İki Film
Birden – Kimlik, Tutku ve Sanat
Ve Sonra
Dans Ettik :
Film
Ekimi’nde hem Lgbt aşk teması hem sanat içerdiğinden dolayı, en merak ettiğim
filmdi ve beni hayal kırıklığına uğratmadı. Son sahnede gözlerim nemlendi. Önce
filmin künyesine bakalım :
“Yönetmenlik
koltuğunda Gürcü asıllı isveçli Levan Akin’in yer aldığı 2019 yapımı
film.
Dünya prömiyerini bu sene gerçekleştirilen 72. Cannes film festivali'nin
''yönetmenlerin on beş günü'' bölümünde yapan film, yetenekli dansçı merab'ın
halk dansları ekibine yeni katılan karizmatik bir gence kapılmasını anlatıyor.
Merab, baskıcı bir toplumda hem aşkı keşfediyor hem de kendini ve cinselliğini
buluyor.
Yetenekli dansçı Merab, yıllarını verdiği gürcü devlet halk dansları
ekibinde partneri ve kız arkadaşı Mary ile birlikte kendini kanıtlamaya
çalışmaktadır. Süreç hem sert eğitmenleri hem de geleneksel dansın gerekleri
yüzünden katı ve sıkıdır. Merab, ekibe yeni katılan yakışıklı ve karizmatik bir
gence kapılınca önce çok zorlansa da sonrasında aşkı keşfeder, kimliğini ve
cinselliğini bulur. 1980’lerin dans filmlerinden esinlenen gürcü asıllı isveçli
Levan Akin'in yönettiği film dünya prömiyerini Cannes'da yönetmenlerin on beş
günü bölümünde yaptı. İsveç'in Oscar adayı seçilen film, Abba'dan Robyn'e ve
Gürcü halk melodilerine bolca müzik ve dans sahneleriyle dolu hareketli,
duygusal ve dokunaklı bir büyüme hikâyesi anlatıyor.”
Böylesine
zor bir hikayeyi, kuir sinemanın standart karamsarlığına düşmeden, umut verici
bir biçimde anlatmak kolay değil ama yönetmen bunu başarıyor. Filmin konusu
ilerledikçe, inişler çıkışlar bizi korkuttukça, umut veren finale doğru
gittiğimizden emin olamıyoruz, yine de final yoruma kalıyor. Bir bakış açısıyla,
düzene teslim olmak başka bir perspektiften bakarsak da meydan okumak var.
Sanat
aracılığıyla alevlenen ve önce erkek rekabetiyle başlayan bir aşkın, erkeklere
dayatılan cinsel kimliğin muhafazakar bir toplumda sebep olduğu baskıların,
yerel Gürcü dansının incelikleri ve tutuculuğu üzerinden anlatılması filmi
özgün ve cesur kılıyor.
Bu yazı
yayımlandığında, film muhtemelen başka sinema salonlarında gösterime girmiş
olacak. Bu hikayede, cinselliği ve feminenliği asla kabul etmeyen Gürcü dans
ekolünün incelikleri, kurallara meydan okuyan genç dansçı Merab’in Iraklı’ya
gönlünü kaptırması ve kimlik savaşı, maço ve bela çıkaran vizyonsuz ağabeyi
tarafından bile kabullenilişi beni çok etkiledi.. Son sahnede, efemine bir hale
soktuğu dans figürleri, kendi de eski dansçı olan Gürcü bir dostum tarafından
abartılı bulunsa da, çaresiz bir isyanı ve meydan okumayı bize net bir biçimde
göstermesi açısından etkileyiciydi. Muhafazakar bir toplumda özgün sanat icra
etmenin zorluklarına aşina biri olarak bu filmi izlerken kendimi yalnız
hissetmekten bir süreliğine de olsa kurtuldum. Sinema ve müziğin güzelliği de
bu bağları kurmak ve kendinden parçalar bulmak değil midir?
Alev Almış
Bir Genç Kızın Portresi :
Bu filmle
çok paralellik kurduğum, anlatımı ve ruhu elbette daha farklı ve zarif olan,
18. yüzyılda iki kadının ölümsüz aşkını anlatan Portrait of a Lady On Fire
(Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi), film ekiminde beni çok etkileyen diğer
film oldu.
Künye :
“Cannes’da En İyi Senaryo Ödülü ve Kuir Palmiye’yi kazanan ‘Portrait of a Lady
on Fire’ Filmekimi programından açıklanan ilk film. Yönetmen Céline Sciamma’nın
bu dördüncü filmi, 18. yüzyılda, bir ressamın modeliyle aşkını anlatıyor.
Filmde ressam Marianne’ı Noémie Merlant, model Héloïse’i Adèle Haenel
canlandırıyor. Cannes’da büyük övgü toplayan ve çokça konuşulan ‘Portrait of a
Lady on Fire’, eleştirmenlerce “A sınıfı bir başyapıt… Bu yıl prömiyerini yapan
en kusursuz film.” sözleriyle övüldü.
Céline
Sciamma’nın yönettiği “Tomboy” ve senaryosunu yazdığı “Kabakçığın Hayatı” daha
önce Filmekimi’nde gösterilmişti.”
Marianna,
Heloise’ın portresini defalarca çizerek, alevlenen aşkta zaman kazanmaya ve
Heloise ile yakınlaşmaya çalışırken, aslında mükemmeliyetçi bir ressam haline
mi geliyordur yoksa aşık bir ruh mu? Her ikisi de rahatlıkla söylenebilir.
Dalgalar ve müthiş manzarlar eşliğinde, yavaş yavaş büyüyen bir aşka tanık
oluyoruz. An’ları, duyguları, renkleri bize birebir yaşatan bir film bu. Olay
örgüsüne sığınan bir film olmaması, sürprizleri bile yudum yudum vermesi,
seyirciyi beyaz perdeye mıhlıyor.
Bu filmde
erkekler sadece birer isim olarak var, varlıklarını beyaz perdede direkt
görmüyoruz hatta kadınlar arasında konuları bile açılmıyor. Hiç birini
tanımıyoruz. Yönetmen bizi sadece kadınların dünyasında gezdiriyor. Hem bir
arkadaşlık hem bir tutku filmi. Zaten kadın yönetmen Sciamma da tutkunun
filmini yaptığını söylüyor bir röportajında. Filmleri genelde kadınların
kendini keşfi üzerine. Mitolojiden de etkilendiğini söylüyor.
Bakışların,
dokunuşlardan daha fazla iz bıraktığı zarif ve derin bir dünyanın içine
dalıyoruz. Filmdeki kürtaj sahnesi bile bir kadının bakışıyla çekilmiş, bunu
net olarak hissediyoruz. Filmde en çok hissettiğim, hem iki kahramanın hem
annenin hem Heloise’in kadın
Film,
şiirsel anlatımıyla, dozunda diyalogları ve ışık kullanımıyla, müthiş görüntü
yönetmenliğiyle lezbiyen aşkın zarafetini en kusursuz biçimde tasvir etmiş. Böylesi zarif bir tasviri, yine
Psikesinema’ya analizini yazmış olduğum 2015 yapımı Carol filminde izlemiştim.
Yine geçmiş zamanın büyüsünü taşıyordu Carol filmi de. Kuir dünyayı ve aşkın
kimlik kartı tanımadığını şahane görüntüler ve müzikler eşliğinde anlatan bu
iki yapım sinema tarihine yazıldı bile.
Ece Dorsay
21 Ekim 2019-10-21
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder