Gökkuşağının altından geçerken...

Gökkuşağının altından geçerken...

28 Şubat 2010 Pazar

‘SANSÜRE SANSÜR GELSİN’ DİYENLER EL KALDIRSIN!

‘SANSÜRE SANSÜR GELSİN’ DİYENLER EL KALDIRSIN!
14:52 28 Şubat 2010

Wikipedia’da sansür kelimesi şöyle açıklanıyor: Sansür, insan ifadesinin çeşitli yollarla kontrol altına alınmasıdır. Pek çok durumda hükümet tarafından uygulanır. En somut amacı toplumu korumak ve devletin üzerinde kontrol sağlayacağı şekilde geliştirmektir. Genellikle toplumu etkileyen durumlarda/eylemlerde uygulanır ve ifade özgürlüğünü suistimal eden düşünceleri bastırma amacı güder. Ayrıca, sansür, toplu iletişimden kimi düşünceleri ve konseptleri çıkarma yoluyla algıyı kontrol etme eylemi olarak da nitelendirilebilir. Sansüre uğrayan şeyler tek bir kelimeden başlı başına bir kavrama kadar değişebilir ve değer sisteminden, ahlâki yargılardan etkilenebilir.
Peki bu sansür dediğimiz şey, çifte standartlı bir şeyse o zaman niye insanlar tepki vermez? Hakaret ve şiddet yüklü sayfalar, gruplar internette kol gezerken neden müzik siteleri sansüre maruz kalır? Günümüzdeki en trajikomik görüntülerden biriyse; televizyon dizilerinde ve filmlerinde görünen sigaraların ‘flu’ yapılması. Hayır madem sigaraya özenmesin gençler diyorsunuz, bir önceki nesilin suçu neydi? (buraya gülme efekti koymak isterdim.) Bir yerden başlıyor madem uygulama; o zaman mafya dizilerine, silahlı ve kanlı şiddet görüntülerine, haberlerdeki dehşet veren sahnelere de flu bir etiket koyalım, çoluk çocuğun hatta yetişkin insanların ruh sağlığı bozulmasın. Bir yandan milyarlar harcanan ve kazanılan, şiddetin haddi hesabı olmayan mafya dizilerimiz diğer yanda ufacık bir sigara veya marka görüntüsünün flu’laştırılması suretiyle o filmin veya dizinin tüm sanatsallığının katledilmesi…
Aslında her şey çifte standartlar üzerine kurulu: En basitinden, sağlığa zararlı olduğu bilinen sigaraların büyük bir endüstri olarak satışına son hızla devam edilirken, firmalar halen büyük kârlar ederken, paketlerin üzerlerine ‘Öldürebilir’, ‘Gebertebilir’, ‘Aman Dikkat erkeklerde sperm eksikliğine yol açar’ tarzı şeyler yazmaları. Hayır bu yazılara karşı değilim ama madem o kadar zararlı niye satıyorsunuz hâlâ diye sormazlar mı adama? Zararlı ama gene de kararı sizin iradenize bırakıyoruz demek gibi bir şey bu. Aslında doğru. İnsanın kendi iradesine kalmış. E peki o zaman dizilerde, filmlerde sigarayı silik hale getirmek niye?
Madem yetişkin insanın kendi iradesi var. Silaha özenip silah da alabilir o zaman yetişkinler.
Silahı da kapatalım geriye tamamen flu bir görüntü kalır herhalde çoğu filmde…
Geçenlerde, Youtube’a daha ülkemizde kapatılmadan evvel koyduğum bir video hakkında e-posta geldi. Ana sayfada yer almalısınız diyordu bir yabancı. Sesime hayran kalmıştı. Peki dedim bunu nasıl yaparım ki bende artık Youtube açılmıyor. O kişi bana orada yer almam için yardım edecekti ki şunu öğrendik beraber: Bir Türk klibi, Youtube’de haliyle ana sayfada reklam olarak yer alamıyormuş. Biz onları yasakladığımız için onlar da bizi yasaklamış.
Bu ne demek oluyor? Şu demek oluyor: Kendi kazdığımız kuyuya kendimiz düştük demek oluyor. Burada sistem düzgün işlemezken, sesimizi yurtdışına duyurabileceğimiz kanalları bile kapatmış oluyoruz. Bu da bir çeşit sanatsal darbe anlamına geliyor.
Tüm bu yürek yakan olayların üstüne bir de güzelim Alkazar sinemasının 1 Mart tarihinde kapanacağını duydum. Murat Beşer’in Facebook’a yazdığı şu yorum durumu özetlemeye yetiyor; “Keşke 3 boyutlu filmlere, hd videolara, imax’lı avatar’lara, içeriksiz Amerikan palavralarına olduğu kadar, sinema sanatına ve onların oynadığı mekanlara da düşkün olsaydık..."
Her köşe başında birbirine benzeyerek çoğalan Amerikan kokulu kahvecilerin, enfes çayımızı kimilerine unutturmaya başlaması geldi kalıma... Böyle giderse, geriye güzel ne kalacak ileride çok merak ediyorum doğrusu…

22 Şubat 2010 Pazartesi

Homofobik ve Taş devrini bile utandıran Haber özetleri :

Homofobik ve Taş devrini bile utandıran Haber özetleri :


Modacıların dünyasını bilmem ve kurallarından anlamam…Bildiğim iki şey var : 1) Alexander Mcqueen adlı başarılı, yaratıcı modacının intihar haberi içimde bir hüzün yarattı. 2) Barbaros Şansal’ın Cemil İpekçi’ye verdiği homofobi karşıtı yanıtı çok cesur, zekice, sağduyulu ve alkışlanası buldum.

Kaos web sitesinden alıntılıyorum : Modacı Cemil İpekçi'nin LGBTT örgütleri ve mücadelesiyle ilgili açıklamalarına bir başka modacı Barbaros Şansal'dan eleştiri geldi: "İpekçi hangi ülkede yaşıyor bilmiyorum ama Türkiye'de LGBTT'ler açıkça ayrımcılığa uğruyorlar!" Şansal, "eşcinseller seks yapma hakkı istiyorlar" diyen İpekçi'ye şöyle yanıt veriyor: "Bir insan sadece sevdiği bir insanın elini tutabilmek, onu öpebilmek ya da ona sarılabilmek için de hak talep edebilir. Eğer ki iki insan bunu yapamıyorlarsa ya da yapmaktan çekiniyorlarsa burada zaten bir sorun vardır. Bu açıktır. Meseleyi bu kadar basit bir yerden bile tartışabiliriz.".

Tüm bu polemikler aynı anda devam ederken Zekeriya Beyaz’ın canlı yayında eşcinselliğe sapkınlık demesi ve Esra Erol’un lezbiyen bir izleyici telefonunu kabaca izleyicinin suratına kapatması doğal olarak büyük tepki aldı. Haberlerimiz şöyle : Zekeriya Beyaz, Hülya Avşar Soruyor programında yine çok tartışılacak açıklamalar yaptı. Beyaz, eşcinselliğin dinen yasak olduğunu anlatırken 12 Eylül döneminde uygulanan yasaklarla "eşcinselliğin önüne geçildiğini" ima etti. Beyaz, "eşcinsel" kelimesi yerine de malum kelimeyi önerdi!

Diğer kimyasal cehalet bombası tadındaki haber ise : Esra Erol, lezbiyen kadının bayan eş arama talebine çok sinirlenince eşcinseller Erol'u adeta topa tuttu. ATV'de yayınlanan ve Esra Erol'un sunuculuğunu yaptığı Evlen Benimle programına telefonla bağlanan Eda Şen isimli izleyicinin, "Beni mutlu edecek, ruhuma hitap eden bir bayanla evlenmek istiyorum" sözleri üzerine Esra Erol'un sergilediği homofobik tavır, 240 Bin üyesi olan eşcinsel sosyal ağı GaBiLe.Com ve yan kuruluşu Lezce.Com tarafından protesto edildi.

Nasıl bir devirde yaşıyoruz ki, insanlar iki kişinin birbirini sevmesinden bu kadar rahatsız olabiliyor? Belki klasik bir deyim olacak ama etrafta savaşlar devam ederken, kan gövdeyi götürürken,şiddet almış başını yürürken, iki masum insanın birbirini sevmesi neden bu kadar rahatsız edici ve korkutucu geliyor bazı insanlara? Burada tecavüzden, sübyancılıktan veya sapkınlıktan bahsetmiyoruz. İki yetişkin insanın kendi rızalarıyla birlikte olmak istemelerinden, birbirlerini sevmelerinden bahsediyoruz. Görmezden gelinen hatta yakılıp yıkılan, sürekli şiddetin en ağırına maruz kalan eşcinsel, biseksüel vs.. kesimin, özgürce yaşayabildikleri bir dünya yaratmak bu kadar mı zor? Gelişmiş ülkelerde, evlenme hakları bile verilmeye başlamışken…

Daha barışçıl ve sevgi/saygının hakim olduğu refah bir dünya için çabalamak yerine neden insanlar birbirlerinin tercihleri, yaşam tarzları, seçimleri yani tamamen bireysellikleri üzerinden faşistçe ve şiddet içeren cümleler kurup prim yapmaya çalışıyor?
Neden milyonları yanlış düşüncelere ve ayrımcılığa sürüklüyor? Başımıza ne geliyorsa ayrımcılıktan gelmiyor mu? Tüm dünyada din, dil, ırk, milliyet, cinsiyet, cinsel yönelim üzerinden kimlik ayrımlı hiyerarşiler yaratılıp, ortak insani duygularımız ve sanatsal üretimlerimiz hiçe sayılıyor. İnsanlık, birbirini derinine göremediği, sadece donuk bir bilgisayar ekranı ve kimlik kartındaki yazılara bakarak kendi penceresinden yargılara vardığı, buzul duvarlarından oluşmuş bir yabancılaşma hatta düşmanlaşma çağına doğru yol alıyor….

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

15 Şubat 2010 Pazartesi

ORMAN DEĞİLİZ ARTIK, SANAL PARKIZ…

ORMAN DEĞİLİZ ARTIK, SANAL PARKIZ…
11:48 15 Şubat 2010


The Killers ve Editors gibi gruplar artık ayakkabı mağazalarında bile çalınıyor. Bu hoşuma gidiyor aslında…Hatta bugün kendime kot pantolon denerken yani cüceler şehrinde boyuma posuma göre kıyafet bulmakla uğraşırken, bir sürü popüler parçanın caza yakın yorumlarını dinledim koyu sesli bir kadın vokalden…Biraz caz vokal taklidi gibiydi ama çok hoşuma gitti… Artık Britney Spears gibi sinir bozucu şeyler yerine rock veya caz’ın popülize edilmiş hallerinin mağazalarda çalması bile ruhuma tuhaf bir su serpti…
Twitter çılgınlığına teslim oldum diyordum ki en kısa sürede minimalize etmeye karar verdim bu histeri sürecini… Bilimum gazeteci ve şöhret isim, twitter’a sahteleri, sahicileri karması olarak damlarken iletişimsizliğin gittikçe arttığını ve yakınlaşma sandığımız şeyin aslında bir çeşit illüzyon olduğunu, daha da uzaklaştığımızı fark ettim… Telefon bile sıcak bir kucaklaşma gibi kalıyordu twitterımtırak programların yanında… Uzun zamandır iletişemediğimiz bir arkadaşım da başarısını sevinçle haber vermiş bana…Mozilla software’iyle ilgili eğitimde kolaylığa yol açan sanal bir teknoloji üretmiş ve Amerika’ya konferansa çağrılmış… Onun adına sevindim hatta gurur duydum… Senelerdir kendisinden cevap alamamış ve askerlik günlerinde yanında olmuş eski bir dostu olarak soğuk iletişimsizlik dünyasına katkısı buruk bir sevinç yarattı içimde…
Google’ın e-mail software’i Gmail’den fırlayan Buzz programı da twitterdan farksız…
Gene ortaya düşüncelerinizi beyan ediyorsunuz ve kimi ‘beğendim’ yazıyor, kimi yorum yapıyor. Süper iletişim, her şeyi kolaylaştırdı, klip paylaşıyoruz, fikirleri yayıyoruz derken aslında herkesin kendi halinde takıldığı şizofren bir matrix dünyasına itildiğimizi fark etmek güç olmasa gerek… Artık dost kırgınlıkları “neden mesaj atmadın?”, “neden yorum yazmadın?”, “neden listende yokum?” gibi cümleler üzerine kurulmaya başlandıysa bu hazin bir sona doğru hızla gittiğimizin belirtisidir. Bu yazımda karamsar olmak istemiyordum ama vardığım nokta insani açıdan çok mesafeli ve neredeyse her birey arasında adeta bir Berlin duvarı oluşturan bir yapbozun parçaları olmaya doğru gittiğimiz….
İlginç olan, insanların kişiliklerinin buzulun yukarısından görünen kısmı hemen kendini belli ediyor. Sinirli bir insan hemen renk veriyor veya dingin bir insan az çok hissediliyor. Espri anlayışı da kavranabiliyor ama yine de birbirimizin derin dünyalarına inmekten ve sahiden dinleyip anlamaktan çok uzağız. Sürekli sanatsal paylaşıma devam etmeli birey ama dostlukları da oradan temellendirip ilerletmeye çalışırsanız hüsrandan başka yere varamazsınız.
Yeni albümümün video klibi için yönetmen araştırma işi de bana düştüğüne göre buradan paylaşayım : Şarkıma kısa film tadında klip çekmek isteyenler Facebook’tan beni bulup mesaj atabilir. Çok kimse ile halen görüşmekteyim ama bütçesiz olmuyor bu işler…
Sahiden keyifle ve minimal bütçe ile çalışabileceğim yönetmen öngörüsüne veya pırıltısına sahip yaşıtlarımdan hatta daha gençlerden umutluyum….
Size bu haftaki şahsi müzik önerimi de yapayım : Bol bol Editors ve The Killers gruplarını dinleyebilirsiniz… U2 ve Coldplay’in aştığı müzikal yollardan hoplayarak geçiyorlar gibi…
Gerçekten ‘cool’ ve dinlenilesi gruplar… “Are we human or are we dancer?” “İnsan mıyız yoksa dansçı mı?” diyor The Killers… Merak etmemek elde değil…
Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

7 Şubat 2010 Pazar

GRUNGE EFSANESİ İLE İLGİLİ YERLİ YERSİZ TWİT’LER


GRUNGE EFSANESİ İLE İLGİLİ YERLİ YERSİZ TWİT’LER
14:22 07 Şubat 2010


Kurt Cobain ve Courtney Love’un kızı Francis Bean, 'My Chemical Romance' adlı müzik grubuyla bir projede yer alacakmış. Henüz bebekken medyaya malzeme olmanın ağırlığı hayat boyu yer etmiş olsa gerek…Nasıl bir proje bilemiyorum. Henüz dinleme şansım olmadı. Jeff Buckley ve Kurt Cobain’in öldükten sonra ortaya çıkarılan bin türlü kayıtları bu iki efsane isim hayattayken neden ortaya çıkarılmadı diye sorma gereği duymuyorum… Ölünün değeri daha fazla oluyor bu rezil modern çağda…
Kurt Cobain hakkında ilginç bilgileri paylaşayım, belki de çoğu yalandır. Yorumu sizlere bırakıyorum. Kiminde Kurt’e hayranlık duyabilir kiminde haberi uyduranların zihniyetine küfredebilirsiniz…Bu bilgi bombardımanı çağında söylenenlerden asla emin olmayın:
»Kurt’un çocukluktaki hayali arkadaşı Buda, 1960’lardaVietnam’a çağrılmış. Absürd bir gerçek mi…
»Kurt, lisede tanıştığı bas gitaristi Kirst Novoselic ile kilisede bir gençlik grubuna üye olmuşlar. Birlikte, Led Zeppelin şarkılarını yorumlamışlar. Jeff Buckley’de Led Zeppelin çalıyordu hatırlarsanız….
»1985 yılında Kurt, YMCA’nin güvenliğinden sorumluyken duvarına yazılar yazdığı için tuvaletleri temizleme cezasına çarptılımış.
»1984 yılında babası Don Cobain, bir deniz subayından, oğluyla konuşmasını rica etmiş. Kurt neredeyse donanmaya katılacakmış son anda vazgeçmiş.
»Çocukken yanlışlıkla bir kedisine zarar vermiş, diğerini öldürmüş, birini boyamış. (buna inanmamayı seçtim.)
»1986 yılında bir cover grubu kurmuş. Creedence Clearwater Revival cover’ları çalan bir anma grubuymuş. Grupta davul çalmış ama daha sonra grupta biri sakat kalıp ellerini yaralayınca yol Nirvana’ya ulaşmış.
»Grubun eski elemanı sarhoş halde araba kullandığı için polise yakalanmış ve aynı polise 'Bruce Springsteen' dediği için gruptan atılmış.
»Alaska’da balıkçılık yapan ve bu sayede iyi para kazanan Everman, Bleach albümlerinin masrafını karşılamayı kabul etmiş.
»Kurt, bütün o ilaçları sürekli sızlayan midesinin acısını dindirmek için kullanmak zorunda hissetmiş. Keyfi bir karar değilmiş.
»Asıl bomba ve gerçek olduğuna ihtimal verdiğim bilgi: Bir röportajında, “Eğer Courtney’i tanımasaydım biseksüel bir yaşam tarzını benimserdim” demiş. Kurt Cobain’de tıpkı Jeff Buckley’inki gibi bir insan sevgisi olduğu seziliyordu. Sadece öfkenin tam arkasına saklanmıştı bu sevgi…Olması gerektiği gibi belki de…
»Ailelerinin Noel hediyesi olarak aldıkları Michael Jackson – Dangerous Cd’lerini iade edip Nevermind’ı isteyen bir sürü genç, mağazaların kaydına geçmiş.
Bu haftaki yazım yarı keyifli, yarı hüzünlü, yarı biyografik olsun istedim…
Öfkenin, isyanın, twitter cümlesi tadındaki 'paylaşımların' hatrına…

2 Şubat 2010 Salı

GÖKKUŞAĞINDAN DARAĞACI DEĞİL KÖPRÜ YARATMALI…

GÖKKUŞAĞINDAN DARAĞACI DEĞİL KÖPRÜ YARATMALI…

Bugün içtenlikle itiraf edebilirim ne yazacağımı çok düşündüm…Garip bir hüzündü belki beni yazmaktan alıkoyan… Gökkuşağı konusunda uzun zamandır yazmak istiyordum. Filmlerden edebiyata, yaşamdan sanata yazacak o kadar çok şey var ki bu temada….
Pembe ile mavinin karışımı renk olan mor renkten algılamak dünyayı hem zor, hem de bir o kadar güzel… Dünyada bu renklere sahip olan insanların en büyük düşünür ve sanatçıların içinde de bolca olduğunu bilmek rahatlatmalı…Hatta gurur vermeli bence…
Şimdi kocaman bir liste yapıyorum hazır mısınız?
Socrates, Sappho, Oscar Wilde, Walt Whitman, Mary Wollstonecraft, Virgina Woolf, Büyük İskender, William Shakespeare, Harvey Milk, Emily Dickinson, Andy Warhol, Marcel Proust, Michel Foucault, John Cage, Lord Byron, Jean Genet, Allen Ginsberg, Kate Millet, Judith Butler, Florence Nightingale, Paul Verlaine, Arthur Rimbaud, Oscar Wilde, Freddie Mercury, Brian Molko, Ellen Degeneres, Andre Gide, Marlene Dietrich, H.D., Tchaikovsky, Adrienne Rich, Christopher Marlowe, Leonardo Da Vinci, François Ozone, Ani Difranco vesaire….
Bütün bu saydığım isimler edebiyata, sinemaya, felsefeye, müziğe, sosyoloji bilimine büyük katkıda bulunmuş, iz bırakmış isimler… Genler önemli belki evet… Ama bence genlerin bu konudaki etkisi, insanı daha duyarlı ve daha derin yapması…X ve Y’den ibaret biyolojiye indirgenecek bir mesele değil… Dünyayı cinsiyetler ötesi bir duyarlılıkla algılamak büyük bir nimetken, birbirinden uzaklaştırılmış insanlar topluluğunda bir lanete dönüştürülüyor.
Bağımsız filmlere ve müziklere daha çok ihtiyacımız var bu yüzden… Kendi içinde bile ayrım yapan, kurumsallaşmaya doğru giden sözde özgürlükçü örgütlerin de bir parçası olmak istemiyor insan…Bireysellik de çözüm değil ama galiba sanatçı için en sağlıklısı bireysellik… En azından katkıda bulunmaya devam edip kendi kafasını temiz tutmak…. "Sosyal yaşantısı olmayan, içe kapanık ve yalnızlığı ile adeta evlenmiş biri olan Salinger," diyor gazetelerden birinde... Üretkenliğin bedeli bu olsa gerek... Gerçi sosyal olmak da pek matah birşey degil ki zaten....iki ucu ... lu değnek..... Çarptı beni...
Blog’u renklerle dolu olan sıkı müzik takipçisi arkadaşım Tacim Açık sayesinde keşfettiğim Klaus Nomi’den The Cold Song’u dinlerken yüreğime bir şeyler oluyor ama ne olduğunu bile kestiremiyorum… Hüzünle yaşama sevincinin çarpıştığı tarif edilmez anlardan biri daha üzerime basıp geçiyor adeta… Şizofrence sevgilerin ve bir saniyelik sıcak tebessümlerin yolunu gözler olmuşuz, bitmeyen yağmurlar şehrinde…
“Gökkuşağından Darağacı” diyor Nilgün Marmara, dizelerine başlık olarak… Boğaziçi Üniversitesi’nde hocalarımız sık sık kendisinden bahsederlerdi… Onun gizemli hayatını ve değerli dizelerini bir yana bırakarak sadece esin almak adına şöyle bir cümle kurmak istiyorum: Gökkuşağından darağacı değil köprüler yaratmalıyız…. Ama nasıl işte onu bilmiyorum… Bir başkasında devrim yaratmanın en zor olduğu çağda…Herhalde sanat aracılığıyla… Öğretmensek işimizi iyi yaparak… Doktorsak sahiden insanları severek…
Uludağ Üniversitesi Tıp Bölümü kurucusu olan rahmetli dedem Prof. Dr. Fikret Karaca gibi yeni ateşler yakıp, büyük adımlar atmaktan korkmayarak…. Bana verdiği öğüdü asla unutmuyorum: “Çok çalış ve dostlarını iyi seç”…. Huzurla uyusun ve içi rahat olsun….