TEKNOLOJİK SAFSATA, RUHSAL ZAYIFLAMA: TERS ORANTI
15:19 28 Mart 2010
Teknoloji aşkımı kendimce hep minimum seviyede tutmuşumdur. Ama son zamanlarda Media Market ve türevi birçok mağaza broşürü inatla gözleri kamaştırma yarışına sayıca artarak devam etmekte. Cep telefonumu bile bozulmadıkça değiştirme gereği duymayan biri olarak gözüm taşınabilir playstation’lara ve netbook’lara takılmadan duramadı. Senelerce tartmadan ve fiyatı iyice ucuzlamadan almadığım edevatlar her zaman bir broşürden göz kırpar bana ve sanki alay eder; “Sen beni alana kadar bak yeni modelim çıktı” der gibi güler adeta. Bu alışıldık manzara ve hissiyat karşısında ancak çok üzüldüğüm günlerde kendime hediye olarak veya elzem olduğu vakit almaya and içmişimdir bu ultra modern edevatları.
Satılan ürünlerin fiyatı ile çalışılan şirketten alınan maaşların ters orantısı, verilen emeklerle ve çekilen sıkıntılarla kaybedilen değerlerin ve yaşama sevincinin doğru ortantısı beni şaşırtmaya devam etmekte. Belki klişe olacak ama iletişim araçlarının en bol olduğu devirde gerçek anlamda insancıl iletişimin minimuma inmesi yani bu ters orantı da günümüzün kabullenilmiş hatta farkına varılmayacak kadar benimsenmiş gerçeği. Eşi dostu bulmaya yaradığı söylenen web sitelerden bulduğunuz eski okul arkadaşınızla ne zaman veya kaç kere görüştünüz? Muhtemelen bir kere. Heyecanla verilen sözler iki günde tarih oldu. Kısa bellekli toplum olmanın, balık hafızamızın toplumsal acılarımızı örterek bizi uyutmasına faydası çok tabii. Biz uyurken veya komplo teorileri üretirken, gerçek anlamda ilime, bilime katkısı olanlar ileriye doğru adım atmakta.
3G denilen bir saçmalık ile zaten kafamızı şişiren ürün sahipleri ve reklamcılar, odadan odaya konuşan görgüsüzleri hesaba katmış olacaklar ki, satışlarının patlayacağını önceden hesap etmişler. Her yerden internete bağlanma fikri kulağa ne kadar hoş ve pratik gelse de, her ay ödenen ücretin karşılığı, telefonunun eskisi gibi çekememesinden şikayetçi olan ürün kullanıcısının sonradan dövünmesinden sorumlu değil. Neyse ki ona da kapılmadım ve inatla uzak durdum. Galiba bu devirde şüphecilik ve bilinçli tüketici olmak hem faydalı hem gerekli.
Klasikleşebilecek tüketici tavsiyeleri vermek gerekirse:
»Son çıkan ürünü aldım görgüsüzlüğüne kapılmaya gerek duymadan, birçok insan test edip memnun kaldıktan ve fiyatı düştükten yani yaygınlaştıktan sonra hayal ettiğiniz ürünü almak.
»İngilizce biliyorsanız, yabancı forumlardaki yorumları okumadan asla mağazanın önünden bile geçmemek.
»Ürünlerin üzerinde kocaman harflerle yazan HD kalitesi vesairesi gibi aldatmaca tanıtımlara aldırmadan ürünün spesifikasyonlarını yani teknik kapasitelerini detayıyla veren bir broşür veya web sitesi bulmak. Bunu asla gocunmadan, üşenmeden yapmak.
»Örneğin, HD kalitesinde video da çeken bir fotoğraf makinesine kapılıp asıl gerekli olan objektif kalitesini es geçmek gibi hatalara düşmemek.
Diyeceksiniz ki, bunları yazan kişi bu hatalara mı düştü? Çok net bir şekilde diyebilirim ki en gurur duyduğum özelliğim; bıkmadan usanmadan hatta bazen keyifle, almak istediğim ürünün farklı modellerini teknik detayına kadar bir ön araştırma yaparak bilinçle almak.
İngilizce ve hatta Fransızca bilmemin büyük bir faydasını gördüm ama inanın ki bir ürünün teknik özellik listesini anlamak için İngilizceye bile gerek yok. Ben ek olarak forumdaki ürün yorumlarını ve tartışmaları takip etme avantajına sahip oldum. Şimdilerde kendi müzik kaydımı bizzat yapabilmek için yani sanatsal özgürlük ve yaratıcılık için senelerdir hayalini kurduğum bilgisayar ve programlar konusunda bir araştırmaya girdim ki, işin içinden sağlam kafayla çıkabilirsem film müziği yapmayı bile denerim.
Ece Dorsay
28 Mart 2010 Pazar
21 Mart 2010 Pazar
HAYATIN PROVASI
HAYATIN PROVASI
14:03 21 Mart 2010
Fırtınalar esiyor her yerde…İçimdeki fırtınalarla bir değil elbet…Senelerce alın teriyle kazanılmış değerlerin bir anda silinmesi ve bir anda ortaya çıkması alışılmış bir durum mudur? Kuru gürültü gibi gelen tüm şarkılar insanı yorar ve bozar, bu bilinen bir gerçektir. Metaforlarla yaşamıyoruz artık o yüzden bırakalım da bazı cümleler metaforlara boğsun bizi… Her gün ağzının içine bakılan güç insanlarının affedilmez hataları, bir romantiğin anlamlı hatalarıyla kıyas kabul etmez…
Sürekli kan ağlayan pıhtılaşmış yüreklerin, bir internet sitesinden atışmaları çok alışıldık bir manzaraya dönüşmüştü. Kırmızı şehrin karanlığında değil kırmızı gülün karanlığında kaybolmak tam da bu yüzden daha anlamlıydı. Gözleri kamaşan renksiz yüzler acaba güneşe dönseler, bizlere de bir ışık hüzmesi bırakırlar mı? Yüksek topuklu ayakkabıların arşınladığı zengin kaldırımları, yağan yağmurun sesini duymaz. Gösterişin ucuz planında yer almak istemeyen göçebe ruh, kendi iç savaşlarında ve şiirselliğindedir. Seyahati, kendi içine doğrudur. Dışarıdan alacağı ilham nesnelerini cımbızla seçer. Ortalık kirlidir çünkü. Her nesneye özne olmak, gerçek ruhlara yakışmaz.
Oscar Wilde der ki; "Sadece aptalların ciddiye alındığı bir dünyada yaşıyoruz. O halde ‘beni anlamıyorlar’ diye üzülmek niye?. Ne kadar çok kişi benimle aynı fikirdeyse, o kadar çok yanıldığımı düşünürüm" Peki bir twitdaş ne der; “Heteroseksüel erkeklere, ‘aşkın karşılıksız da olabileceği’ eğitimi verilse, liselerde ders olarak anlatılsa, dönem ödevleri verilse..” gerçekten iyi olurdu. Erkek iktidarını sorgulayan bir dersi tabii kim vermek ister acaba? Bu cümleler çok önemli. Çünkü mesele sadece yönelimler değil. Mesele kimlik ve bireysellik belki de... İnsanın bakış açısını sınırlayan her türlü dogma, belki de sorgulanmaya mahkûmdur. Barışın olduğu yerde kadına baskı da olmaz. Erkek egemen toplumlar, kadınları bastırmak için her yolu dener. Slogan gibi duyulan ama üzerinde düşünülmesi gereken çok cümle var.
Yoksul kalmamak için ruhumuzdaki zenginliği kovalayan biz üretken insanlar belki de gerçek yoksulluğun ruhlarda olduğunu çoktan anlamıştık. Elbette gerçek anlamda bir yoksuldan öğreneceğimiz çok ders var. Sadece yoksulluk kelimesinin ne kadar çok manaya gelebileceğini vurgulamak amaç… Yoksunluk da öyle... Eşya üzerinden değil, kişisel özellikler, yetenekler ve yaşama sevinci olarak da algılanabilecek terimler…
Bu yazımda aklıma esenlerden, ruhuma konan kuşlar ile daldan dala kondum. Yorgunlukları biriktirmiş, hüzünlerden rüyalar örmüş ve umutlardan bir ev yapmış, kendi kendisiyle yıkanıp temiz kalan bir ruhun uğraşları cümlelerin incilerinde gizlidir. Bazen farkında olmadan yazdıkları da bir şeyler öğretebilir insana…Yazarak kendimizi tanımıyor muyuz zaten? Keşke daha felsefik düşüncelerin prim yaptığı ve olaylara daha teorik yaklaşılabildiği bir dünya veya dönemde olsaydık. Belki o zaman gündemi kaplayan bütün sorunlar en temelinden tartışılabilir, Antik Yunan filozoflarına özel engin dünyaların kapılarını açıp sığ yerlerde sıkışmazdık.
Mutluluklarını pazarlamaya çalışan insanlar ne kadar yoksun ise, kendi başına uçabilen kartallar da o kadar zengindir benim hayat görüşümde…
Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com
14:03 21 Mart 2010
Fırtınalar esiyor her yerde…İçimdeki fırtınalarla bir değil elbet…Senelerce alın teriyle kazanılmış değerlerin bir anda silinmesi ve bir anda ortaya çıkması alışılmış bir durum mudur? Kuru gürültü gibi gelen tüm şarkılar insanı yorar ve bozar, bu bilinen bir gerçektir. Metaforlarla yaşamıyoruz artık o yüzden bırakalım da bazı cümleler metaforlara boğsun bizi… Her gün ağzının içine bakılan güç insanlarının affedilmez hataları, bir romantiğin anlamlı hatalarıyla kıyas kabul etmez…
Sürekli kan ağlayan pıhtılaşmış yüreklerin, bir internet sitesinden atışmaları çok alışıldık bir manzaraya dönüşmüştü. Kırmızı şehrin karanlığında değil kırmızı gülün karanlığında kaybolmak tam da bu yüzden daha anlamlıydı. Gözleri kamaşan renksiz yüzler acaba güneşe dönseler, bizlere de bir ışık hüzmesi bırakırlar mı? Yüksek topuklu ayakkabıların arşınladığı zengin kaldırımları, yağan yağmurun sesini duymaz. Gösterişin ucuz planında yer almak istemeyen göçebe ruh, kendi iç savaşlarında ve şiirselliğindedir. Seyahati, kendi içine doğrudur. Dışarıdan alacağı ilham nesnelerini cımbızla seçer. Ortalık kirlidir çünkü. Her nesneye özne olmak, gerçek ruhlara yakışmaz.
Oscar Wilde der ki; "Sadece aptalların ciddiye alındığı bir dünyada yaşıyoruz. O halde ‘beni anlamıyorlar’ diye üzülmek niye?. Ne kadar çok kişi benimle aynı fikirdeyse, o kadar çok yanıldığımı düşünürüm" Peki bir twitdaş ne der; “Heteroseksüel erkeklere, ‘aşkın karşılıksız da olabileceği’ eğitimi verilse, liselerde ders olarak anlatılsa, dönem ödevleri verilse..” gerçekten iyi olurdu. Erkek iktidarını sorgulayan bir dersi tabii kim vermek ister acaba? Bu cümleler çok önemli. Çünkü mesele sadece yönelimler değil. Mesele kimlik ve bireysellik belki de... İnsanın bakış açısını sınırlayan her türlü dogma, belki de sorgulanmaya mahkûmdur. Barışın olduğu yerde kadına baskı da olmaz. Erkek egemen toplumlar, kadınları bastırmak için her yolu dener. Slogan gibi duyulan ama üzerinde düşünülmesi gereken çok cümle var.
Yoksul kalmamak için ruhumuzdaki zenginliği kovalayan biz üretken insanlar belki de gerçek yoksulluğun ruhlarda olduğunu çoktan anlamıştık. Elbette gerçek anlamda bir yoksuldan öğreneceğimiz çok ders var. Sadece yoksulluk kelimesinin ne kadar çok manaya gelebileceğini vurgulamak amaç… Yoksunluk da öyle... Eşya üzerinden değil, kişisel özellikler, yetenekler ve yaşama sevinci olarak da algılanabilecek terimler…
Bu yazımda aklıma esenlerden, ruhuma konan kuşlar ile daldan dala kondum. Yorgunlukları biriktirmiş, hüzünlerden rüyalar örmüş ve umutlardan bir ev yapmış, kendi kendisiyle yıkanıp temiz kalan bir ruhun uğraşları cümlelerin incilerinde gizlidir. Bazen farkında olmadan yazdıkları da bir şeyler öğretebilir insana…Yazarak kendimizi tanımıyor muyuz zaten? Keşke daha felsefik düşüncelerin prim yaptığı ve olaylara daha teorik yaklaşılabildiği bir dünya veya dönemde olsaydık. Belki o zaman gündemi kaplayan bütün sorunlar en temelinden tartışılabilir, Antik Yunan filozoflarına özel engin dünyaların kapılarını açıp sığ yerlerde sıkışmazdık.
Mutluluklarını pazarlamaya çalışan insanlar ne kadar yoksun ise, kendi başına uçabilen kartallar da o kadar zengindir benim hayat görüşümde…
Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com
14 Mart 2010 Pazar
KAOS GL 111’İNCİ SAYIDA KAPAĞI PERİHAN MAĞDEN’LE PAYLAŞMAK
KAOS GL 111’İNCİ SAYIDA KAPAĞI PERİHAN MAĞDEN’LE PAYLAŞMAK
03:35 14 Mart 2010
İki ayda bir çıkan ve zaman zaman yazılarımla yer aldığım, eskiden çizgiroman çizdiğim Kaos GL dergisinin 111’inci sayısında 'Mor Rüya' adlı ilk kitabımla ilgili röportaj yer aldı. Kapakta ismimi Perihan Mağden’in fotoğrafı ile görünce elbette çok heyecanlandım. Bana da sürpriz oldu bu güzel kapak. Benim için en az Roll kadar değerli bir dergi Kaos… Hayatımdaki bu güzel gelişmenin, yakında çıkacak olan albümümün müjdesi üzerine gelmesi ayrı bir keyif verdi. İki senedir canımı dişime takıp her şeyiyle bizzat uğraştığım albümümü nihayet bir plak şirketi basacak. İkinci albümümün ismi 'Kırmızı Karanlık'. 2001’de kaydedilip 2002'de piyasaya çıkan 'Kum Saati' adlı albümümün üzerinden çok zaman geçti. Myspace.com/edorsay da yeni üç şarkımı dinleyebilirsiniz. Grubumla son sürat provalara başladık bile. Tabii bir yandan İTÜ’de ders vermekte ve Ales denilen sınavdan en az 82 gibi bir puan almak için çalışmaktayım. Sosyal görünen asosyal bir hayat dersem abartmış olmam sanki…
Tüm bu güzel haberler, gündemdeki üzücü söylemlerin üzerine geldi. '8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü kadınlara çiçek böcek almaktan ibaret apolitik bir gün zannedenler bir yerlerine kına yaksınlar' yazmıştım tweet’ime. Bu tweet çok olumlu tepkiler aldı. Tam kadınlar günü ve hakları derken tokat gibi bir ayrımcı söylem fırlayıverdi ve insanların arasındaki uçurumu genişletti: AKP'nin Kadından Sorumlu Devlet Bakanı "eşcinsellik biyolojik bir bozukluk, hastalıktır, tedavi edilmesi gerekir" diyerek ortalığı gerginliğe sürükledi. Beni sevindirense bu söylemlere tepkilerin güçlü olması oldu. Yine de gelen tepkiler sayıca yetersiz kalıyor.
Bu olayın arkasından gelen, Hürriyet gazetesi başlığında psikiyatri derneğinin güzel cevabı var ki buraya alıntılamazsam içim rahat etmez çünkü çok güzel bir cevap: Türkiye Psikiyatri Derneği yaptığı yazılı açıklamada Bakan Aliye Kavaf'ın söylediği sözlere, "Eşcinsellik, biseksüellik ve heteroseksüellik gibi insanda tanımlanan üç yönelimden biridir. Her şeyden önce bir hastalık değil yönelim farklılığıdır. Eşcinselliğin bir hastalık olduğu yaklaşımı 40 yıl önce terk edilmiş ve psikiyatrik hastalık tanı listelerinden çıkarılmıştır. Uluslararası ve ulusal hekim örgütlerince eşcinsellik heteroseksüellik gibi sağlıklı bir durum olarak kabul edilmektedir. Yönelim bireylerin tercihleri ile oluşan bir durum değildir. Bu nedenle eşcinsellik bir cinsel tercih değildir. Kişinin iradesinden bağımsızdır. Cinsel gelişim sürecinde çoğunlukla ergenlikte birey tarafından fark edilir. Biyolojik yada sosyal belirleyicileri ne olursa olsun yönelim, kişi tarafından yada tedavi ile değiştirilebilir bir durum değildir. Bununla birlikte birçok toplumda eşcinsellik ile ilgili olumsuz yargılar, yanlış cinsel inanışlar bulunmaktadır. En yaygın olanlarından biri de eşcinselliğin hastalık olduğu yanlış inanışıdır. Olumsuz yargılar sonucunda toplumda ötekileştirme aracı olarak kullanılmakta, eşcinsel bireyler cinsel yönelimleri nedeniyle ayrımcılığa uğramaktadır. Demokrasi ve özgürlüklerin gelişmesi ile eşcinsel bireyler de çeşitli haklara kavuşmuşlardır. Ancak halen birçok gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkede eşcinsellik gayri ahlâki kabul edilmekte, eşcinseller ağır sosyal ve hukuki baskılara maruz kalmaktadırlar. Bu açıdan eşcinsellerin yaşadığı ayrımcılıkla mücadele, insan haklarının gelişimi açısından ayrı bir öneme sahiptir" dedi.
Ayrımcılıkla ilgili yaza yaza birçok değerli yazarın dilinde ve kaleminde tüy bitse de anlaşılan hiç durmadan ayrımcılığa karşı barışçıl cümleler kurmaya üşenmemeliyiz. Bazı şeyler zaman alıyor… Albümümün çıkmasını senelerce beklemem gibi ve üzerine gelen internet devrimi gibi…Belki bu sosyal konuda da, internet hızıyla çağ atlarız umuduyla….
Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com
03:35 14 Mart 2010
İki ayda bir çıkan ve zaman zaman yazılarımla yer aldığım, eskiden çizgiroman çizdiğim Kaos GL dergisinin 111’inci sayısında 'Mor Rüya' adlı ilk kitabımla ilgili röportaj yer aldı. Kapakta ismimi Perihan Mağden’in fotoğrafı ile görünce elbette çok heyecanlandım. Bana da sürpriz oldu bu güzel kapak. Benim için en az Roll kadar değerli bir dergi Kaos… Hayatımdaki bu güzel gelişmenin, yakında çıkacak olan albümümün müjdesi üzerine gelmesi ayrı bir keyif verdi. İki senedir canımı dişime takıp her şeyiyle bizzat uğraştığım albümümü nihayet bir plak şirketi basacak. İkinci albümümün ismi 'Kırmızı Karanlık'. 2001’de kaydedilip 2002'de piyasaya çıkan 'Kum Saati' adlı albümümün üzerinden çok zaman geçti. Myspace.com/edorsay da yeni üç şarkımı dinleyebilirsiniz. Grubumla son sürat provalara başladık bile. Tabii bir yandan İTÜ’de ders vermekte ve Ales denilen sınavdan en az 82 gibi bir puan almak için çalışmaktayım. Sosyal görünen asosyal bir hayat dersem abartmış olmam sanki…
Tüm bu güzel haberler, gündemdeki üzücü söylemlerin üzerine geldi. '8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü kadınlara çiçek böcek almaktan ibaret apolitik bir gün zannedenler bir yerlerine kına yaksınlar' yazmıştım tweet’ime. Bu tweet çok olumlu tepkiler aldı. Tam kadınlar günü ve hakları derken tokat gibi bir ayrımcı söylem fırlayıverdi ve insanların arasındaki uçurumu genişletti: AKP'nin Kadından Sorumlu Devlet Bakanı "eşcinsellik biyolojik bir bozukluk, hastalıktır, tedavi edilmesi gerekir" diyerek ortalığı gerginliğe sürükledi. Beni sevindirense bu söylemlere tepkilerin güçlü olması oldu. Yine de gelen tepkiler sayıca yetersiz kalıyor.
Bu olayın arkasından gelen, Hürriyet gazetesi başlığında psikiyatri derneğinin güzel cevabı var ki buraya alıntılamazsam içim rahat etmez çünkü çok güzel bir cevap: Türkiye Psikiyatri Derneği yaptığı yazılı açıklamada Bakan Aliye Kavaf'ın söylediği sözlere, "Eşcinsellik, biseksüellik ve heteroseksüellik gibi insanda tanımlanan üç yönelimden biridir. Her şeyden önce bir hastalık değil yönelim farklılığıdır. Eşcinselliğin bir hastalık olduğu yaklaşımı 40 yıl önce terk edilmiş ve psikiyatrik hastalık tanı listelerinden çıkarılmıştır. Uluslararası ve ulusal hekim örgütlerince eşcinsellik heteroseksüellik gibi sağlıklı bir durum olarak kabul edilmektedir. Yönelim bireylerin tercihleri ile oluşan bir durum değildir. Bu nedenle eşcinsellik bir cinsel tercih değildir. Kişinin iradesinden bağımsızdır. Cinsel gelişim sürecinde çoğunlukla ergenlikte birey tarafından fark edilir. Biyolojik yada sosyal belirleyicileri ne olursa olsun yönelim, kişi tarafından yada tedavi ile değiştirilebilir bir durum değildir. Bununla birlikte birçok toplumda eşcinsellik ile ilgili olumsuz yargılar, yanlış cinsel inanışlar bulunmaktadır. En yaygın olanlarından biri de eşcinselliğin hastalık olduğu yanlış inanışıdır. Olumsuz yargılar sonucunda toplumda ötekileştirme aracı olarak kullanılmakta, eşcinsel bireyler cinsel yönelimleri nedeniyle ayrımcılığa uğramaktadır. Demokrasi ve özgürlüklerin gelişmesi ile eşcinsel bireyler de çeşitli haklara kavuşmuşlardır. Ancak halen birçok gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkede eşcinsellik gayri ahlâki kabul edilmekte, eşcinseller ağır sosyal ve hukuki baskılara maruz kalmaktadırlar. Bu açıdan eşcinsellerin yaşadığı ayrımcılıkla mücadele, insan haklarının gelişimi açısından ayrı bir öneme sahiptir" dedi.
Ayrımcılıkla ilgili yaza yaza birçok değerli yazarın dilinde ve kaleminde tüy bitse de anlaşılan hiç durmadan ayrımcılığa karşı barışçıl cümleler kurmaya üşenmemeliyiz. Bazı şeyler zaman alıyor… Albümümün çıkmasını senelerce beklemem gibi ve üzerine gelen internet devrimi gibi…Belki bu sosyal konuda da, internet hızıyla çağ atlarız umuduyla….
Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com
11 Mart 2010 Perşembe
7 Mart 2010 Pazar
EUROVİZYON SİRKİ
EUROVİZYON SİRKİ
14:07 07 Mart 2010
Çocukluğumdan beri bu Eurovizyon telaşına, heyecanına ülkenin her köşesinde atan kalplerin gümbürtüsüne tanık olmuşumdur. Çocukken tatlı bir aile toplantısı gibi gelirdi hep beraber Eurovizyon izleyip, Türkiye’nin kaçıncı olacağını tahmin etmek. Fakat zamanla gördüm ki müziğin yarışması ve milliyeti olmaz. Hatta bu kadar politik çıkar üzerine kurulu bir düzene müziği alet etmek bile hoş sayılmaz. Daha da ileri gidersek, Eurovizyon bir sirk ortamı. Tamam eğlenceli olabilir belki hatta bir beraberlik, bütünlük hissi yaratıyor olabilir toplumda. Fakat milletçe bu yarışmayı çok fazla ciddiye aldığımızı düşünüyorum.
Biliyorum belki bu sirk hepimizin çocukluğuna renk katmıştır. Abba gibi çok başarılı nadide pop gruplarını da ortaya çıkarmıştır. Ama şu son on yılda izlediğimiz Eurovizyon’ların çoğu palavradır bana sorarsanız. Büyük konuşma, senin de işin düşer derseniz tabii derim neden olmasın? Eğlenmek için katılırım belki ilerde kısmet olursa. Ama bu kadar ciddiye almam ve aldırmam şahsen kaçıncı olduğuma. Birinci ve sonuncu olunca işin rengi değişebilir derseniz, kariyer olarak biraz renk gelebilir tabii. Ama müziğin milliyeti olmaz bana göre. Bizim şarkımız kazanmalı diye dilesem de asla bu konuda psikopata bağlamam.
2003 yılında Londra’da müzik eğitimi alırken, Sertab Erener’in getirdiği ilk birinciliğimize tanık olmak hoştu herşeye rağmen…
Geçen sene Patricia Kaas’ın eskisi kadar muhteşem çıkmamasına rağmen kendine özgü sesiyle yarışmaya ağırlığını koyup kaliteyi yükseltmesine tanık olmuştuk. İlk başta çok üzülmüştüm, Kaas gibi sağlam kariyerli ve derin müzik yapan bir kadının o sirke dahil olmasına… Ağır kaçtı oraya. Ama yarışmanın kalitesini sadece kendi varlığıyla yükseltmişti. Son sıralarda olup olmamasının hiçbir önemi yoktu bence. Belki bu amaçla katılınabilir. İddialı bir cümle de olsa aslında buradaki iddia, bildiğimiz anlamda bir kazanmak veya kaybetmek değil. Duyabilenlere hitap etmek. 'Sadece görenler' zaten çoğunluk olacaktır. 'Duyabilen' ise her daim sofistike düzeydeki azınlıktır.
MFÖ, Sertab Erener, Mor ve Ötesi, Athena ve daha eskilerden birçok ismimiz yarışmaya renk katmış olsa bile herhalde en anlamlısı Türkiye’den farklı renkleri temsil edebilecek insanların yarışmaya katılması olur. Azınlık diye hitap edilen kesimin içinden çok ilginç sesler ve renkler çıkabilir. Radikal bir değişiklik yapıp politik bir şarkı ile katılmak da çok güzel olabilir. Eğer yarışmayı bu kadar ciddiye alıyorsak biraz cesur olalım bari derim.
Maalesef popüler kültürde cesaret, soyunmak veya müstehcen sözler söylemekle eşdeğer sayıldığı için ne kadar radikal olabilir şüpheliyim.
Eğlenceli de değil artık eskisi kadar ya da bizler büyüdük artık... Hangisi bilemiyorum. Şam fıstıkları çitleterek ailecek heyecanlandığımız ruhu kalmadı artık sanki. Belki de zaten yoktu veya kabak tadı verdi. Pazar günü yapacağım prova kadar heyecanlandırmıyor beni orası kesin. Bizden katılan isimlerinin listesi ile bu yazımı bitiriyorum :
Eurovision'da Türkiye
Yıl - Şarkıcı - Şarkı - Puan - Derece
1975 Semiha Yankı - Seninle Bir Dakika
1976 1977 1978 Nilüfer & Grup Nazar - Sevince
1979 1980 Ajda Pekkan - Petr'oil
1981 Modern Folk Üçlüsü & Ayşegül Aldinç - Dönme Dolap
1982 Neco - Hani
1983 Çetin Alp & Short Waves - Opera
1984 Beş Yıl Önce On Yıl Sonra - Halay
1985 MFÖ - Diday Diday Day
1986 Klips ve Onlar - Halley
1987 Seyyal Taner & Lokomotif - Şarkım Sevgi Üstüne
1988 MFÖ - Sufi
1989 Grup Pan - Bana Bana
1990 Kayahan Açar - Gözlerinin Hapsindeyim
1991 İzel, Reyhan Karaca, Can Uğurluer - İki Dakika
1992 Aylin Vatankoş - Yaz Bitti
1993 Burak Aydos - Esmer Yarim
1994 1995 Arzu Ece - Sev
1996 Şebnem Paker - Beşinci Mevsim
1997 Şebnem Paker & Grup Etnik - Dinle
1998 Tüzmen - Unutamazsın
1999 Tuba Önal&Grup Mistik-Dön Artık
2000 Pınar Ayhan & Grup SOS - Yorgunum Anla
2001 Sedat Yüce - Sevgiliye Son
2002 Buket Bengisu & Grup Safir - Leylaklar Soldu Kalbinde
2003 Sertab Erener - Every Way That I Can
2004 Athena - For Real
2005 Gülseren - Rimi Rimi Ley
2006 Sibel Tüzün - Süper Star
2007 Kenan Doğulu-Shake It Up Şekerim
2008 Mor ve Ötesi - Deli
2009-Manga – We Could Be The Same
14:07 07 Mart 2010
Çocukluğumdan beri bu Eurovizyon telaşına, heyecanına ülkenin her köşesinde atan kalplerin gümbürtüsüne tanık olmuşumdur. Çocukken tatlı bir aile toplantısı gibi gelirdi hep beraber Eurovizyon izleyip, Türkiye’nin kaçıncı olacağını tahmin etmek. Fakat zamanla gördüm ki müziğin yarışması ve milliyeti olmaz. Hatta bu kadar politik çıkar üzerine kurulu bir düzene müziği alet etmek bile hoş sayılmaz. Daha da ileri gidersek, Eurovizyon bir sirk ortamı. Tamam eğlenceli olabilir belki hatta bir beraberlik, bütünlük hissi yaratıyor olabilir toplumda. Fakat milletçe bu yarışmayı çok fazla ciddiye aldığımızı düşünüyorum.
Biliyorum belki bu sirk hepimizin çocukluğuna renk katmıştır. Abba gibi çok başarılı nadide pop gruplarını da ortaya çıkarmıştır. Ama şu son on yılda izlediğimiz Eurovizyon’ların çoğu palavradır bana sorarsanız. Büyük konuşma, senin de işin düşer derseniz tabii derim neden olmasın? Eğlenmek için katılırım belki ilerde kısmet olursa. Ama bu kadar ciddiye almam ve aldırmam şahsen kaçıncı olduğuma. Birinci ve sonuncu olunca işin rengi değişebilir derseniz, kariyer olarak biraz renk gelebilir tabii. Ama müziğin milliyeti olmaz bana göre. Bizim şarkımız kazanmalı diye dilesem de asla bu konuda psikopata bağlamam.
2003 yılında Londra’da müzik eğitimi alırken, Sertab Erener’in getirdiği ilk birinciliğimize tanık olmak hoştu herşeye rağmen…
Geçen sene Patricia Kaas’ın eskisi kadar muhteşem çıkmamasına rağmen kendine özgü sesiyle yarışmaya ağırlığını koyup kaliteyi yükseltmesine tanık olmuştuk. İlk başta çok üzülmüştüm, Kaas gibi sağlam kariyerli ve derin müzik yapan bir kadının o sirke dahil olmasına… Ağır kaçtı oraya. Ama yarışmanın kalitesini sadece kendi varlığıyla yükseltmişti. Son sıralarda olup olmamasının hiçbir önemi yoktu bence. Belki bu amaçla katılınabilir. İddialı bir cümle de olsa aslında buradaki iddia, bildiğimiz anlamda bir kazanmak veya kaybetmek değil. Duyabilenlere hitap etmek. 'Sadece görenler' zaten çoğunluk olacaktır. 'Duyabilen' ise her daim sofistike düzeydeki azınlıktır.
MFÖ, Sertab Erener, Mor ve Ötesi, Athena ve daha eskilerden birçok ismimiz yarışmaya renk katmış olsa bile herhalde en anlamlısı Türkiye’den farklı renkleri temsil edebilecek insanların yarışmaya katılması olur. Azınlık diye hitap edilen kesimin içinden çok ilginç sesler ve renkler çıkabilir. Radikal bir değişiklik yapıp politik bir şarkı ile katılmak da çok güzel olabilir. Eğer yarışmayı bu kadar ciddiye alıyorsak biraz cesur olalım bari derim.
Maalesef popüler kültürde cesaret, soyunmak veya müstehcen sözler söylemekle eşdeğer sayıldığı için ne kadar radikal olabilir şüpheliyim.
Eğlenceli de değil artık eskisi kadar ya da bizler büyüdük artık... Hangisi bilemiyorum. Şam fıstıkları çitleterek ailecek heyecanlandığımız ruhu kalmadı artık sanki. Belki de zaten yoktu veya kabak tadı verdi. Pazar günü yapacağım prova kadar heyecanlandırmıyor beni orası kesin. Bizden katılan isimlerinin listesi ile bu yazımı bitiriyorum :
Eurovision'da Türkiye
Yıl - Şarkıcı - Şarkı - Puan - Derece
1975 Semiha Yankı - Seninle Bir Dakika
1976 1977 1978 Nilüfer & Grup Nazar - Sevince
1979 1980 Ajda Pekkan - Petr'oil
1981 Modern Folk Üçlüsü & Ayşegül Aldinç - Dönme Dolap
1982 Neco - Hani
1983 Çetin Alp & Short Waves - Opera
1984 Beş Yıl Önce On Yıl Sonra - Halay
1985 MFÖ - Diday Diday Day
1986 Klips ve Onlar - Halley
1987 Seyyal Taner & Lokomotif - Şarkım Sevgi Üstüne
1988 MFÖ - Sufi
1989 Grup Pan - Bana Bana
1990 Kayahan Açar - Gözlerinin Hapsindeyim
1991 İzel, Reyhan Karaca, Can Uğurluer - İki Dakika
1992 Aylin Vatankoş - Yaz Bitti
1993 Burak Aydos - Esmer Yarim
1994 1995 Arzu Ece - Sev
1996 Şebnem Paker - Beşinci Mevsim
1997 Şebnem Paker & Grup Etnik - Dinle
1998 Tüzmen - Unutamazsın
1999 Tuba Önal&Grup Mistik-Dön Artık
2000 Pınar Ayhan & Grup SOS - Yorgunum Anla
2001 Sedat Yüce - Sevgiliye Son
2002 Buket Bengisu & Grup Safir - Leylaklar Soldu Kalbinde
2003 Sertab Erener - Every Way That I Can
2004 Athena - For Real
2005 Gülseren - Rimi Rimi Ley
2006 Sibel Tüzün - Süper Star
2007 Kenan Doğulu-Shake It Up Şekerim
2008 Mor ve Ötesi - Deli
2009-Manga – We Could Be The Same
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)