Gökkuşağının altından geçerken...

Gökkuşağının altından geçerken...

9 Nisan 2020 Perşembe

Carol Zamansız, tarifsiz, yasaksız aşk..

Carol
Zamansız, tarifsiz, yasaksız aşk..
Hayatımın aşk filmini yazmak hiç kolay değil. Kalbimin atışlarını hızlandıran müthiş soundtrack’i eşliğinde hem de… Gerçekten abartısızca diyebilirim ki, aşka bakış açımı tasvir etmek istesem, hissettiklerimden yola çıksam Carol’a yakın bir film çekmek isterdim. Benim çekeceğim film, bir üniversite profesörüyle öğrencisi arasında olurdu lakin. Ya da iki sanatçı belki müzisyen kadınlar olurdu. Aşkın zamansızlığı, cinsiyetler ötesi derinliği, zarafeti; 50’lerin tutucu Amerika’sında yaşanmasının önündeki engeller seyirciye en incelikli biçimde nasıl anlatılır? Bu çok zor sorunun cevabı Carol’da gizli. Caz kokan, şairane ve cesur bir aşk filmi. Kadın perspektifinden Post- Romeo ve Juliet.
Velvet Goldmine‘nın ardından 2000’li yıllarda imza attığı Cennetten Çok uzakta, Beni Orada Arama gibi yapımlarla tanıdığımız Todd Haynes’in yönetmenliğini üstlendiği yapımı Patricia Highsmith’in romanından uyarlayan isim Phyllis Nagy. İki mükemmel oyuncu, (Cate Blanchett ki asaleti, dozunda mimikleri, kıyafetleri ve duruşuyla aşık olunası, ve sadece bakışlarıyla çok şey anlatabilen ödüllü Rooney Mara) ve müthiş bir görüntü yönetmeni, kurgusal zeka, tam dozunda bize incelikli, minimal notalarla şırıngayı basan Carter Burwell’in katkılarıyla bir başyapıt ortaya çıkmış. Aday olduğu ama kazanamadığı Oscar’ları kesinlikle hak eden bir filmdi. Oscar törenindeki seçimler ve LGBT sinemasına olan önyargılar da ayrı bir tartışma konusu olur. Gişe başarısı, filmin sinema tarihine altın harflerle yazılacağı gerçeğinin yanında gerçekten önemsiz bir detay. Nitelikli sinema eleştirmenlerinden tam not alması da cabası. Aşkı, tensel ve sözlü iletişimden öte gören, kalpten kalbe çok daha derin bir yol olduğunu fark edebilen seyirci bu filmi bir kereden fazla izlemek isteyebilir. Sıradanlığa ve aşkın vasat anlatımına maalesef alıştırılmış, yüzeysel bir heyecan arayan seyirci içinse ağır bir film gibi algılanabilir. Ben izlerken zaman durdu, bir çok sahnede yutkundum, nefesimi tuttum ve her saniyeyi, her bakışı, her repliği ve notayı ruhumun derinliklerine çekmeye çalıştım.
Carter Burwell’in minimalistik ama klasik orkestrasyonuyla müthiş bir atmosfer yaratan, bazen gergin bazen melankolik , tıpkı aşk gibi zamansız müzikleri, dönemin, araya sızmış neşe hüzün karması olan ve eskimeyen caz klasikleri, taksinin buğulu camından Therese’in bakışları, Carol’un yer yer felsefik mektubu birbirini kusursuz biçimde tamamlıyor. Carol’un mektubunun içeriği ve cümleleri okuyuşu beni daha fragmanı izlerken etkilemişti. Carol’un Therese’e yazdığı veda kokan mektubundaki “Hala gençsin ve açıklamalar, çözümlemeler arıyorsun.” cümlesinin hayat boyu etkisinde kalacağım şüphesiz. Film; aşk , yaş farklarının hayata farklı yaklaşımları doğurması, kader, mucize ve tesadüf kavramları üzerine sağlam sorular sorduruyor.
Filmde, bir çok Amerikalı’nın özendiği hayatı süren ama aslında mutsuz bir evliliği sonlandırmanın eşiğinde olan, konformist aile hayatının içinde kapana kısılmış hisseden, ruhu asla yaşlanmayan, sosyal statüleri reddeden, sosyete hayatının tanınmış zengin isimlerinden orta yaşlı Carol ile bir butikte mağaza görevlisi olarak çalışan, günlerini sıradan bir şekilde dolduran, bu koca şehirde kimliğini arayan, seçimlerinden çok emin olamayan, kalbi naif, fotoğraf sanatçısı olmayı hayal eden genç Therese arasındaki, 1950’lerin Manhattan’ında bir oyuncak mağazasında bir bakışla aniden başlayan aşkın izini sürüyoruz. Tanışmaları bile çok şiirsel bir sinema diliyle anlatılmış. Oyuncak mağazasındaki trenin yakın plan çekimi, Therese’in Carol’a oyuncak bebekleri sevmediğini söylemesi, Carol’un tezgahta unuttuğu deri eldivenleri, bir şiirden fırlamış sıradışı dizeler gibi. Sınıfsal ve yaşsal farkları, aniden başlayan aşk hikayelerinde birer dezavantaj öğesi olmak yerine bilakis birbirlerine ilham ve cesaret verdikleri şahane birer destek öğesine dönüşüyor. Therese’in fotoğrafçı gözü, dünyaya ve sevdiğine kendi kalbiyle bakan kadın özne oluşu, kadını bir nesneye indirgeyen statükoya meydan okuyor. Therese; Carol’un gizlice fotoğrafını çekerken, bir erkekten daha objektif ve tutkulu. Kadın dayanışması gibi bir feminist ruh, bu aşkın içinde çok asilce kendini gösteriyor. Thelma ve Louise filmindeki gibi iki kadının arabayla geziye çıkıp şehirden, hapishane gibi olan hayatlarından uzaklaşmalarını ve düzene ellerinden geldiğince meydan okumalarını heyecanla seyrediyoruz. Sevişmelerinin de, düzene meydan okuyan ve kurtuluşu sembolize eden bu sıradışı gezi sırasında bir otel odasında gerçekleşmesi hikayeye derinlik ve mana katıyor. Waterloo gibi eskiden pek değer vermedikleri bir şehirde beraber uyandıklarında, şehrin ismiyle dalga geçecek kadar da yaşadıkları macerayla barışıklar.
Kadın kalbinin, ne kadar diğerkam ve fedakar olduğunu görüyoruz : Carol, herkesin iyiliği için Therese’e veda mektubu yazdığında ve biricik çocuğundan kendisini ayırmakla tehdit eden erkek egemen düzeni sembolize eden kocasının acımasızlığıyla savaşırken. Carol’un Therese’e onu sevdiğini söylemesi ve giderken elini omzuna koyup hafifçe sıkması gibi ufacık bir fiziksel hareket çok büyük duygusal anlam taşıyor. Bu filmin önerdiği ucu açık ama mutlu son olduğu çok hissedilen, seyirciyi salondan umutla çıkaran son sahnedeki bakışma belki de kavuşma an’ı, bütün klişeleri yıkıp geçiyor ve “yasak aşk”ın illa da mutsuz bir vedayla sona ermesi gerekmediğini, hayatta özgürlüğü için savaşan Carol gibi güçlü bir kadının, her şeyi göze alıp, egosal gurur gibi klişe kavramlardan uzak davranıp, kendisinin, sevdiğinin, biricik kızının ve genel olarak aşkın onurunu, herkesin iyiliğini en tepeye koyması insana ve insanlığa dair umut veriyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder