Julieta : Kadın Perspektifi ve Aile
Dramı
Pedro
Almodovar filmleri her zaman çarpıcı, merak uyandırıcı ve iz bırakan türden
sıra dışılıkta olmuştur. Dolayısıyla Almodovar’ın her yeni filmi, büyük
beklentiler uyandırır ve sanki bu beklentilere inat bir öncekiyle
kıyaslanamayacak biçimde hem farklı hem benzer temaları öncekinden epey farklı
tarzda işler, kafayı taktığı ve ısrarla tercih ettiği belli tarzda kadın oyuncular
olsa bile. Kendini tekrar etmeyi sevmeyen bir yönetmenin yeni yapıtıyla karşı
karşıyayız. Asla vazgeçemediği bir tema varsa o da kadınların düzendeki rolleri
ve dünyaya bakış açıları. Öykü yazarı Alice Munro’nun 2004 tarihli öykü kitabı
: Runaway: Chance, Soon and Silence
(Kaçkın : Şans, Acele ve Sessizlik)
birbirine bağlı 3 öyküsünün adaptasyonu bu film…Kadın gözünden bir
senaryo aslında.
Film, bir
aile dramının içinde bize anne kız ilişkisini, kadınların birbirinden farklı
bakış açılarını, içsel değişimlerini, hayatın getirdikleriyle yapılan
seçimlerinin önemini, modern aile bağlarının hem zayıflığını, hem insanı her an
köşeye sıkıştırabilen gücünü yine çok keskin ama zarif bir dille anlatmış. Julieta,
kocası Xoan’ı kaybettikten sonra kızı Anita ile arasında bir uçurum oluşur. 18
yaşındaki ergen kızının bir gün kendisini terk edişiyle zorunlu olarak yeni bir
hayatın kapılarını aralayan Julieta, hayatını “hiç
yaşanmamış gibi” sürdürmeyi
tercih eder. Seyirciyi şaşırtan bu umarsız kopukluk, filmin sonunda neler
olacak diye koltuğa yapıştıran türden. Anne-kız ilişkisinin bu sıra dışı seyri,
bizi aile ilişkilerinin derin dehlizlerine daldırıp Almodovar’ın yine ne
anlatmaya çalıştığını sorgulatıyor. Bu sorgulama, sinema için bir nimet çünkü
gerçekten kafayı karıştıran filmlere hasretiz. Haneke filmi kadar sert ve şoke
edici olmasa da, bu film zarif geçişleriyle dikkat çekiyor. Sürekli bir fark
edişe ve itirafa alışmış olan melodram sınırlarındaki sıradan seyirci için film
vasat kalabilir. Kabaca söylemek gerekirse, duygu yoğunluğu az gelebilir. Bu
filmin tadına varmak için bir kez daha izlemek gerektiğini düşündüm sonradan.
İlk izleyişimde çok derinine dalamadığımı, filmde eksik bir şeyler olduğunu
hissettim. Belki de anne-kız bağının bu kadar çabuk ve umarsızca kopabilmesini
gerçekçi bulmadım ama sonra böyle ilişkilerin de olabileceğini düşündüm. Yine
de filmde tarif edemediğim bir eksiklik var. Sanırım duygu derinliği sahiden eksik…
Melodrama kaçmadan da verilebilirdi gerçekçi ve yoğun duygular.
Şimdi tam
tersi bir argüman paylaşayım ve ben de kafaları karıştırayım. Belki de
yönetmen, anne karakterinin acısını içine gömüp, gerçeği görmezden gelen tavrını
bize sunarak aslında annenin içsel bir savaş verdiğini bize daha zarif dille anlatmak istedi. İşte bu çok muhtemel.
Tam da bu yüzden, filmin detaylarına hakim olmak için ikinci kez görülmeli
diyenlerdenim. Sadece hoş vakit geçirmek istiyorsanız ya da çabasızca izlenecek
film arıyorsanız zaten bir Almodovar filmi sizin için doğru adres değil. Filmin
afişi daha dikkat çekici ve alışıldık dursa da, içerik çok başka.
Almodovar’ın film repliklerinden başucu sözleri ve
şarkı sözleri çıkar. Kaybın en güzel anlatıldığı şu cümle gibi : ““Yokluğun hayatımı tamamen dolduruyor ve onu yok
ediyor.” Bu filmin üzerine, aile bağları
hakkında derin düşüncelere dalın, bir kadeh alkol eşliğinde.
Ece Dorsay
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder