Gökkuşağının altından geçerken...

Gökkuşağının altından geçerken...

9 Nisan 2020 Perşembe

Joker : Provokatif Anti-Kahraman ile Anarşi ve Tekinsiz Mizah



Joker  : Provokatif  Anti-Kahraman ile Anarşi ve Tekinsiz Mizah

Batman serisinden aşina olduğumuz, DC Comics yaratımı, New York ile Chicago’ya benzeyen kurgusal şehir Gotham’daki çöp grevi ve bu yüzden çoğalan dev fareler, tırmanan fakirlik yani karanlık bir tablo ile başlıyor film. Filmin başında oyunculuğuyla bizi kendine hayran bırakan Joaquin Phoenix’in yeniden hayat verdiği Joker karakterinin ayna karşısındaki hastalıklı kahkahasını izliyoruz. Aşırı makyajlı yüzü, bu teatral karakterin gülüşünün zamanla daha histerik bir hal alışına tanık olmadan evvel seyirciye Todd Philipps’in sıra dışı Joker versiyonu olarak selam veriyor adeta. Kahkahalarının sinirsel bir hastalık sonucu ortaya çıktığını sonradan öğreniyoruz tıpkı asansörde beğendiği siyahi kadın komşusuyla sevgili oluşunun hayal ürünü olduğunu sonradan anlamamız gibi. Annesiyle beraber ufak bir dairede yaşayan ve sokaklarda tabela tutmak, geceleri komedi kulüplerinde komedyen olarak şansını denemek isteyen, annesinin ona hep gülümsemesini öğütlediğini söyleyen bu naif tavrın, sokak arasında punk’lar ve metroda zengin borsacılar tarafından acımasızca dövüldüğünde, çevresinden kötü muamele gördüğünde, otobüste eğlendirdiği bir çocuğun annesi tarafından dışlandığında bile nasıl bir değişim geçirdiğine tanık oluyoruz. Hayran olduğu talk show sunucusu komedyenin ne kadar kinik ve alaycı bir düzen adamı olduğunu anlaması da bardağı taşıran son damla oluyor. Ekonomik kriz yüzünden finansal desteği kesilen sosyal hizmetler görevlisi terapistinin kendisine hep aynı soruları sormasına isyan ediyor ve kaotik defterine slogan cümleler yazıyor. “Kimsenin umrunda değiliz.” diyor terapist. İnsanların onun hastalığını olduğu gibi kabul etmediklerini,  kişiliğini adeta yansıtan çarpık yazısıyla not ediyor Arthur (Joker), çizimlerinin de olduğu liseli veya deli ruhlu hırpani günlüğüne..
Yalnızlık ve alaycılık çağında, kendine özgü yol seçmek isteyen herhangi bir ruhun ne kadar örselendiğini de mesaj olarak okumak mümkün. “İnsanlar kaba !!” diye isyan edişiyle zaten Joker’in durumu sloganlaştırdığını görüyoruz ama azılı bir seri katile dönüşü, seyirciyi şoke etmiyor değil. Notre Dame’ın Kamburu gibi izlediğimiz yakın plan sırt çekimlerinde aklıma Wim Wenders’in Million Dollar Hotel filminde dedektif Mel Gibson’un kamburu ve oteldeki bütün marjinal karakterlerin, habere susamış gazetecilerden daha hümanist olduğu tema aklıma geldi. Robert De Niro’nun talk show sunucusu rolünde oynaması bir tesadüf değil elbet, Taxi Driver filmine göz kırpıyor yönetmen.
Film, anarşik ve düzen yıkıcı sistem eleştirisini, bir sosyopatın hastalığı ve kasvetli çizgiromanvari duruşunun etkisiyle dengeliyor, her tür yoruma açıyor. Babasının gerçek kimliğini ve hatta karakterini öğrendiğinde Arthur, sahne ismiyle Joker’in yaşadığı travmayla başa çıkması daha da zorlaşıyor.
Fight Club filmindeki Tyler Durden gibi zamanla özgüveni yüksek hatta narsizm sınırlarını aşan bir alter-ego yaratıyor. Sadece güçlülerin ayakta kalabildiği acımasız kapitalist düzende, yalnızca gülümseyip insanları güldürmenin geçerliliğini yitirdiğini düşünmesine ve acımasız olması gerektiğine inanıp raydan çıkmasına dehşetle şahit oluyoruz. İlginçtir ki Joker karakteri, seyircinin empatisini de üzerinde tutmayı filmin ilk yarısına kadar başarıyor. En kanlı cinayeti işlerken bile kendisine iyi davranmış olan cüce’yi sağ bırakarak kendi orman kanunlarını koyan ve sosyopatlığının ardındaki ince duyarlılığı gösteren karmaşık bir karakter izliyoruz. Bu durum filmi daha derinlikli, karakteri daha katmanlı kılıyor. Zenginler ile fakirlerin acımasızlaşan savaşı, kapitalist düzenin her daim süregelen bir gerçeği olarak evrensel bir tema ve geçerliliğini koruyacak bir senaryo.
Fragmandan beklentim, filmi izleyince hayal kırıklığına uğramadı lakin filmdeki şiddetin dozu sürprizdi, Arthur (Joker)’un hayattaki tek varlığı annesine değişen tavrı ve şiddeti, gözümde karakteri yaralı bir ruhtan öte bir psikopata çevirdi. Filmin görkemli rock müzikleri ve evde çocukluğumdan beri aşina olduğum coşkulu Frank Sinatra klasikleri seyirciye şahane bir soundtrack sunuyor. Send in the Clowns ve That’s Life, Smile olarak şarkı seçimlerini ruhumla alkışladım.
Ece Dorsay
2 Ekim 2019


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder