Gökkuşağının altından geçerken...

Gökkuşağının altından geçerken...

30 Mayıs 2010 Pazar

AŞK DEDİĞİN SIRAT KÖPRÜSÜ, İKİ BİLET BİR KİŞİDE…

AŞK DEDİĞİN SIRAT KÖPRÜSÜ, İKİ BİLET BİR KİŞİDE…
12:23 30 Mayıs 2010

Ece Dorsay

ecedorsay@yahoo.com


Korkmadık yürüdük, alevlerin üzerinden geçtik. Her renge bulandık ve her rengi yarattık. İçimizde binbir dünyalar keşfettik biz aşktan korkmayanlar… Sonunda duvara çarptık çünkü korkakların duvarları kalındı. Önemli olan sonu değildi, yolculuğun kendisiydi. Neler öğrendik kendimiz hakkında neler, ne kadar büyüdük hem de ne kadar…Ne dünyaların kapılarını araladık kendi ruhumuzda ve korkak ruhlarda… Varış çizgisi önemli değildi çünkü yolculuğun kendisi güzeldi ve dışarıdan görünen değildi gerçekler yalnızca, tüm renk cümbüşü aslında içerdeydi. Yaratan kalbin içindeydi.
Yürüyen ölüler şehrinde canımızı yakmaya çalıştılar anlam veremeyenler. Gerçekleri göstermek adına aslında kendi kuru çöllerindeki boğulmalarını anlattılar. İçimizdeki diyarlar ve açmak istediğimiz kapıları sevilen bile göremedi. Hayran kaldı ama ürktü bu ihtişamlı iç dünyadan. Koşulsuzca seven birini ilk defa görmüştü çünkü. Yüreği ezilse de teslim oldu sistemin kurallarına ve asla kendini aramak için yolculuğa çıkma ve bavulunu toplama cesaretini gösteremedi. Burada kaybeden aslında bileti veren yani seven kalp değildi. Acı da çekse, seven kalp iki bilete sahipti. Biletlerden birini, tüm tutkusu, dürüstlüğü ve naif içtenliği ile özel sandığı kişiye uzattı ama bu kişi kendi içindeki çöl fırtınasından önünü göremeyecek haldeydi. Nerede kalmış seven kalbi görsün. Ezip geçmek, hor görmek, verilen sevgiyi kaale almamak hatta saymamak sadistçe bir erdemdi onun için.
Emek göstermek ve üçüncü gözü açmak çok az insana nasip olacak erdemlerdir. O yüzden sevilen kişi, basit ve küçük erdemlere sığındı. Erdem sandığı ucuz maskelerini taktı ve plastik silahlarını kuşandı. Sevendeki derinliği naiflikle karıştırdı. Algısı ancak buna yetiyordu çünkü… Seven kalp affetmeye devam etti inadına. Aptal durumuna da düşse, hor da görülse, gururu yerlerde de gezse onurlu bir aşıktı. Sevdiğine değil, kendi sevgisinin gücüne inanıyordu. Tam da bu yüzden onurlu bir aşıktı. Kendine ve aşka inanıyordu çünkü.
Değer yargıları egosuna bulanmış, kirli camından dünyaya bakan çıkarcı sevgi asalakları zaten onu anlayamazlardı. Varsın anlamasınlardı. O seviyordu dibine kadar. Hiç olmazsa kalbi atarak yaşıyordu hayatı. Kimin ne düşündüğü onu ırgalamazdı. Kadın, ona elini uzatıp sımsıkı tuttuğunda sevginin dilini konuşmayı bir kez olsun denemişti ama ucuz gururuna yenik düşüp hiçe saymıştı sonradan, o değerli an’ları. Seven kalp, gecenin sabaha vuran ilk ışıklarında uykusuz bir halde turuncu renk parlayan dolunaya bakıp Tanrı’ya dua etti. İnsanların gönlüne biraz şefkat koysun diye. Yeni yollar açma cesaretini kendinde bulsun ve bu fırsat ona verilsin diye… Paylaşmaktan ölesiye korkan zavallılar şehrinde, kendi gibi yürekli ve soylu insanları bulabilsin diye.
Milyon insanın milyon mikrobunu almaktansa, bir tanecik yürekli insanın bin rengini almak yeğdir her zaman. Aynı yolun erinin birbirini çekemediği çamurlu yollarda, aşkla müzik yapmak ve aşkla sevmek ne kadar az insana nasipmiş meğer diye düşündü. Eli telefona gidiyor ama cesaretinin cehaletle savruşturulacağını biliyor o yüzden susuyordu. Aktif bir sevgi bu dünyaya fazlaydı. Pasifçe sevmek ama aktif direnişini sanatla yapmak istiyordu artık.
Kor olmuş kalbi vardı. Yara izlerini göstermekten korkmayan deli çocuk olarak kalacaktı sonsuza dek. Yepyeni hislerin fay hattından geçmeye cesaret edemeyen delik deşik yürekler çoktan gömmüşlerdi kendi kalplerini. Oysa onun kalbi yara bere içinde de olsa, aşk için atıyordu. İnancını yitirmemenin tek yolu, kendi içindeki meleğin kanatlarına tutunmaktı. Dışarıda şeytanlarını kovalayanların tükürüklerine maruz kalmaya karnı toktu artık. Yaralı kanatlarının tozunu aldı. Sımsıkı tutundu onlara ve uçmaya devam etti, yürümeyi bile bilmeyenlerin arasında süzüldü tüm zarafetiyle….

26 Mayıs 2010 Çarşamba

Örovizyon Müzik Yarışması’nda Dil Ve Sentez Sorunu

Örovizyon Müzik Yarışması’nda Dil Ve Sentez Sorunu

Çarşamba, 26 Mayıs, 2010

Ece Dorsay


Senelerdir tartışılır: İngilizce şarkı ile mi katılmalı yoksa kendi ana dilimizi koruyarak Türkçe şarkı ile mi bu yarışmaya katılmalı diye. Hiç bitmeyen tartışma konularından biridir bu. Aslında bu tartışma Eurovizyon’dan da bağımsız bir konu idi eskiden: “Türkçe sözlü rock olamaz” diyen eski kafalılar vardı bir zamanlar. Türkçe sözlü rock duyduğunda, sözleri İngilizce zanneden insanlar halen var gerçi. Eski nesilden diyebiliriz belki nazikçe. Belki de müzik kültürüne uzak insanlar diye de adlandırabiliriz böyle algılayan insanları.

Açılımların da etkisiyle mi bilmiyorum ama şimdi de “Kürtçe sözlerle katılsak” önerileri artmış durumda. Bence eskiden de vardı bu talep ama sesler duyulmuyordu. Hangi dilde katılırsak katılalım en büyük handikapımız müzikaliteden ödün vermek olur bence. Ki senelerdir dünya standardlarında şarkılarla katılıyor oluşumuz sanatsal anlamda iyi işlerle katıldığımızı göstermiyor. Örovizyon standard’larına uyacağız diye garip bir sentez arayışına girdik. Fena sonuçlar da ortaya çıkmadı aslında. Genele göre son yıllarda oldukça başarılı şarkılara imza atıldı. Yine de müzikte kişilik, tavır, duruş arıyorsanız bu yarışmadan uzak durmak sağlıklı olur çünkü kimliksiz ve kişiliksiz müziklerin cirit attığı bir sirk ortamından söz ediyoruz bana sorarsanız. Sentez ve ülkenin kültürünün tanıtımı amacı altında yama gibi birbirine yapıştırılmış enstürman sound’ları ve olabilecek en bayat sözler, birbiri ardına geçiş töreni yapıyor adeta…

Çok otantik ve çok yerel bir işle katılmak da mümkün ama o zaman da yarışmanın sunduğu eğlence ruhuna ve global kültüre aykırı olduğu düşünülüyor. Tamamen batı sound’unda bir iş yapıldığında bu sefer ‘3. dünya ülkeleri’nin sanki kendi ezgilerinden bir note eklemezlerse, yüz kızartıcı olacakları baskısı var. Oysa benim düşüncem, ya çok otantik ve ülkeye özgü bir işle katılmak bir ferahlık katabilir ya da tamamen batıya dönük ve yüksek standardlarda bir işle.

İkisinin arası ortalama bir tat yakalamaya çalışıldığı zaman, samimi olma ihtimali azalıyor gibi geliyor bana. Çünkü sentez olayı çok zor bir iştir. Erkan Oğur gibi bir müzisyen değilseniz, yaptığınız sentez çok sakil durabilir.

Popüler kültüre baktığımızda ve Türk müzik kanallarını şöyle bir dolaştığımızda zaten yüzde doksan kimliksiz bir müzik var ortada. Türkiye’de çoğunluğa hitap eden rock patlaması denilen şey bile, biraz arabesk biraz blues katalım, distorsion’ları açalım, erkek vokalistin özgüveni tepelerde dolaşsın duruşundan ibaret. Elbette çok karamsar değilim ama samimiyet dediğimiz şey bu devirde çölde su aramak gibi…

Türkiye’de insan hakları ihlaline sıklıkla maruz kalan sözde azınlıkların marşı olacak veya duyarlılıklarını dile getirecek bir şarkı yapılıp bizi temsilen Örovizyon’a giderse o zaman belki bu gösteriş meraklısı ve sığ müziklerin içinde anlamlı bir etki bırakabiliriz.

Benim bahsettiğim etki, ilk 10’a girmek değil. Benim bahsettiğim etki, biraz olsun ufuk açmak, TRT denetiminden öteye giden bir söylem oluşturmak ve bu barışçıl ama devrimci söylemi tüm dünyaya inceden inceye haykırabilmek.

Eğer bu dediğim olmazsa, renkli gruplarımızın ve müziklerimizin sirke renk katmasından öteye gidemeyiz ve çok da ciddiye alınmayız. Diğer yabancı Pop Corn grupların bir yılda eskiyen şarkılarının arasında döner dururuz. Türkçe, İngilizce, Kürtçe hangi dilde olursa olsun yeter ki şarkı ve sound sahici dertleri incelikli ve didaktik olmayan biçimde dile getirsin…



17 Mayıs 2010 Pazartesi

HAYALET GEMİ DERGİSİNİN 10 YILLIK MACERASI

HAYALET GEMİ DERGİSİNİN 10 YILLIK MACERASI
13:41 16 Mayıs 2010

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

90’lı yıllarda edebiyat sularında gezen, gotik ve felsefik bir havası olduğunu düşündüğüm bir dergi vardı. Güzel insanların çıkardığı güzel bir dergiydi, bu yüzden kapatıldı sanırım. Bu ülkede her güzel iş tırmalanmak isteniyor çünkü. İnternetin yıkıcı olabilen gücü bazen büyük yararlar da sağlayabiliyor. Hayalet Gemi dergisinin tüm sayılarının web siteden yayımlanması gibi…
www.hayaletgemi.com sayfasında şöyle yazıyor; “Başka bir dünya olduğuna yemin edebileceğiniz o açık denizlerin gecesinden çıkıp gelen hayalet geminin sisli şehir caddelerinde, köy mezarlıklarının tarlalarla kesiştiği boşluklarda, çocuk parklarında ve kurgusu boşalmış lunaparklarda, sandalyeleri ters çevrilmiş meyhanelerde, okuyucuları çoktan yok olmuş kütüphanelerin ıssız koridorlarında gezindiğini mutlaka birileri fısıldamıştır kulağınıza. Hatta geceleyin birdenbire havlayan köpeklerin neden ürktüklerini o zaman hissetmişsinizdir. Ya da tüm bunlar uyku ile uyanıklık arasında yaşanan türden bir hayal...”
Tabii internet forumlarında her tür yaklaşım ve beyin mevcut. Hastalanmamak için uzak durmak gerekiyor. Hayalet Gemi dergisi için, “yıllarca azim ve sebatla çıkarak kendine özgü bir okur kuşağı yetiştirmeyi bile başarmış, kimselere benzemeyen dergi. Emeği geçenleri saygıyla selamlamak boynumuzun borcudur” yazarak hakkını veren de var. “Kendini çoktan yemiş tüketmiş bir derginin adı. Zaten miyadı dolmuş ve aynı filmi tekrar tekrar izlemekten gına gelmişti. İyi ki öldü. Fazla acı çektirmedi” gibi abuk sabuk yoırumlar yazanı da var. Zaten eksi sözlük gibi bir siteden derin bir yorum veya eleştiri beklememeli. Yüzeysel bir kesimin her şeyi yüzeyden gören ve yazarken kafaları yere çarpan, kıskançlık mayınlarının tarlası… Kuru bilgi tarlası da olabiliyor bazen ama hiç olmazsa şu entry biraz detay vermeyi başarmış künye niyetine de olsa: “Üniversite yıllarımda tanıdığım ve beni Murat Gülsoy, Elif Şafak, Ayfer Tunç, Yekta Kopan, Derya Erkenci, Balku... gibi birçok yazarla tanıştıran, sevdiren dergi. Tam istediğim dergiyi buldum dediğim anda bitti, sihir sona erdi gemi son kez terk etti limanı. Şimdilerde eski sayılarını indiriyorum sitesinden. Ama uzunca zamandır sitede yenilenmiyor. “
İnternet ahalisinin yorumları bu dergiyi daha değerli veya daha değersiz kılmıyor elbet. Bazı işler kendi değerini zaten duruşuyla kanıtlar. Hayalet Gemi de böyle dergilerden biriydi. Eşi benzeri bir daha çıkmadı veya çıkamadı. Trajikomik bir olay yaşanmıştı doksanlarda: Satanist gençler konusu medyayı bayağı meşgul eden bir malzeme olmuştu ve Siyaset Meydanı gibi programlarda bu derginin de satanist bir dergi olduğu filan sayıklanmıştı. Hem gülüp eğlenmiş hem de üzülmüştüm. Nasıl bir toplumun içinde düştük diye…
Sanat, edebiyat, felsefe sadece birer kelimeden ibaret bu sınırların içinde maalesef. Akademik düşünce de öyle. Sadece prestij amacıyla sarfedilen kelimeler hepsi… Dolayısıyla yazan, çizen, üreten ve farklı düşünen insan da linç ediliyor. Eksi sözlük’tekiler de aslında babalarının izinden gidiyorlar yani yeni fikirleri linç ediyorlar. Sanırım bu linç toplumunda güzel şeyler, duvarda yetişen bir çiçek gibi olmak zorunda: Dayanıklı ve gururlu…
Kibirli değil sadece gururlu… Sakız niyetine satılan degilere kalsın kibir ve parlak reklamlar… Müzikte de durum bundan farksız. Bu dergiye emek verenlere saygılarımı sunarım.

9 Mayıs 2010 Pazar

ROLLİNG STONE DERGİSİNE GÖRE ‘EN İYİ 100 GİTARİST’

ROLLİNG STONE DERGİSİNE GÖRE ‘EN İYİ 100 GİTARİST’
11:54 09 Mayıs 2010

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

Rolling Stone dergisi, okurlarının da oylarıyla, tüm zamanların en iyi 100 gitaristini seçmiş. Genelde bu tür oylamalar bana hep tehlikeli gelmiştir çünkü kaç kişinin oy verdiğini ve yaş grubunun kaç olduğunu asla söylemezler. Dolayısıyla ne tür zevklere hitap eden bir oylama olduğunu kestiremezsiniz. 13 yaş grubunun ağırlıkta olduğu dolayısıyla sadece son yıllardaki gitaristlerin ağırlıkta olduğu bir liste de olabilir. Rolling Stone dergisinin gitarist sıralamasında detayları boşverirsek çoğu gitaristin hakkı verilmiş gibi gözüküyor. Elbet modern gitaristlere biraz torpil var.
100 numarada Soundgarden gitaristi Kim Thayil var. Tuhaf akorları ve Led Zeppelin’e benzeyen retro sound’uyla oldukça yenilikçi bir gitarist denebilir kendisi için. Özellikle Mi telinin akordunu bozup işi iyice farklı yerlere götürdü.
96 numarada Ac/Dc gitariti Angus Young var. Yalnızca 3 basit akorla ne kadar çok sayıda fişek şarkı bestelenebileceğinin kanıtı olan grubun eğlenceli gitaristi kravatı ve şortuyla okuldan kaçmış bir deli imajını bu yaşta bile koruyor.
Benim için ise ilk 10’da The Cure’un kalbi ve beyni, bana jazzmaster gitarı sevdiren adam Robert Smith var. The Edge ile birlikte bir grubun kişilikli sound’u nasıl yaratılır, ispatlayan ve yaratan bir adam kendisi.
15 numaradaki Carlos Santana, Latin müziği elektrik gitarla dünyaya yayarak devrim yaratmış olsa bile kendisinde ve sound’unda bir türlü sevemediğim bir şeyler var. Sanırım bana biraz ‘piyasa’ geldi çaldıkları. Sanki biraz proje gitaristi gibi olduğunu hissettim hep şahsen. Ama yine de saygı duyduğum bir gitaristtir.
14 numarada vintage Fender gitarları parmaklarıyla çalan, alternatif blues yaptığını düşündüğüm hayran olunası gitarist Jeff Beck var. Kendisiyle çalmış olan bas gitaristi Randy Hope Taylor’dan Fender caz bas gitarımı satın almıştım.
12 numarada anti-gitar kahramanı Kurt Cobain var. Bir söz yazarı ve bestecinin, gitarist anlayışını değiştirebilmesi nadir görünen bir vakadır. Kurt Cobain olduğu gibi olarak, hem anti-imajıyla bir imaj yaratmış hem de başlı başına bir ekol yaratmıştır. Kurt’un gitaristliğini hor gören virtüöz takımına buradan diyorum ki: Gitaristlik, kendi sound’unu ve kişiliğini müziğe katmaktır, saniyede 20 nota çalmak değildir. Hız gösterisi ve birilerine benzemeye çalışmak hiç değildir. Kurt bence gitarist olarak açtığı yollar ile alkışı hak ediyor. Pixies grubundan ilham alması da eksi değil artı puan olarak müziğe geri dönüyor.
7 numarada, gerçek bir blues gitaristi var: Steve Ray Vaughan. Meşhur sunburst strat’ına 0.12 kalınlığında tel takan ve akordu biraz düşüren, bu sayede delice bend’ler yapan bir gitaristti. Bend, ara notaları yakalamak için blues gitarda çok kullanılan bir gitar tekniği. Gitaristlerin çoğunun artık aşina olduğu bir teknik.
Robert Johnson, Eric Clapton, B.B.King’de ilk 5’te. Özellikle Robert Johnson’ın değeri tartışılmaz. 1920’lerdeki hapishane kayıtlarında Missisipi Delta Blues tarzını öne çıkaran ve parmaklarıyla gitarı çalarken aynı anda şarkı söyleyen, 20 tane şarkı kaydı zar zor elde kalmış tarihi bir müzisyen. Zaten Eric Clapton, Keith Richards ve Jack White gibi gitaristlere ilham vermiş. Bu haftalık da gitaristleri andık. Burada ismi anılamayan binlercesine selam olsun.

2 Mayıs 2010 Pazar

Devrimci teorisyen Judith Butler Ülkemize Geliyor!

2 Mayıs 2010 Pazar
Birgün Pazar eki

Devrimci teorisyen Judith Butler Ülkemize Geliyor!

Queer kavramının savunucusu, devrimci akademisyen, Berkeley profesörü teorisyen Judith Butler 15 mayıs cumartesi günü Ankara’da konuşacak.

Keşke İstanbul’a da uğrasa ama ne yapıp edip dinlemek gerektiğini düşünüyorum. “Cinsiyet Belası” olarak Türkçe’ye çevrilen kitabını biz Boğaziçi Üniversitesi’nde İngilizce okumuştuk. Daha doğrusu çok değerli hocalarımdan biri bana bu kitabı önerip bir de ödev vermişti bu kitaptan. Makaleler çok ağır gelmişti. Bazısını defalarca okuduktan sonra ufkumun daha da açıldığını hissettim. Aslında kimlik politikalarını eleştiren Butler’ı anlayacak temelim vardı bu sebepten okurken şok yaşamadım. Tam tersine, kimlikler hakkındaki hislerimin bir akademisyenin teorilerinde daha sofistike ve bilimsel bir şekilde doğrulandığını gördüm adeta. Alıntılamam gerekirse : “Judith Butler gerek sosyal bilimleri, gerekse feminist kuramı derinden sarsan bir düşünür. Kadın kimliğini cinsellik üzerinden değil de “toplumsal cinsiyet” üzerinden tanımlayan feminizmin aksine Butler “kadın” kavramının kendisini sorunsallaştırmayı tercih ediyor. Zira toplumsal bir kurgu olduğu kabul edildiği hallerde bile “kadınlık” kavramı bir sabitlik, bir belirlenim, bir kalıplaşma içeriyor. Oysa cinsellik de, cinsiyet de iktidar ilişkilerinin günlük hayatta sürekli olarak yeniden içselleştirilmesini gerektiren birer performanstırlar. Hâkim normların güdümüyle tekrar tekrar ürettiğimiz kimlik rolleri, kimliğin asla sabitlenemediğine de işaret ederler. Kimlik siyasetlerine şüpheyle yaklaşan Butler, kadın olsun, eşcinsel olsun, kimliklerin hiç birinin özgürleştirici olamayacağını iddia ediyor. Bunların yerine normların sürekli olarak saptırılmasını içeren “queer” mantığını öneriyor. Ona göre queer bir kimlik değildir, her tür kimliğin saptırılması, yoldan çıkartılmasıdır.”
Beni üzen gerçeklerden biri, ülkemizde akademik ortamların henüz bu kadar devrimci olmaması. Hatta “kadın araştırmaları” gibi bölümlerde Butler gibi yenilikçi isimlerin esamesi okunmuyor. Sosyoloji bölümlerinde okuyan arkadaşlarımın, Butler gibi isimleri derslerde hiç işitmemeleri üzücü… Tıpkı Ginsberg gibi Beat şairlerini, okulda hiç duymamış olmamız gibi…
Daha kolay bir anlatımla : Lisede Orhan Veli dizeleri okuturlar ama Küçük İskender veya Can Yücel gibi daha sivri şairleri pek duymazsınız derslerde. Maalesef eğitim sistemi, temeli verirken farklı renkleri ve sesleri de eklemeyi unutuyor. Belki de böylesi işlerine geliyor bilemiyorum. Halbuki her tür fikre açıklık erken yaşta kazandırılan bir özelliktir. Böylesi ufuk açıcı düşünürleri öğrencilere okutmak, ilerde çok daha hoşgörülü ortamlarda yaşamamızı sağlayabilir. Ezberci ve sloganlaşmış bir eğitim sisteminden sıyrılmanın zamanı geldi de geçiyor. Hele de üniversitelerde bu bir zorunluluk çünkü üniversiteler araştırma ortamlarıdır. Öğrencilerin yeni fikirler üretmesi gereken, yeni teorilerin üretilmesi gereken ortamlardır ama halen lisenin bir devamı gibi bir halde olan çok üniversite var maalesef.

Konuyu eğitim sistemine getirmemin sebebi, Butler’ın akademisyen kimliği ve radikal gözüken fikirleri. Bir hocam sayesinde ne kadar ufkumun açıldığı…
Judith Butler’ın insan kimliğinin her zaman açık bırakılması yani belli kalıplara sıkıştırılmayı reddetmesi gerektiğini vurgulaması, etiketlere meraklı, - izm’ci bir dönemde hepimizi aydınlatan bir yolculuğa çağırıyor.” Kadın gibi, erkek gibi, kadınlar Venüs’ten, erkekler Mars’tan” gibi klişe benzetmelerden vazgeçmeyi öğrenmek gerekiyor. İnsan kimliğinin en büyük imkanlara ve bilinmezliklere açık olduğunu gösteren, kadın kimliğini feminizm bakışından öteye götüren Butler’ı şimdiden ayakta alkışlıyorum.

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com