. Kadın perspektifinden Post- Romeo ve Juliet.
Velvet Goldmine‘nın ardından 2000’li yıllarda imza attığı Cennetten Çok uzakta, Beni Orada Arama gibi yapımlarla tanıdığımız Todd Haynes’in yönetmenliğini üstlendiği yapımı Patricia Highsmith’in romanından uyarlayan isim Phyllis Nagy. İki mükemmel oyuncu, (Cate Blanchett ki asaleti, dozunda mimikleri, kıyafetleri ve duruşuyla aşık olunası, ve sadece bakışlarıyla çok şey anlatabilen ödüllü Rooney Mara) ve müthiş bir görüntü yönetmeni, kurgusal zeka, tam dozunda bize incelikli, minimal notalarla şırıngayı basan Carter Burwell’in katkılarıyla bir başyapıt ortaya çıkmış. Aday olduğu ama kazanamadığı Oscar’ları kesinlikle hak eden bir filmdi. Oscar törenindeki seçimler ve LGBT sinemasına olan önyargılar da ayrı bir tartışma konusu olur. Gişe başarısı, filmin sinema tarihine altın harflerle yazılacağı gerçeğinin yanında gerçekten önemsiz bir detay. Nitelikli sinema eleştirmenlerinden tam not alması da cabası. Aşkı, tensel ve sözlü iletişimden öte gören, kalpten kalbe çok daha derin bir yol olduğunu fark edebilen seyirci bu filmi bir kereden fazla izlemek isteyebilir. Sıradanlığa ve aşkın vasat anlatımına maalesef alıştırılmış, yüzeysel bir heyecan arayan seyirci içinse ağır bir film gibi algılanabilir. Ben izlerken zaman durdu, bir çok sahnede yutkundum, nefesimi tuttum ve her saniyeyi, her bakışı, her repliği ve notayı ruhumun derinliklerine çekmeye çalıştım.
Carter Burwell’in minimalistik ama klasik orkestrasyonuyla müthiş bir atmosfer yaratan, bazen gergin bazen melankolik , tıpkı aşk gibi zamansız müzikleri, dönemin, araya sızmış neşe hüzün karması olan ve eskimeyen caz klasikleri, taksinin buğulu camından Therese’in bakışları, Carol’un yer yer felsefik mektubu birbirini kusursuz biçimde tamamlıyor. Carol’un mektubunun içeriği ve cümleleri okuyuşu beni daha fragmanı izlerken etkilemişti. Carol’un Therese’e yazdığı veda kokan mektubundaki “Hala gençsin ve açıklamalar, çözümlemeler arıyorsun.” cümlesinin hayat boyu etkisinde kalacağım şüphesiz. Film; aşk , yaş farklarının hayata farklı yaklaşımları doğurması, kader, mucize ve tesadüf kavramları üzerine sağlam sorular sorduruyor.
Filmde, bir çok Amerikalı’nın özendiği hayatı süren ama aslında mutsuz bir evliliği sonlandırmanın eşiğinde olan, konformist aile hayatının içinde kapana kısılmış hisseden, ruhu asla yaşlanmayan, sosyal statüleri reddeden, sosyete hayatının tanınmış zengin isimlerinden orta yaşlı Carol ile bir butikte mağaza görevlisi olarak çalışan, günlerini sıradan bir şekilde dolduran, bu koca şehirde kimliğini arayan, seçimlerinden çok emin olamayan, kalbi naif, fotoğraf sanatçısı olmayı hayal eden genç Therese arasındaki, 1950’lerin Manhattan’ında bir oyuncak mağazasında bir bakışla aniden başlayan aşkın izini sürüyoruz. Tanışmaları bile çok şiirsel bir sinema diliyle anlatılmış. Oyuncak mağazasındaki trenin yakın plan çekimi, Therese’in Carol’a oyuncak bebekleri sevmediğini söylemesi, Carol’un tezgahta unuttuğu deri eldivenleri, bir şiirden fırlamış sıradışı dizeler gibi. Sınıfsal ve yaşsal farkları, aniden başlayan aşk hikayelerinde birer dezavantaj öğesi olmak yerine bilakis birbirlerine ilham ve cesaret verdikleri şahane birer destek öğesine dönüşüyor. Therese’in fotoğrafçı gözü, dünyaya ve sevdiğine kendi kalbiyle bakan kadın özne oluşu, kadını bir nesneye indirgeyen statükoya meydan okuyor. Therese; Carol’un gizlice fotoğrafını çekerken, bir erkekten daha objektif ve tutkulu. Kadın dayanışması gibi bir feminist ruh, bu aşkın içinde çok asilce kendini gösteriyor. Thelma ve Louise filmindeki gibi iki kadının arabayla geziye çıkıp şehirden, hapishane gibi olan hayatlarından uzaklaşmalarını ve düzene ellerinden geldiğince meydan okumalarını heyecanla seyrediyoruz. Sevişmelerinin de, düzene meydan okuyan ve kurtuluşu sembolize eden bu sıradışı gezi sırasında bir otel odasında gerçekleşmesi hikayeye derinlik ve mana katıyor. Waterloo gibi eskiden pek değer vermedikleri bir şehirde beraber uyandıklarında, şehrin ismiyle dalga geçecek kadar da yaşadıkları macerayla barışıklar.
Kadın kalbinin, ne kadar diğerkam ve fedakar olduğunu görüyoruz : Carol, herkesin iyiliği için Therese’e veda mektubu yazdığında ve biricik çocuğundan kendisini ayırmakla tehdit eden erkek egemen düzeni sembolize eden kocasının acımasızlığıyla savaşırken. Carol’un Therese’e onu sevdiğini söylemesi ve giderken elini omzuna koyup hafifçe sıkması gibi ufacık bir fiziksel hareket çok büyük duygusal anlam taşıyor. Bu filmin önerdiği ucu açık ama mutlu son olduğu çok hissedilen, seyirciyi salondan umutla çıkaran son sahnedeki bakışma belki de kavuşma an’ı, bütün klişeleri yıkıp geçiyor ve “yasak aşk”ın illa da mutsuz bir vedayla sona ermesi gerekmediğini, hayatta özgürlüğü için savaşan Carol gibi güçlü bir kadının, her şeyi göze alıp, egosal gurur gibi klişe kavramlardan uzak davranıp, kendisinin, sevdiğinin, biricik kızının ve genel olarak aşkın onurunu, herkesin iyiliğini en tepeye koyması insana ve insanlığa dair umut veriyor.

Denizlerin Fatihi : Kaptan Kusto

Denizlerin Fatihi : Kaptan Kusto

Ece DORSAY

60 yıl evvel Fransa ve İngiltere’de nesilleri etkileyen Fransız kaşif Jacques Cousteau, hayatının anlatıldığı yeni biyografik film Derinlere Yolculuk ile yeni nesillere ulaşacak. Derinliklere Yolculuk  (L’Odysee), 20 milyon Avro gibi dev bütçe harcanarak, Antartika buzullarından  köpekbalıklarıyla ünlü Bahama’ya,  dünyanın farklı okyanus ve  bölgelerinde çekimler yapılarak 5 ay sürmüş.
Filmde oyuncu seçimi de güçlü: Lambert Wilson, Audrey Tautou, Pierre Niney, Benjamin Lavernhe. Özellikle Audrey ve Lambert’in arasındaki güçlü bağ, Yves Saint Laurent ve Frantz  filmleriyle hayranlığımı kazanan Pierre Niney’in babasıyla yaşadığı gerilimler ve başkaldırısı  daha sonra babasını derinden kabul edişi, oyuncuların filme katkısındaki gücü gösterdi bana.
Film, sadece Kaptan Kusto efsanesini yansıtmıyor, aynı zamanda bu efsanenin arkasındaki aile yaşantısını, Kusto’nun oğullarıyla olan adaletsiz ilişkilerini, eşini aldatan hatta ikinci bir aile daha kuran karanlık yönlerini filmin kaşiflik maceralarını fazla bozmadan dozunda veriyor izleyiciye.

Duyarlı ve İnce Bir Çevre Mesajı

Meşhur kırmızı gemisi Kalipso, sembolü olmuş kırmızı şapkası, balıkları ve balinaları su altında izlemek için icat ettiği devrimci nefes alma aygıtı ile Kaptan Kusto, Fransa ve İngiltere’nin medar-ı iftiharı olmuş. İleriki yaşlarında, işleri kötüye gittiğinde ve gemisinden olduğunda bile, yeniden ayağa kalkmasını bilmiş ve çevreci konferanslar vererek dünyaya yeniden büyük katkılar sağlamış. Beni en çok etkileyen sahnelerden biri de, Antartika’ya vardıklarında ve heyecanla balinaları görmek istediklerinde, balina avcılarının onlara ve bize miras bıraktığı kemiklerle karşılaşmaları oldu. Can yakan ve dünyanın güzelliklerini nasıl katlettiğimizi yüzümüze vuran, sade ama vurucu bir sahneydi. Bu katliama engel olmak için karar almaları, izleyene duyarlı ve ince bir çevre mesajı niteliğindeydi.
Baba-oğul dramı, filmin içinde çok anlamlı biçimde ilerliyor. Flash-back yani zamanda geriye dönüşle başlayan film bize önce Kusto’nun erken yaşta yatılı okula terk ettiği küçük oğlu Philippe’in, uçaktaki son saatlerini gösteriyor. Uçak kazasından hemen öncesini…(Spoiler vermek huyum değil ama filmdeki kurgunun güzelliğini tarif etmek istedim.)  Henüz ufacık bir çocukken babasından aldığı uçuş gözlüklerine dönüyoruz sonra. Babası Kusto, artık uçmadığını ve denizleri merak ettiğini söylese de, asi Philippe uçmayı yeğlediğini söylüyor babasına. Filmdeki bu tür sembolik bağlantılar ve kurgu, beni çok etkiledi.

Sürükleyici Senaryo ve Etkileyici Görsellik

İki saatlik biyografik filmi izlerken, görsellik ve senaryo akışı açısından öyle sürüklendim ki, oyunculuklar da üzerine eklenince beklediğimden daha iyi bir film çıktı. Belki daha kuru bir belgesel tadı bekliyordum, tıpkı televizyonda izlediğim ve kaşiflerin hayatını anlatan belgesel filmler gibi. Karşımızda bir belgesel yok elbette, biyografik ama kurgusal bir yapıt var ve görselliğin hakkı epeyce verilmiş. En azından su altı görüntüleri, denize aşık ve çocukluk yazlarını denizde yüzerek geçirmiş olan beni yeterince tatmin etti. Görsellik bir yana, benim gibi bir müzisyenin müziklere dikkat etmemesi imkansızdı. The Mamas’s an Papa’s’ın sörf klasiği California Dreamin’den Johannes Brahms’ın F Major senfonisine, okyanuslardaki hayat müzikal bir şölene de dönüştürülmüş. Festivalde bu filmi kaçırdıysanız, Başka Sinema gösterimlerinde kaçırmamanızı ve bilakis sinema salonunda yani beyaz perdede izlemenizi öneririm.


İki Film Birden – Kimlik, Tutku ve Sanat


İki Film Birden – Kimlik, Tutku ve Sanat

Ve Sonra Dans Ettik :

Film Ekimi’nde hem Lgbt aşk teması hem sanat içerdiğinden dolayı, en merak ettiğim filmdi ve beni hayal kırıklığına uğratmadı. Son sahnede gözlerim nemlendi. Önce filmin künyesine bakalım :

“Yönetmenlik koltuğunda Gürcü asıllı isveçli Levan Akin’in yer aldığı 2019 yapımı film.
Dünya prömiyerini bu sene gerçekleştirilen 72. Cannes film festivali'nin ''yönetmenlerin on beş günü'' bölümünde yapan film, yetenekli dansçı merab'ın halk dansları ekibine yeni katılan karizmatik bir gence kapılmasını anlatıyor. Merab, baskıcı bir toplumda hem aşkı keşfediyor hem de kendini ve cinselliğini buluyor.

Yetenekli dansçı Merab, yıllarını verdiği gürcü devlet halk dansları ekibinde partneri ve kız arkadaşı Mary ile birlikte kendini kanıtlamaya çalışmaktadır. Süreç hem sert eğitmenleri hem de geleneksel dansın gerekleri yüzünden katı ve sıkıdır. Merab, ekibe yeni katılan yakışıklı ve karizmatik bir gence kapılınca önce çok zorlansa da sonrasında aşkı keşfeder, kimliğini ve cinselliğini bulur. 1980’lerin dans filmlerinden esinlenen gürcü asıllı isveçli Levan Akin'in yönettiği film dünya prömiyerini Cannes'da yönetmenlerin on beş günü bölümünde yaptı. İsveç'in Oscar adayı seçilen film, Abba'dan Robyn'e ve Gürcü halk melodilerine bolca müzik ve dans sahneleriyle dolu hareketli, duygusal ve dokunaklı bir büyüme hikâyesi anlatıyor.”

Böylesine zor bir hikayeyi, kuir sinemanın standart karamsarlığına düşmeden, umut verici bir biçimde anlatmak kolay değil ama yönetmen bunu başarıyor. Filmin konusu ilerledikçe, inişler çıkışlar bizi korkuttukça, umut veren finale doğru gittiğimizden emin olamıyoruz, yine de final yoruma kalıyor. Bir bakış açısıyla, düzene teslim olmak başka bir perspektiften bakarsak da meydan okumak var.

Sanat aracılığıyla alevlenen ve önce erkek rekabetiyle başlayan bir aşkın, erkeklere dayatılan cinsel kimliğin muhafazakar bir toplumda sebep olduğu baskıların, yerel Gürcü dansının incelikleri ve tutuculuğu üzerinden anlatılması filmi özgün ve cesur kılıyor.

Bu yazı yayımlandığında, film muhtemelen başka sinema salonlarında gösterime girmiş olacak. Bu hikayede, cinselliği ve feminenliği asla kabul etmeyen Gürcü dans ekolünün incelikleri, kurallara meydan okuyan genç dansçı Merab’in Iraklı’ya gönlünü kaptırması ve kimlik savaşı, maço ve bela çıkaran vizyonsuz ağabeyi tarafından bile kabullenilişi beni çok etkiledi.. Son sahnede, efemine bir hale soktuğu dans figürleri, kendi de eski dansçı olan Gürcü bir dostum tarafından abartılı bulunsa da, çaresiz bir isyanı ve meydan okumayı bize net bir biçimde göstermesi açısından etkileyiciydi. Muhafazakar bir toplumda özgün sanat icra etmenin zorluklarına aşina biri olarak bu filmi izlerken kendimi yalnız hissetmekten bir süreliğine de olsa kurtuldum. Sinema ve müziğin güzelliği de bu bağları kurmak ve kendinden parçalar bulmak değil midir?


Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi :

Bu filmle çok paralellik kurduğum, anlatımı ve ruhu elbette daha farklı ve zarif olan, 18. yüzyılda iki kadının ölümsüz aşkını anlatan Portrait of a Lady On Fire (Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi), film ekiminde beni çok etkileyen diğer film oldu.

Künye : “Cannes’da En İyi Senaryo Ödülü ve Kuir Palmiye’yi kazanan ‘Portrait of a Lady on Fire’ Filmekimi programından açıklanan ilk film. Yönetmen Céline Sciamma’nın bu dördüncü filmi, 18. yüzyılda, bir ressamın modeliyle aşkını anlatıyor. Filmde ressam Marianne’ı Noémie Merlant, model Héloïse’i Adèle Haenel canlandırıyor. Cannes’da büyük övgü toplayan ve çokça konuşulan ‘Portrait of a Lady on Fire’, eleştirmenlerce “A sınıfı bir başyapıt… Bu yıl prömiyerini yapan en kusursuz film.” sözleriyle övüldü.
Céline Sciamma’nın yönettiği “Tomboy” ve senaryosunu yazdığı “Kabakçığın Hayatı” daha önce Filmekimi’nde gösterilmişti.”

Marianna, Heloise’ın portresini defalarca çizerek, alevlenen aşkta zaman kazanmaya ve Heloise ile yakınlaşmaya çalışırken, aslında mükemmeliyetçi bir ressam haline mi geliyordur yoksa aşık bir ruh mu? Her ikisi de rahatlıkla söylenebilir. Dalgalar ve müthiş manzarlar eşliğinde, yavaş yavaş büyüyen bir aşka tanık oluyoruz. An’ları, duyguları, renkleri bize birebir yaşatan bir film bu. Olay örgüsüne sığınan bir film olmaması, sürprizleri bile yudum yudum vermesi, seyirciyi beyaz perdeye mıhlıyor.

Bu filmde erkekler sadece birer isim olarak var, varlıklarını beyaz perdede direkt görmüyoruz hatta kadınlar arasında konuları bile açılmıyor. Hiç birini tanımıyoruz. Yönetmen bizi sadece kadınların dünyasında gezdiriyor. Hem bir arkadaşlık hem bir tutku filmi. Zaten kadın yönetmen Sciamma da tutkunun filmini yaptığını söylüyor bir röportajında. Filmleri genelde kadınların kendini keşfi üzerine. Mitolojiden de etkilendiğini söylüyor.

Bakışların, dokunuşlardan daha fazla iz bıraktığı zarif ve derin bir dünyanın içine dalıyoruz. Filmdeki kürtaj sahnesi bile bir kadının bakışıyla çekilmiş, bunu net olarak hissediyoruz. Filmde en çok hissettiğim, hem iki kahramanın hem annenin hem Heloise’in kadın

Film, şiirsel anlatımıyla, dozunda diyalogları ve ışık kullanımıyla, müthiş görüntü yönetmenliğiyle lezbiyen aşkın zarafetini en kusursuz biçimde  tasvir etmiş. Böylesi zarif bir tasviri, yine Psikesinema’ya analizini yazmış olduğum 2015 yapımı Carol filminde izlemiştim. Yine geçmiş zamanın büyüsünü taşıyordu Carol filmi de. Kuir dünyayı ve aşkın kimlik kartı tanımadığını şahane görüntüler ve müzikler eşliğinde anlatan bu iki yapım sinema tarihine yazıldı bile.

Ece Dorsay
21 Ekim 2019-10-21

Amy : Epik ve Dramatik Bir Hayat Öyküsü

Amy
Epik ve Dramatik Bir Hayat Öyküsü..
Müzik belgeselleri ve müzisyenlerin biyografi kitapları beni oldum olası çok etkiler. Belki ben de müzisyen olduğum için büyük bir iştahla bu yollar hakkında aydınlanmak istediğim içindir. Belki de Türkiye’den çıkıp da gerçekleşmesi ütopik görünen büyük hayallerin izinde gitmeye tutkun olduğum içindir. Her şey bir yana, başta müziğe olan tutkum ve ardından gelen sıra dışı ozan/müzisyen karakterlere olan ilgim beni bu türe yaklaştırıyor. Amy Winehouse ile müzikal ilişkim enteresan. Şarkılarını yorumlarken notalarını aynı tondan söylediğim tek insan. Genelde şarkılar yorumlanırken yorumcunun gırtlağına göre transpoze edilir. Vokal fazla tiz geliyorsa pesleştirilir, tiz geliyorsa tam tersi. Ben ise ne zaman bir Amy şarkısı seçsem, tonlarımızın birebir uyduğunu fark ettim. Onun kadar mükemmel bir blues ve caz hissiyatı ekleyemesem de, şarkılarını kendi rengimde söylemeyi hep sevdim.
 Buğulu ve kadife sesiyle beni ilk, Later with Jools Holland programında vintage mavi Stratocaster gitarıyla Stronger Than Me’yi söylerken çarpmıştı. 2011 yılında Amy’nin Sırbistan konseri youtube’de yayınlanmıştı ve alkolden Amy bırakın şarkı söylemeyi, ayakta duramıyordu. O görüntüleri izlediğimde içim parçalanmıştı. Twitter’da epeyce bir dalga konusu olmuştu bu durum hatta yerli meslektaşlarının dahi bu durumla dalga geçmesi büyük bilinçsizlikti. Ben gazetedeki köşeme; düzenin çarklarının bir parçası olan menejerlerinin Amy’e dikkat etmediğini ve sadece parayı düşündüklerini yazmıştım. Böyle giderse kötü bir sonun yaklaştığını belirtmiştim üzüntüyle… Yazık ki gerçekçi tahminlerim ve sezgilerimin gücü doğru çıktı. Temmuz 2011’de Amy’i kaybettik. O esnada Çeşme’deydim ve bir internet kafe bulup gazeteye Amy yazımı yazarken çok canım yandı.


Yıllar sonra, Amy’nin babası Mitch Winehouse’un yazdığı biyografi kitabı Kızım Amy’i okudum ama 2015 yılında izlediğim Amy filmi bana daha gerçekçi göründü. Filmde, Mitch çok daha fazla hedef gösteriliyordu, kitaptaysa babası kendini koruyucu melek gibi gösteriyordu. Kendini suçlar gibi yaparken bile satırları aslında düzenin kurbanının haykırışları gibi okunuyordu yine de yeterince güçlü yazılmamıştı. Filmin neden bana daha çarpıcı geldiğini belki anlatımının en sahici görüntülere dayalı olup buna rağmen sanatsal estetiğini de koruyabilmesine bağlayabiliriz artı babasının anlatımında yeterince inandırıcılık bulamadım. 27’ler kulübü klişesini ensenizde hissettirmeden akan bir belgesel/film. Tam da ruhunuzda açılmış deliklere şarkı söyleyen bir ozan/şarkıcı. Çocukluktan star’lığa uzanan yolculuğunun günlüğü tutulmuş gibi belgeselde. Amy’nin bizzat “Vurucu kelimelerle itiraflar” diye tasvir ettiği şarkı sözü stilini, yönetmen Asif Kapadia, filmin kurgusuna taşımış. Direkt bir anlatım olmadan, Winehouse’un şarkı sözleri bize hikayeyi anlatıyor. Film, 1998 yılından bir ev çekimiyle başlıyor. Dikkat çekici ve zamanla üslubu daha da sivrilen Amy, arkadaşının 14. yaş partisi için Marilyn Monroe’yu taklit ediyor. Dikkat çekici yeteneği Amy’i ürkütücü bir hızla yukarıya taşırken, 2005 yılında Camden’da tanıştığı ve kocası olacak olan Blake’in hayatına eroini sokmasıyla tüyler ürperten bir lunapark trenine biniyoruz. Baba figürü gibi duruşuyla Tony Bennett, Amy’e yeterince uzun yaşayabilirse nasıl bir hayatı olabileceğini ima eder ve düet kayıtları sırasında O’na şefkatle yol gösterir, Amy’nin caz devlerinden biri olma yoluna girecek vakti olsaydı hayatının ne kadar güzel olabileceğini bize sezdirir. Tam Amy’nin istediği hayat : Filmin en başında istediği tek şeyin müzik yapmak olduğunu ve şöhretle ilgilenmediğini söylemişti ve bu cümleyi Camden dönemlerinde bile tekrar etti. Amy Winehouse‘un 12 yaşında söylediklerine kulak verelim : “Çok ünlü olmayı hayal ediyorum. Sahnede olmak istiyorum. Bu tutku yaşadığım sürece devam edecek. İnsanların sesimi duymalarını ve beş dakikalığına dertlerini unutmalarını istiyorum. Konser biletleri, Batı Yakası ve Broadway Şovu biletleri bir çırpıda tükenen bir aktris ve şarkıcı olarak hatırlanmak istiyorum.






Ruhunuzda açılmış deliklere şarkı söyleyen şarkıcı..
Tartışma yaratabilecek vuruculukta bir anlatım ve filmin her an’ına sinmiş bir hüzün, filmden sarsılmış halde çıkmama sebep olmuştu. İyi bir film bunu yapabilmelidir insana. Asif Kapadia bize zor sorular sordurmayı nitelikli bir biçimde başarıyor. Amy’nin babası Mitch ile olan ilişkisi filmin en can alıcı kısımlarından. Amy’i küçük yaşta terkedip , kalbinde en büyük yarayı açan ve daha sonra tüm iyi niyetli korumacılığına rağmen medyaya malzeme olmasına katkıda bulunarak düzene boyun eğen bir baba. Babasının yazdığı kitapta bahsedilmeyen de bu en karanlık kısmıydı hayatının.


Amy’nin, kocası Blake’e uyum sağlayabilmek için O’nun uyuşturucu dolu karanlık dünyasına teslim olması, çocukken babasından alamadığı onayı ve sevgiyi, aidiyet hissini kovalamasi gibi. Zira, Grammy ödüllerinde ismi açıklandığında bile şöhretle yaşamanın uyuşturucu olmadan ne kadar sıkıcı bir hayat olduğunu kamuya ilan eder Amy.
ocukluğu Marilyn Monroe‘nunki kadar trajik ya da Elvis Presley‘inki kadar yokluk içinde geçmiş olmasa da, tıpkı Jim Morrison gibi şöhrete çabuk ve hızlı ulaşıp, kendine zarar veren mazoşist ve bağımlı karakterinin sivrilmesine ve kontrol edilemez bir hal alışına tanık oluyoruz. Erken yaşlarda bağımlısı olduğu bulimia hastalığı, daha sonra alkol ve uyuşturucu ile birleşerek Amy’i girdabın içine doğru sürükler.
Şöhretin en büyük bedellerinden birini ödedi Amy : Paparazziler tarafından her saniyesi takip edilerek en mahrem an’lari basına malzeme oldu ve yetmezmiş gibi, bağımlılıkları yüzünden dönüştüğü ürkütücü ama aslında çaresiz küçük kız, acımasız medyanın alay konusu olarak kapitalist düzenin malzemesi oldu.
Ece Dorsay
2015

Köpek ve İnsanın Dillere Destan Dostluğu


Köpek ve İnsanın Dillere Destan Dostluğu

Jack London’un romanından defalarca filme uyarlanan bu hikayeye, bu kez Harrison Ford derinlik katmış ama büyük Saint Bernard türü köpek Buck’un gözleri, derin bakışları beni daha çok etkiledi. Bir kısım sinemaseverden eleştiri almış efektlerin abartı görünmesi. Elbette görsel efekt olduğu belli oluyor ama filme biraz renk katmak için efekt kullanılmasında bir zarar görmedim şahsen.
Alaska’nın zorlu hava şartlarında mektup taşıyan bir kızak köpeğine dönüşmesi Buck’ın en mutlu ve güçlü an’larını bize gösteriyor. Kaliforniya’daki evcil hayatından koparılan Buck, Alaska’da vahşi yaşamda hayatta kalmak ve grubun lideri olmak için büyük mücadele veriyor. Bu yolculuk, Buck’ın kendini ve gerçek potansiyelini keşfetmesini sağlıyor.
Evcil bir hayvandan, kaçırılarak kendi içindeki gücü ve vahşi sesi keşfeden bir köpeğe dönüşmesi yani aslen özüne dönmesi hikayenin güçlü kısmı. En evcil sandığımız hayvanın bile içinde, atalarından gelen vahşi doğa unsurları var. Bu da bence hayranlık uyandırıcı.
Bu kitabın dolayısıyla filmin de isminin ; Vahşi Doğanın Çağrısı veya Vahşi Yaşamın Çağrısı veya Yaban Hayatın Çağrısı diye çevrilmesini yeğlerdim. Vahşetin Çağrısı dendiğinde sanki bol kan akacak bir cinayet filmi ismi gibi tınlıyor.
İnsanların, hayvanları kendi çıkarları için kullanmaları eğer iyi bir sahibin elindelerse,  tamamen güzel bir dostluğa dayalı oluyor lakin durumu hor kullanmaya kadar götüren ve köpekleri öldürene kadar kızak çektiren ve altınları bulma hırsından gözü dönmüş karakter Hal’un  (Dan Stevens) , Harrison Ford’un oynadığı ailesinin yasını tutan, kendini içkiye vurmuş ve altınlara çok da önem vermeyen karakter John ile savaşı yine çocuklara güzel mesaj veren nitelikte.
Ben 14 yıl bakıp sonra kaybettiğimiz köpeğimiz Ponçik’in verdiği duygusallıkla izledim filmi. Köpek sahibi olanlar bu tür filmleri bir başka izliyor. Çocukların da görmesi gereken bir film. Hayvan sevgisi konulu filmler, bizimki gibi vahşileşen toplumlara birebir terapi gibi..
Ece Dorsay
20.02.2020