Ayrılış / Departure
Görsel ve Ruhsal Şölen
İstanbul Film Festivali’nde beni ve hatta ailemi en çok etkileyen filmin, bir yönetmenin ilk filmi olması sürpriz oldu. Sanat tam da böyle bir şey : Beklenmedik sürprizlerle dolu. Bu yüzden sürekli yeniden aşık oluyor insan sinemaya ve müziğe. Hiç beklemediği yönlerden hiç beklemediği etkiler alınca büyüleniyor ruh.
Filmden bahsedeyim ama öncelikle kısa tanıtım yazısı bize ne söylüyor, bakalım : “Andrew Steggall’ın İngiltere yapımı ilk filmi Departure / Ayrılış, dokunaklı ve nostaljik bir büyüme öyküsünü konu alıyor. 15 yaşındaki edebiyat tutkunu Elliot, annesi Beatrice ile Fransa’nın güneyindeki yazlık evlerine gelir. Evi boşaltmak için yapılan bu yolculuk delikanlının hayatında bir dönüm noktası olur. Elliot hem ailesindeki sorunlara tanıklık eder hem de ilk kez âşık olarak eşcinselliğini keşfeder.”
Lgbt sineması için unutulmaz bir film olmasından öte, sinema tarihi için de, yeni yönetmenin çok iyi bir başlangıç filmi olarak hatırlanabilir. Görsel ve öğeler ve karakterlerin içsel yolculukları, Fransa’nın güneyindeki müthiş manzarada öylesine güzel anlatılmış ki, filmin sonlarına doğru ortaya çıkan ve ard arda yaşanmaları hafiften melodramatik görünen ailevi gerçekleri, itirafları ve ekstra dramaları affettiriyor. İçsel farkındalıklar, hayallerin ve ilişkilerin gerçekleştiğinde bile beklenildiği gibi çıkmayışı, boşanan bir annenin gereksiz fedakarlıkları oranındaki bireysel mutsuzluğuyla savaşı ve farkındalığa doğru sancılı bir yoldan gidişiyle, kendi dünyasında yaşayan oğlunun kendi vücudunu ve eşcinselliğini keşfi, gördüğü an’dan itibaren heyecan ve hayranlık duyduğu erkeğin zaaflarını ve derin acılarını fark ediş yolculuklarının paralelliği çok lezzetli ve görsel metaforlarla, mizahla, Oscar Wilde gibi edebiyat figürlerine göndermelerle süslenmiş.
Oscar Wilde’ın çok sevdiğim bir sözünü akla getiriyor bu film : “ Hayatta iki türlü trajedi vardır. Hayallerin gerçekleşmesi ve gerçekleşmemesi.” Birinci durum, umduğunu bulamayan oğlan Elliot, ikinci durumsa hayatında çıkış yolu arama dönemindeki anne Beatrice örnekleri olarak karşımıza çıkıyor. Satmak için geldikleri bu tatil villası, uzun bir evliliğin bitimini sembolize ediyor. İngiliz ailenin, sakin ve huzurlu Fransa topraklarındaki inişli çıkışlı macerası, edebiyata meraklı ve iç dünyası zengin, sevimli yüzlü Elliot’un sıradan bulduğu annesinin “sığ karakteri”nin aslında aşık olduğu kaba ve daha alt sınıftan gelen Clement’ınkine benzediğini geç fark etmesini, bu süreçte olgunlaşmasını, hayranlıktan hafif küçümseme haline geçişini, annesi Beatrice ile sürtüşmelerini ve Beatrice’in boşandığı kocasıyla oğlunun önünde ettiği kavgasından sonra biraz daha benmerkezci olup kendisine daha iyi bakması gerektiğini anlamasını içeren içsel uyanışlarla dolu.
Jools Scott’un incelikli müzikleri ve Brian Fawcett’in atmosferik görüntüleriyle film; upuzun bir ballad şarkının video klibi gibi keyif verici. Elliot’un tıpkı etkilendiği erkek gibi üstünü çıkarıp köprüden nehre atlaması da şiirsel bir sahne olmuş. Filmin sonunda çalan akustik folk tarzındaki Oliver Daldry şarkısı Catch The Wind (Rüzgarı Yakala), kalbimi gülümsetti.
15 yaşındaki entelektüel ve içe dönük çocuğu canlandıran Alex Lawther’ın doğal ve akıcı oyunculuğu beni kendisine hayran bıraktı. Küçük bir izci çocuk edası, kafasına taktığı tüyler ve yanağına yapıştırdığı elektrik süpürgesi, öte yandan büyük bir merakla havuçları yürütüp kendi vücudunu keşfetmesi gibi çocukluktan henüz tam çıkamadığını ama hayatı keşfetme heyecanını gösteren muziplikleri ve Oscar Wilde tarzı ceketiyle, bambaşka bir zamandan gelmiş gibi duruyor. Bir tür Peter Pan gibi…
Filmin ismi, çok yönlü okunabilir : Çocukluktan ayrılış, evden ayrılış, evlilikten ayrılış, aileden kopuş, sevgililerin ayrılışı, sınırlı dünya’dan ayrılış, korkulardan ve alışkanlıklardan ayrılış, bilinçsizlikten ayrılış. Bu filmin, Lgbt sineması listemde önemli bir yer kazandığı şüphe götürmez.
Yönetmen / Senaryo : Andrew Steggall
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder