Gökkuşağının altından geçerken...

Gökkuşağının altından geçerken...

9 Nisan 2020 Perşembe

İki Film Birden – Kimlik, Tutku ve Sanat


İki Film Birden – Kimlik, Tutku ve Sanat

Ve Sonra Dans Ettik :

Film Ekimi’nde hem Lgbt aşk teması hem sanat içerdiğinden dolayı, en merak ettiğim filmdi ve beni hayal kırıklığına uğratmadı. Son sahnede gözlerim nemlendi. Önce filmin künyesine bakalım :

“Yönetmenlik koltuğunda Gürcü asıllı isveçli Levan Akin’in yer aldığı 2019 yapımı film.
Dünya prömiyerini bu sene gerçekleştirilen 72. Cannes film festivali'nin ''yönetmenlerin on beş günü'' bölümünde yapan film, yetenekli dansçı merab'ın halk dansları ekibine yeni katılan karizmatik bir gence kapılmasını anlatıyor. Merab, baskıcı bir toplumda hem aşkı keşfediyor hem de kendini ve cinselliğini buluyor.

Yetenekli dansçı Merab, yıllarını verdiği gürcü devlet halk dansları ekibinde partneri ve kız arkadaşı Mary ile birlikte kendini kanıtlamaya çalışmaktadır. Süreç hem sert eğitmenleri hem de geleneksel dansın gerekleri yüzünden katı ve sıkıdır. Merab, ekibe yeni katılan yakışıklı ve karizmatik bir gence kapılınca önce çok zorlansa da sonrasında aşkı keşfeder, kimliğini ve cinselliğini bulur. 1980’lerin dans filmlerinden esinlenen gürcü asıllı isveçli Levan Akin'in yönettiği film dünya prömiyerini Cannes'da yönetmenlerin on beş günü bölümünde yaptı. İsveç'in Oscar adayı seçilen film, Abba'dan Robyn'e ve Gürcü halk melodilerine bolca müzik ve dans sahneleriyle dolu hareketli, duygusal ve dokunaklı bir büyüme hikâyesi anlatıyor.”

Böylesine zor bir hikayeyi, kuir sinemanın standart karamsarlığına düşmeden, umut verici bir biçimde anlatmak kolay değil ama yönetmen bunu başarıyor. Filmin konusu ilerledikçe, inişler çıkışlar bizi korkuttukça, umut veren finale doğru gittiğimizden emin olamıyoruz, yine de final yoruma kalıyor. Bir bakış açısıyla, düzene teslim olmak başka bir perspektiften bakarsak da meydan okumak var.

Sanat aracılığıyla alevlenen ve önce erkek rekabetiyle başlayan bir aşkın, erkeklere dayatılan cinsel kimliğin muhafazakar bir toplumda sebep olduğu baskıların, yerel Gürcü dansının incelikleri ve tutuculuğu üzerinden anlatılması filmi özgün ve cesur kılıyor.

Bu yazı yayımlandığında, film muhtemelen başka sinema salonlarında gösterime girmiş olacak. Bu hikayede, cinselliği ve feminenliği asla kabul etmeyen Gürcü dans ekolünün incelikleri, kurallara meydan okuyan genç dansçı Merab’in Iraklı’ya gönlünü kaptırması ve kimlik savaşı, maço ve bela çıkaran vizyonsuz ağabeyi tarafından bile kabullenilişi beni çok etkiledi.. Son sahnede, efemine bir hale soktuğu dans figürleri, kendi de eski dansçı olan Gürcü bir dostum tarafından abartılı bulunsa da, çaresiz bir isyanı ve meydan okumayı bize net bir biçimde göstermesi açısından etkileyiciydi. Muhafazakar bir toplumda özgün sanat icra etmenin zorluklarına aşina biri olarak bu filmi izlerken kendimi yalnız hissetmekten bir süreliğine de olsa kurtuldum. Sinema ve müziğin güzelliği de bu bağları kurmak ve kendinden parçalar bulmak değil midir?


Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi :

Bu filmle çok paralellik kurduğum, anlatımı ve ruhu elbette daha farklı ve zarif olan, 18. yüzyılda iki kadının ölümsüz aşkını anlatan Portrait of a Lady On Fire (Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi), film ekiminde beni çok etkileyen diğer film oldu.

Künye : “Cannes’da En İyi Senaryo Ödülü ve Kuir Palmiye’yi kazanan ‘Portrait of a Lady on Fire’ Filmekimi programından açıklanan ilk film. Yönetmen Céline Sciamma’nın bu dördüncü filmi, 18. yüzyılda, bir ressamın modeliyle aşkını anlatıyor. Filmde ressam Marianne’ı Noémie Merlant, model Héloïse’i Adèle Haenel canlandırıyor. Cannes’da büyük övgü toplayan ve çokça konuşulan ‘Portrait of a Lady on Fire’, eleştirmenlerce “A sınıfı bir başyapıt… Bu yıl prömiyerini yapan en kusursuz film.” sözleriyle övüldü.
Céline Sciamma’nın yönettiği “Tomboy” ve senaryosunu yazdığı “Kabakçığın Hayatı” daha önce Filmekimi’nde gösterilmişti.”

Marianna, Heloise’ın portresini defalarca çizerek, alevlenen aşkta zaman kazanmaya ve Heloise ile yakınlaşmaya çalışırken, aslında mükemmeliyetçi bir ressam haline mi geliyordur yoksa aşık bir ruh mu? Her ikisi de rahatlıkla söylenebilir. Dalgalar ve müthiş manzarlar eşliğinde, yavaş yavaş büyüyen bir aşka tanık oluyoruz. An’ları, duyguları, renkleri bize birebir yaşatan bir film bu. Olay örgüsüne sığınan bir film olmaması, sürprizleri bile yudum yudum vermesi, seyirciyi beyaz perdeye mıhlıyor.

Bu filmde erkekler sadece birer isim olarak var, varlıklarını beyaz perdede direkt görmüyoruz hatta kadınlar arasında konuları bile açılmıyor. Hiç birini tanımıyoruz. Yönetmen bizi sadece kadınların dünyasında gezdiriyor. Hem bir arkadaşlık hem bir tutku filmi. Zaten kadın yönetmen Sciamma da tutkunun filmini yaptığını söylüyor bir röportajında. Filmleri genelde kadınların kendini keşfi üzerine. Mitolojiden de etkilendiğini söylüyor.

Bakışların, dokunuşlardan daha fazla iz bıraktığı zarif ve derin bir dünyanın içine dalıyoruz. Filmdeki kürtaj sahnesi bile bir kadının bakışıyla çekilmiş, bunu net olarak hissediyoruz. Filmde en çok hissettiğim, hem iki kahramanın hem annenin hem Heloise’in kadın

Film, şiirsel anlatımıyla, dozunda diyalogları ve ışık kullanımıyla, müthiş görüntü yönetmenliğiyle lezbiyen aşkın zarafetini en kusursuz biçimde  tasvir etmiş. Böylesi zarif bir tasviri, yine Psikesinema’ya analizini yazmış olduğum 2015 yapımı Carol filminde izlemiştim. Yine geçmiş zamanın büyüsünü taşıyordu Carol filmi de. Kuir dünyayı ve aşkın kimlik kartı tanımadığını şahane görüntüler ve müzikler eşliğinde anlatan bu iki yapım sinema tarihine yazıldı bile.

Ece Dorsay
21 Ekim 2019-10-21

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder