Gökkuşağının altından geçerken...

Gökkuşağının altından geçerken...

30 Ağustos 2010 Pazartesi

YAZ SALATASI

YAZ SALATASI
21:10 29 Ağustos 2010

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com
“Bugün ne yazsam” telaşı her daim mevcuttur. Tanıdığım ilginç insanları, gördüklerimi anlatmak da pek tarzım olmadı bugüne kadar. Ama bazen de anlatasım geliyor, engel oluyorum hep kendime. Belki de hala defterime öyküler yazmayı seven biri olduğumdan, gazete yazılarımı başka türlü düşünüyorum. Olduğu gibi yaşamaktan korkmayan, her şeyi olduğu gibi göğüsleyen ve bana da her şeyi sorgulamayı bir kenara bırakmamı öneren bir ruh tanıdım. Delidolu, zıpır görüntüsünün ardında bir olgunluk ve sahici bir sevgi vardı. Dost gibi dost derler ya. İşte onların nesli tükendi sanıyordum. Gerçi bir elin parmağı kadar bulmuş gibiydim. Sanırım bir elin parmak sayısına yaklaşmamı sağlayacak bir dost sayısına yaklaşmış haldeyim. İyimser cümle kurdurtan az kişi vardır insanın hayatında. Bulunca da bırakmamak gerekir.
Bir yandan Dream Tv’ye röportaj verdim diğer yandan BirArtiBir dergisinden Murat Meriç ve Fırat Demir’e iki saatlik bir röportaj verdim. Yorgunluğuna değen işler olacak hepsi umuyorum ki. Bu yazı belki de böyle dağınık bir yaz yazısı olsun istiyorum. Epey serbest. Bazı gazetelerde ve light eklerinde çok serbest hatta Türkçeyi bozan yazılarla karşılaşıyoruz. Türkçeyi bozma çalışmaları ısrarla sürüyor bazı magazin köşelerinde. İyi Türkçenin dostumuz olduğunu tekrar fark edip acı bir gülümsemeyle yazıma dönüyorum.
Üst köşemde yazan sayfadaşım (kelime türetimi kervanına katılayım dedim!) Cemil Koz’a, güzel cümleleri için teşekkürler. Ufak atışmalarımız da olmuştu o askere gitmeden evvel ama bunlar güzel şeyler. Aynı ailenin mensupları olarak (BirGün ailesi) bir farkındalık yaratmamız güzel diye düşünüyorum. Gazete bayiine gittiğimde BirGün yerine Bugün verelim diyerek sırıtan gazete satıcılarına nasıl cevap versem bilemediğimden, gülümseyip geçiyorum.
Evet–Hayır referandum konusuna girmiyorum ama aklıma hep o program geliyor. Çocukken izlerdik: İzmir marşıyla geleceksiniz Mehter marşıyla gideceksiniz Doğru mu hatırlıyorum? Evet veya hayır diyen eleniyordu. Şimdi de böyle olsa ve Evet-Hayır’dan daha fazlasını söyleme hakkımız olsa. Ne iyi olurdu.
U2 konserine gidiyorum çünkü bunca sene gelmelerini bekledim. BirGün gazetesindeki ilk yazım U2’dan U dönüşü yazımdı. Epey tartışıldı: İnsan hakları ihlali diye mi gelmediler yoksa maddi nedenlerden mi diye. Sanırım Bono’dan dürüst bir açıklama alabilmek en sağlıklısı olurdu. Ayşe Arman’ın Bono ile sohbet ederek geçirdiği bir buçuk saati kıskandım mı? 10’lu yaşlarının sonlarındaki ve 20’lerinin başındaki Ece olsam çok kıskanabilirdim ama 2000’lerin Bono’su benim için eski halinden epey uzak. Elevation şarkısıyla gözümden epey düştüler ve zaten ben 90’ların, 80’lerin U2’sunda kaldım. 2000’leri de takip ettim ama asla o eski ateşi yakalayamadıklarına inanıyorum.
Kararlar alırken eş dost seslerini dinlemek insanı çok kez yanıltabiliyor. En güvendiğiniz iki dostu seçin ve sadece onların sözüne itimat edin ama son kararı gene de siz verin. Bunu bir de kendim uygulayabilirsem harika olacak. Sezgiler en doğru yargıç. Bu yazım, düşünce bulvarım oldu bu yaza dair… Daldan atladığım röportajımdan sonra bu yazı da üzerine iyi geldi bana. Ne de olsa dağınık ve “hayattan muaf” hissettiğimiz bir mevsim geçirdik ama benim için en verimli mevsim oldu: Klibimi müzik kanallarında ilk defa gördüğüm çılgın bir yaz mevsimiydi. İçimdeki inancın ve kıvancın tavana vurduğu bir yaz oldu ve inanıyorum ki bu bir başlangıçtı ve devamı bir çığ gibi büyüyerek gelecek. Yeter ki sevgi olsun, huzur olsun, dayanışma olsun, inanç olsun, etrafımda güzel ruhlar olsun. Kötüler elensin. Dost görünen düşmanlar kaçacak delik arasın. Seven ve sevilen ruhlar etrafımda derviş gibi dönsün. Bundan güzel bir temenni olabilir mi?

22 Ağustos 2010 Pazar

KÜRESEL ERİME, KÜRESEL İŞKENCE…

KÜRESEL ERİME, KÜRESEL İŞKENCE…
14:12 22 Ağustos 2010

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com



Ülkenin her köşesinde, herbimizi eriten ve buharlaştıran, nefes almamızı bile zorlaştıran, gece uyku uyutmayan, hayatı nerdeyse dar eden, dört mevsimimizin harikuladeliğini bizlere özleten bayıltıcı sıcaklar ve yüksek nem oranı acaba hangi sebeplerle ortaya çıktı? Yanardağ patlaması mı, küresel ısınma mı, deprem habercisi olarak mı, işte bunu kestiremiyoruz.
Tüm bilimsel acizliğimize rağmen küresel ısınmanın en muhtemel cevap olabileceğinin farkındayız. Esprili bir yazı olsun istiyordum ama sebep ve sonuçlara bakınca ne kadar espri katabilirim bilemedim.
İşte yumruk gibi çarpan bilgi : “Küresel ısınma en büyük etkisini 21. yüzyılda gösterecek. Dünyanın her yerinde küresel ısınmanın etkileri üzerine görüşmeler yapılıyor. Yıkıcı etkilerinin nasıl yavaşlatılabileceği konusunda araştırmalar yapılıyor. Küresel ısınmayla birlikte deniz seviyeleri yükselecek. 10 yıl kadar sonra geri dönüş mümkün olmayabilir. Sera etkisiyle de gezegenimiz günden güne yok oluyor. Gezegenimizin çevresini saran bir kalkan var.seo arama motoru optimizasyonuBu kalkan Nitrojen ve Oksijenden oluşuyor. küresel ısınmaBu kalkan CO2 (Karbondioksit) ve CH4 (metan gazı) sebebiyle zarar görüyor.”
Sebepler de hazin. Kullandığımız tüm teknolojinin bu gidişatta payı büyük. Özellikle arabalardan ve fabrikalardan yayılan gazlar, elektronik aletlerin yaydığı radyasyon, kullandığımız parfümler, biriktirdiğimiz çöpler, tükettiğimiz elektrik enerjisi gibi, yaşama lüksümüze boyut katan tüketim kültürü ve araçları bumerang gibi geri dönerek doğanın intikamı olarak bizi tüketebilir.
Peki bu korkunç gidişata engel olmak için ne yapabiliriz? Tüketimimizi azaltabiliriz. Ailede kişi başına bir araba düşmesini tercih etmeyebiliriz, toplu taşıma araçlarını tercih edebiliriz. Gerçi bu ülkede bu araçlar da farklı bir işkence. Bisiklet yolları neden yok? Bana kalsa heryere bisiklet ve yelkenli gibi ilkel ama bir o kadar güzel araçlarla gidilirdi. Havayollarında uçak dışında alternatif olmadığına göre seyahat için gemiyi tercih edebilirdik.
U2 gibi büyük grupların dünyayı kurtarmaya soyundukları turnelere lüks ve özel jet uçaklarıyla çıkıp, özel sahnelerinde tonlarca enerji tükettiklerini biliyor musunuz? Çocukken bilmezdim, onlara kurtarıcı gözüyle bakardım ama ne yazık ki hayranlıkla bakılan o eğlence sektörü, çok büyük bir çevre kirliliğine sebebiyet veriyor. Makyajın ardındaki kirli yüz misali. Küçümsenemeyecek kadar büyük sayılar harcanıyormuş bu sektör için. Sadece Las Vegas şehrinin, çok sayıda 3. dünya ülkesinin toplamı kadar enerji harcadığına şaşırmamak gerekli. Şaşırmamak ama engel olmak gerekli. Gerekli yerlere e-posta atarak sanırım.
Wikipedia’dan aldığım çözüm yollarını ekleyerek yazımı bitiriyorum:
Olası Çözümler ve Alınabilecek Önlemler Sera gazı salımını kontrol edecek günlük hayattaki bazı önlemler şöyle sıralanıyor: • Standart ampulü, tasarruf ampulü ile değiştirmek, yılda 75 kilogram (kg) karbondioksit tasarrufu sağlıyor. • Daha az araba kullanmak. Daha sık yürüyüp, bisiklet kullanmak ve toplu taşıma araçlarından daha çok faydalanmak. Araba kullanılmayan her 2 kilometre için 0,75 kg. karbondioksit tasarruf edilecektir.
• Otomobillerin hava ve yakıt filtrelerinin her zaman temiz olmasına dikkat etmek. Çok tozlu ortamlara yaptığınız yolculuklardan sonra mutlaka filtreler temizlenmeli. Kirli filtreler fazla yakıt harcanmasına yol açmaktadır. • Geri dönüşüme katkıda bulunmak. Evlerden çıkan çöplerin sadece yarısını geri dönüştürerek yılda 1200 kg. karbondioksit tasarrufu sağlanabilir. • Lastikler kontrol etmek. Düzgün şişirilmemiş lastiklerle litre başına alınan yol yüzde 3 oranında artar. Buradan sağlanacak her 4 litre benzin tasarrufu 10 kg. karbondioksiti atmosferden uzak tutar.
• Daha az sıcak su kullanmak. Suyu ısıtmak için çok fazla enerji kullanmak gerekiyor. Daha az su tüketen bir duş başlığı ile 175 kg, giysileri soğuk su ya da ılık suda yıkayarak da 250 kg. karbondioksit tasarrufu yapabilabilir
• Ambalajları fazla olan ürünlerden kaçınmak. Çöpü yüzde 10 oranında azaltarak 600 kg. karbondioksit tasarrufu yaptirir.
• Su ısıtıcısını ayarlamak. Isıtıcıları kışın 2 derece yukarı, yazın 2 derece aşağı ayarlamak. Bu basit ayarlamayla yılda 1000 kg karbondioksit tasarrufu yapilabilir. * Elektronik cihazları tamamen kapatmak. Evde ortalama 8 saat stand by konumunda bırakılan TV, DVD, müzik seti gibi elektronik cihazlar, yılda 450 kg karbon gazının atmosfere yayılması anlamına gelir.
• Her yıl en azından bir ağaç dikmek. Bir ağaç ömrü boyunca 1 ton karbondioksit emmektedir. * Özellikle ısınmada güneş enerjisi ile çalışan sistemlerin kullanılmak. Bu çok büyük tasarruflar sağlayacaktır. • Ormanlarda piknik yapmak yerine daha çok az ağaçlık küçük park ve bahçelerde piknik yapmak, orman yangınlarını engelleyecektir * Orman içlerinde yakıcı ve yanıcı maddelerle piknik yapılması engellemek. Orman içlerinde daha çok, önceden hazırlanmış yiyeceklerin tüketilmesine izin vermek.

15 Ağustos 2010 Pazar

BİR HARF ÖĞRETENİN KULU OLUNMUYOR ARTIK

BİR HARF ÖĞRETENİN KULU OLUNMUYOR ARTIK
13:41 15 Ağustos 2010

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

İki sene boyunca Marmara Üniversitesi ve İstanbul Teknik Üniversitelerinde öğretim görevliliği yaptım. Üniversite çağındaki genç insanlara İngilizce öğrettim. Çok büyük bir heyecan ve korkuyla başladığım bu meslek, korktuğum kadar zor gelmemişti önceleri. Ama sınıfta bitmeyen saatler bana lise yıllarımı hatırlatmıştı. Ağır okulların diplomasını almak için büyük emekler vermiş olan ben, yeni eğitim sistemi ve öğrencilerin bir önceki nesile yani bizlere oranla bile daha kayıtsız ve asi olmalarına şaşırmıştım. Elbette pırıltı dolu insanlar da tanıdım. Yaş farkı fazla olmadığı içi daha dostane ve esprili oldu bazen. Ben de lüzumsuz yere hiçbir öğrencinin hayatını zorlaştırmaya çalışmadım.
Ben genel olarak öğretmenlik mesleği adına üzüldüm. Maaşlar zaten dile gelmeyecek kadar trajik. Hele de kadrolu değilseniz yani Ales adlı sınavda ışık hızıyla bol matematik çözemediyseniz ve en yüksek puan alanların arasına giremediyseniz, KPDS adlı İngilizce sınavından 100 almanız fayda etmiyor. Kadrosuz 2 senemde üzerine para verip çalıştım desem yeridir. (Yola ve yemeğe giden masraf, maaşı geçiyordu nerdeyse) Özellikle Marmara Üniversitesi’ne gitmek için epey yol katettiğim düşünülürse, orada üzerine para verip çalıştım yani benim için gönüllü bir meslek oldu. Kızılay’da filan çalışmak gibi. Bir süreliğine tamam ama hayat boyu gitmezdi böyle. Üstelik içinizdeki sanat ve müzik ateşi sizi yakarken, öğrencilerin bazılarının umursamazlıkları, küstahlıkları, kadın ve genç olan öğretmenlere karşı haddini bilmez tavırları, pırıltılı ve zeki öğrencilerin bile örtemeyeceği külfetlerdi.
Yüzlerce kağıdı okurken ve sınavları titizlikle hazırlarken yani bunca emeğe rağmen kimi öğrenciyi mutlu etmek gene zordu. Şikayet etmeye programlı olanlar ile yüzünüzü güldürenler arasında sayıca fark vardı maalesef. Bir de müdüriyeti memnun etmek de ayrı bir sanattı. Öğretmenlerin nasıl bir sırat köprüsünde yürüdüklerini bizzat deneyimlemiş oldum.
Bu mesleği tutkuyla sevmiyorsanız, tatili bol diyerek bulaşmanızı önermem. Çoğu külfeti görmezden gelebilmek ancak çok sevmekle mümkün. Ben çok sevmedim. Bu da itirafımdır. Belki de yabancı dil öğretmek ve öğrenci profili bana çok hitap etmedi, bilemiyorum.
Okullar arası uçurumları da gördüm. Birçok da öğretmen tanıdım. Mesleğine aşık olanı da vardı, üfleye püfleye yapanı da vardı, tüm hıncını öğrencilerden alanı da vardı. Benim gurur duyduğum noktam, merhametim, soğukkanlılığım ve not konusundaki anlayışım oldu. Bol not vermekten gocunmadım. Çok merhametsiz ve bencil hocalar da gördüm ve hallerine üzüldüm. Saygımı hep korudum. Ne kadar birikimli de olsa, öğrenci psikolojisinden anlamayan ve tüm hıncını öğrenciden alan öğretmen ya da tüm bunları öğretmene yapan öğrenciler de vardı elbet. İnsana ve eğitim sistemine dair epey durum gördüm. Belki yazacağım öykülere malzeme olacak epey konu çıkar. Boğaziçi Üniversitesi’nde çok ağır ve disiplinli bir eğitimden geçtiğimizi çok daha iyi anladım. Zaten biliyordum aslında. Ama okullar arası da sistemlerin çok farklı olduğunu, eğitim felsefelerinin arasında dağlar olduğunu anladım. Profiller epey uçurumluydu. Hem öğretmen, hem öğrenci, hem çalışan profilleri.
Her şey bir yana, asi ruhumun bir süre sonra bunalması doğaldı. Müzik tarihi gibi heyecan duyduğum bir konu olursa belki her şey değişebilir, kimbilir. Elbette çok şey kattı bana öğretmenlik. Çok olgunlaştım ve sabırlı olmayı öğrendim. İnsanlarla baş etmeyi daha iyi kavradım. Türlü karakterin her zaman birbirinden farklı yorumlarına maruz kalınacağını, kurşun geçimez birine dönüşerek öğrendim ve örnek olduğum pırıltılı öğrencilerin sevgisine minnet duydum.

ECE DORSAY: SANATÇI, ALINAN SATILAN BİR ÜRÜN DEĞİLDİR

ECE DORSAY: SANATÇI, ALINAN SATILAN BİR ÜRÜN DEĞİLDİR
13:23 15 Ağustos 2010


8 SENE SONRA YENİ ALBÜMÜNÜ ÇIKARAN ECE DORSAY:
Sanatçı, alınan satılan
bir ürün değildir
Sanatçı olmanın imajdan öte kendine özgü olmaktan geçtiğini söyleyen Ece Dorsay, “Sanatçı, alınan satılan bir ürün değildir” diyor: “Tabuları yıkan, düşüncelerini söylemekten korkmayan ama tüm bunları
zarafetle yapabilen kişidir sanatçı. Tüm
renkleri arar gerçek sanatçı… Devrimi de burada yatar”
TACIM AÇIK

Sevin Okyay, Radikal gazetesinde Ece Dorsay için kaleme aldığı yazıda ‘Kendi seçtiği yolda gitmek’ başlığını seçmiş. Okyay’ın temas ettiği nokta hayli doğru: Ece Dorsay, ne hissediyorsa o.
Müzik piyasasına baktığımızda ise rock ya da alternatif müzik yaptığına inanan müzisyenler bırakın yeni ufuklar açmayı, kapıyı aralamaya bile cesaret edemiyor. Ve her yeni cesur iş karşısında ne yapacaklarını şaşırır hale geliyorlar. Dorsay’ın ‘aşk’ temalı videosuna verilen reaksiyon kısacası alternatif müziğin sicilini ortaya dökmüş gibi gözüküyor.
Aynı zaman da sinema eleştirmeni Atilla Dorsay’ın da kızı olan Ece Dorsay’ın cesaret çemberi videoyla aynı adı taşıyan albümde de kendisini gösteriyor. Günümüz müziği için demir leblebi sözler müzisyenin naif dünyasıyla siyah değilse beyazı reddediyor. Yeni albüm Kırmızı Karanlık ile üretimin bir takvime vurulmaması gerektiğine inanıyor. 8 sene önce çıkardığı ‘Kum Saati’ dolalı çok olsa da, Dorsay için zaman, yalnızca biraz daha olgunluk anlamı taşıyor.
Ses rengi, sözleri ve görüntüsüyle anaakımın aklını bulandırmaya devam eden Dorsay ne mutlu ki duruşundan taviz verme niyetinde olmadığını yine kendi sözleriyle açıklıyor: “Gerçek sanatçı tüm renkleri arar, devrimi de burada yatar…”

»Kum Saati’nden Kırmızı Karanlık’a 8 sene gibi hayli uzun bir süre geçti. İki albüme yansıyan duyguları ele alalım. 20’lerindeki Ece ile 30’ları karşılayan Ece arasında neler geldi gitti?
Tabii ki daha sakin ve kendimden daha eminim artık. İlk albüm zamanı yine inatçı bir tiptim ama tam olarak kendimi tanımıyordum. Müzikal anlamda 20’lerimde de çok doluydum ama duruşum ve tavrım konusunda biraz daha bilinçsizdim. 20’lerimin ortalarında çok daha fazla şey keşfettim hayat ve kendim hakkında. İçimde yaşadığım evrim ve devrimler şarkı yazarlığımda çığır açtı diyebilirim. Ama ilginç olan şu ki: Kum Saati’inde bestelerimin de bir kısmı halen çok taze geliyor bana. Sanki bugünler için yazılmış gibi bazısı. Adeta bir deja vu durumu…

»Kırmızı Karanlık baştan sona senin ilgilendiğin bir albüm. Yalnız hareket etmekle müzikteki yalnızlık birbirine paralel mi?
Benim için öyle oldu… Don Kişot gibi yalnız ilerledim. Bir bakımdan kendimi test etmiş ve dayanıklılığımı ölçmüş oldum ve bu yolda çok şey öğrendim. Bedeliyse biraz erken yorulmak ve saçları beyazlatmak ama hiçbir mücadele kolay verilmiyor. Müzikal anlamda her şey içime sinmiş oldu bu sayede. Sözler hele, gerçekten çok şiirsel ve cesur oldu diye seviniyorum. En başta kendi ruhumu doyurdum ve devrimimi haykırdım. Gerisi artık dinleyiciye kalıyor. Kalıcı işler yaptığıma inanıyorum.

»İki albüm arasına ‘Mor Rüya’ adlı lirik bir şiir kitabı sığdırdın. Kitapta şarkı sözlerinde olduğu gibi, oldukça lirik bir anlatıma yaslanmışsın. Peki, kâğıt üzerindeki lirizm ile şarkılardaki lirizmin ne gibi ortaklıkları ve farkları var?
Kâğıdı çok seviyorum çünkü müzikteki kadar engel yok arada. Müzikte, düzenlemek, kaydetmek, enstrüman çalanlar bir sürü insan girebiliyor işin içine ki ben gene de minimumda tuttum insanları. Yazmaksa o kadar özgürleştirici ki inatla öykü-deneme-köşe yazısı ve şiir yazmaya devam etmek istiyorum. “Naif ve yetkin bir dili var” demişti değerli Sevin Okyay. Çok onore oldum.

»Yine ‘Mor Rüya’ üzerinden konuşmaya devam edersek, şiiri içsel bir araç olarak kullananlardansın. Kendini ifade etmenin peşine bu kadar düşmende bir neden olmalı, belki de bir acı...
‘Sanatçı acı olmadan üretemez’ klişesi doğru galiba. Aslında ben acım tazeyken üretemem. Daha ziyade biraz küllenince ve uzaktan bakabildiğimde üretebilirim. Coşkusal haller daha çok işime yarayabiliyor. Kalbim parçalandığı an, yataktan kalkacak gücü zor bulanlardanım. Bir süre sonraysa kaleme sarılıyorum. Bir kadın olmak ve yüreği sevgi dolu olmak yeterince zorlaştırıyor hayatı. Güzellikler katsa da bireysellik çağında maalesef yalnızlık kol geziyor.

»Şiirlerinde Sylvia Plath’ın dünya karşısındaki yabancılaşmasına benzeyen bir durum söz konusu. Plath’ın, sanatındaki izlerinin belirgin olduğunu söyleyebilir misiniz?
Özellikle Plath’i örnek almadım ama modern şairlerin şehir yalnızlığı, farklı duruşları, anlaşılma çabaları ve ayrıksı dertleri sanırım bende de mevcut. Çok insancıl bir sevgiyle sarılıyorum işime ve insanlara ama maalesef bunun bedeli de çok yara almak veya reddedilmek olabiliyor çünkü anlaşılmak için özel insanlara ulaşabilmeniz gerekiyor öncelikle…

»Şiirde ve müzikte ya da daha da genelleştirirsek, sanatta kadın olmanın getirdiği farklı bir yoğunluk, yorum var mı?
Kadınlar veya erkekler gibi cinsiyetçi genellemeleri sevmesem de kadın olmanın zorlukları herkes tarafından bilinmekte. Kadın daha çetrefilli hislerle yaşıyor hayatı. Ötekileştirilen erkekler de öyle. Ama toplumda kadınlardan beklenen belli şablonlar var. Ev hanımı, erkeği taşıyan güç, çocuklara bakan, çile çeken, erkeğin gözüne hitap etmeye çalışan gibi bir sürü ağır rol kadına verilmiş. Biraz başına buyruk veya duyarlı olan kadın hemen linç edilebiliyor. Kadının kadına bakışı da aynı ölçüde zengin ve lirik. Böyle bir aşkın da kumaşı daha zarif olabiliyor. Ama ben ruhumda hem serseri bir erkek, hem kırılgan bir prenses hem de başına buyruk bir çocuk taşıyorum… Bu ruh zenginliğim de üretimime direkt yansıyor.

»Şarkıların lirikleriyle çok samimi ve kırılgan olsa da melodik düzenlemeler daha coşkulu ve hırçın. Melankoline dair melodilerden bir zırh ördüğünü söyleyebilir miyiz?
Aslında sözlerimde itirafçı tekniği de kullandım. Morrissey’in bazı şarkılarında kendisini dürüstçe eleştirmesi gibi mesela ‘Dibe Vurdum’un sözleri. Direkt kalbimi açmaktan korkmadan yazdım sözleri de. Karakterime sinen kadın ruhu ve yer yer kendini gösteren erkek ruhu sanırım hırçınlık, öfke ve naiflik, kırılganlık arasındaki gel-git’i sağlıyor. Öfkem, kin ile karıştırılmasın. Enerji veren ve varolan değerleri sorgulayan yapıcı öfkeyi severim. Rock ruhu da öfkesiz olmaz. Melankolim ağır bassa da bazen bir coşku ve öfkeyle bunu enerjiye çevirdiğim söylenebilir.

»Albüm tanıtım işleri nasıl gidiyor? Medya ile uzun süredir ilk defa bu kadar ilişki içerisindesin?
2002’de de ilk albümüm medyadan epey ilgi görmüştü. Bu sefer daha da fazla ilgi gördü Kırmızı Karanlık. Tanıtımda bir şikayetim yok ama keşke büyük şirketler farklı işlerin butik iş olabileceğine uyanıp, butik iş derken yani kalıcı prestij işi, sadece sayılarla ilgilenmeseler. Seçkin müzik yazarları tarafından anlaşılmak güzel. Naim Dilmener’den Murat Beşer’e gayet olumlu eleştiriler aldım.

»Kırmızı Karanlık’ın üretim sürecinde neler dinledin, okudun, hangi düşleri kurdun?
Kayıttan çok daha evvel Boğaziçi Üniversitesi İngiliz edebiyatı son sınıfta okurken Kırmızı Karanlık’ın ilhamı geldi bana. Özellikle o şarkı ve genel konsept olarak. Son senemde, bir yandan Shakespeare sonelerini okurken diğer yandan Edebiyat Eleştirisi dersinde Judith Butler gibi isimlerden ödev hazırlamak ve tabii içimde yaşadığım duygular hepsi birbirini tamamladı. NDS Fransız lisesindeyken okuduğumuz Baudelaire, Camus ve Sartre izlerini taşıyan ruhum Boğaziçi Üniversitesi’nde Virgina Woolf gibi isimlerle tanıştı. Allen Ginsberg ve Bob Dylan arasında parallelik kuran ve Amerikan Rüyası’nın yerle bir edilişini tema olarak alan bitirme tezim de üzerimde etki bıraktı.

»Burada ya da yurtdışında kadın şarkıcılara bakacak olursan neler söylemek istersin?
Kapitalizm maalesef tüm dünyada belli şablonların daha kolay öne çıkmasını sağlıyor çünkü fabrikasyon işler pompalanıyor her gün televizyonlardan. Ama batıda, en azından daha alternatif ve farklı oluşumlar da var ve bu müzik sektöründe de bağımsız şirketlerin doğmasına yol açıyor. Kendine özgü birçok kadın sanatçı ve özellikle son yıllarda ses rengi farklı olan kadın sanatçılar ana akıma da girdiler. Anastacia, Norah jones, Amy Winehouse, Amy Mcdonald gibi tok sesli birçok kadın piyasayı sardı 2000’lerde. Ben ilk albümü kaydederken dünyada bile henüz böyle bir akım yoktu. Tanita Tikaram’da ve Pj Harvey’de tıkanıp kalmıştı kadın şarkıcıların farklılığı… Türkiye’de Zerrin Özer’in rock versiyonu diyenler oluyor ama sanırım bir ilki başarmak üzereyim.

»İmkânın olsa kimlerle çalışmak isterdin? Bir sonraki albüme hangi duyguları katmak isterdin?
Yurtdışından çalışmak istediğim isimler çok. Perry Blake ile bir düet çok isterdim. Kendine özgü ve kaliteli müzik yapan gizemli bir şahsiyet. Eğer yaşasaydı Nina Simone ile şarkı söylemek isterdim. Annie Lennox ve Ani Difranco ile bir projede yer almayı çok isterim ilerde. Türkiye’den kimler olur zaman gösterecek.

»Tanınmış bir sinema eleştirmeninin kızı olarak, bir filmin müziğini yapma isteğin oldu mu? Hangi filmlerin müziklerini yapmak isterdin?
Hem de nasıl…Wim Wenders’in Million Dolar Hotel filminin soundtrack’ini yapmış olmak isterdim. Ötekileri anlatan ve daha 2000’lerin başında, ilk albümü bile yapmamışken, henüz ruhsal evrimleri geçirmemişken temasından etkilendiğim bir film. Türkiye’den ve dışarıdan sayılabilecek daha duyarlı yaklaşan isimlerimiz Fatih Akın, Çağan Irmak, Ferzan Özpetek gibi yönetmenlerle çalışmak isterdim.

»Kırmızı Karanlık videosu son zamanlardaki en cesur videolardan. Birebir sana gelen reaksiyonlar nasıl?
Beklediğimden çok daha olumlu reaksiyonlar aldım. Çok zarif bir klip olduğu kanaatindeyim. Çok hümanist bir şekilde verdik mesajı. Zaten sanatçı olmak, saçları boyamak ve imaj yapmak demek değildir. Sanatçı, alınan satılan bir ürün değildir. Kendine özgü olmaktan ve davranmaktan korkmayan, tabuları yıkan, düşüncelerini söylemekten korkmayan ama tüm bunları zarafetle yapabilen kişidir sanatçı. Tüm renkleri arar gerçek sanatçı… Devrimi de burada yatar…

12 Ağustos 2010 Perşembe

BAŞKA DİLDE AŞK VE MÜZİK

BAŞKA DİLDE AŞK VE MÜZİK
13:24 08 Ağustos 2010

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com


Az evvel biraz geç de olsa Başka Dilde Aşk filmini izledim. Filmde Boğaziçi Üniversitesi’nden sınıf arkadaşım ve başarılı oyuncu Saadet Işıl Aksoy’un olması elbet filmi daha fazla merak etmemi sağladı. The Smiths gecesindeki performansımı en önden izleyip alkışlarıyla bana destek olmuştu. Filmin ismi de, mesajı da beklentilerimin üstündeydi. Bir yandan sisteme karşı durmaya çalışan, çağrı merkezindeki ağır çalışma koşullarına karşı iş arkadaşlarını örgütleyen bir kahraman, diğer yandan toplum tarafından dışlanan ve kabul görmeyen zor bir ilişkiyi yaşamayı göze alan tutkulu bir kadın.
Saadet’ten beklediğim performansı bu filmde gördüm: Yılların oyuncusu gibi işinin hakkını bu filmde de fazlasıyla verdi. Gurur duydum. Tevazusunu hep koruyan, sağduyulu ve zeki bir arkadaşımın da böyle bir filmi alıp götürmesini beklerdim zaten ve beni yanıltmadı.
Hem toplumsal bir mesajı olması hem de şairane bir aşkı anlatması itibariyle değerli bir yapım olduğunu düşünüyorum. Mor ve Ötesi’nin şarkısı da filmin sonuna epey yakıştı. Büyük Düşler albümünden seçilmesi çok uygundu. Saadet’e torpil geçerken filmin en büyük oyuncusunu es geçmek istemem. Mert Fırat’ın inanılmaz performansı alkışa değer. Rolüne öyle bir gerçeklik katmış ki izlerken rol yaptığını unutuyorsunuz. Lale Mansur’un da filme renk kattığı ve koruyucu, şüpheci anne karakterini güzel oynadığını eklemek gerek. Filmde rolüne yakışan ama üzerine yapışan komik karakteriyle aklıma hep Bir Kadın Bir Erkek skeçlerini getiren Emre Karayel ise filme biraz da espri katıyordu. Filmin en gizemli ve gelecek vaat eden karakteri Tuğrul Tülek’ti. Adeta bir İngiliz filminden fırlamış Oscar Wilde gibi bir hava estirdi. Melodram tadındaki bu film mesajlarıyla, asi ruhuyla, oyunculuklarıyla sıradanlığın ötesine geçmeyi başarmış. Böylesine güçlü bir tema, yanlış koordinatlarla ve parametrelerin uyuşmamasıyla heba olma riski taşıyordu ama neyse ki olmamış aksine vurucu bir hal almış.

ERİTEN SICAKLARDA ERİYEN GRUP
Bu feci sıcaklarda 38 derece ateşlenmeyi başardım ve bizi yarı yolda bırakıp üzen davulcuya da anlayışla bakmayı bildim. Plak şirketi kuracakmış. Kendisine kolaylıklar diliyoruz bu engebeli yolda. Müzik şirketi kurmak kağıt üzerinde hep hoş gelir kulağa. Uygulaması biraz zordur. Bakalım yakın gelecekte neler olacak. Bir grubu birarada tutmak solo sanatçı için zordur. Sizinle aynı düşünceleri savunan müzisyen bulmak zaten imkânsızdır neredeyse ama hiç olmazsa severek çalan müzisyenleri bulduğunuza şükredersiniz. Gerçi sevginin bittiği, çıkarların başladığı çizgiler de çok hassastır. Dilerim sevgiyle devam eden müzisyenler ve yoldaşlar olur çevremde her zaman. Bu cümlelerim sitem değil aksine bir temenni. Sitem kısmı sadece davulcumuzaydı. Ama seçimine saygım sonsuz. Zamanlama biraz kötü olsa da. Başka dilde bir müzikal ruhu paylaşmak isteyen herkese kapım açık. Buradan da duyurmuş olayım.

2 Ağustos 2010 Pazartesi

İP ÜSTÜNDE YÜRÜRKEN KONAN SİNEKLER

İP ÜSTÜNDE YÜRÜRKEN KONAN SİNEKLER
13:11 01 Ağustos 2010

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

Bir ipin üstünde yürüyorum. Sesler var en çok. Ne dedikleri belli olmayan sesler…
Bazısı sahici, bazısı yalan, bazısı arada bir ziyarete gelip yüreğime su serpen, bazısı taa yüreğimin içinden gelen sesler. En çok da yüreğimin içinden gelen sesleri dinledim galiba.
En karanlık kuytulardan geçerken bile yüreğim el feneri oldu bana. Şimdi birden açtığım yoldan benimle yürümek istediğini sanan ama aslında enerjimi almaktan başka işe yaramayan bazı asalaklar çıktı karşıma. Tanıştığım çok değerli insanların yanında elbet böyleleri de olacaktı. Sahiden güzel kapılar açan ve dünyayı kendi boyalarıyla boyayan çok saygı duyduğum birçok insan tanıdım ve tanımaya devam ediyorum. Ama elbette en tehlikeli tür olanı dost görünen düşmanlar. Onlar birden çıkıveriyor ortaya. Onların da ortak özellikleri en zor zamanlarımda yanımda olmayıp birdenbire karşıma çıkan ve ortaya kendilerince ‘proje’ atanlar. Samimi değil, içten değil sesleri konuşmaları. Kir pas içinde. Bazen tahammül ediyor insan mecburen bir kapı açana ama genelde belli etmeden sizi huzursuz eden ve enerjinizi öldüren insanlar da var. İşte onlardan tamamiyle uzak durmak en doğrusu.
Bir bakışta anlaşılıyor amaçları. Kendi sinsi planlarına dahil olmanızı istiyorlar. Övgüleri bile sahte, yapmacık. İçtenliği olan insandan aldığınız elektrik farklı oluyor. Sahiden merhem oluyor yaralarınıza ve varlığı bile gülümsetiyor. Oysa diğerleri tamamen negatif hisleri besliyor ve her hareketi, her cümlesi zehir sunuyor. Öyle sinsice gizliyorlar ki alt metindeki planlarını yani kendi açlıklarını, size sanki bir tepside fırsat sunarmış izlenimi yaratıyorlar ilk başta. Sözlerini allayıp pullayıp kendini iyi sunanlardan korkmak lazım. İçleri çoğunlukla kof çıkıyor. Genelde beraber en iyi işleri yaptığım insanlar hep az konuşan ve bir şey ispat etmeye çalışmayanlar oldu. Ne bana yaranmaya çalıştılar ne de lüzumsuz muhabbetlere girdiler. Sürekli vaat verenler daha amatördü. Genelde yolun en başındakilerin ve gerçeklerden habersiz olanların, Kaf Dağı’nda yaşıyor olmaları ve akıl sormadan akıl vermeleri ne büyük tezattır. İşini iyi bilen ve uygulayan insanlardan ise hep pozitif elektrik almışımdır. Sadece hareket ederler ve lüzumsuz konuşmaz, manipüle etmezler. Manipüle etmeye çalışan ve bişeyleri sürekli empoze etmeye çalışan insanlarda ise çok fazla açık ve kaçık vardır. Uzak durunuz.
Galiba 2 tür insanı yakınlarda tutmalı insan : Birincisi ruhunuza merhem olan ve iyi enerji veren arkadaşları. Mutluluğunuza sahiden sevinen ve üzüntünüze sahiden üzülenleri. İkincisi de size gerçekten yeni yollar açabilen, ufku geniş ve işinde başarılı, en önemlisi hazımlı insanları. Prensipli, durduğu yeri bilen, diğerine saygılı, hoşgörülü, üslup bilen insanlar olmalı etrafınızda. Yerden gelip birden göğe çıktığını sanan hazımsızlardan, küstahlardan, fikirlerini faşistçe empoze edenlerden, kinci sitemkârlardan, kendini bilmeyenlerden, olmamışlardan ve geçmişini unutanlardan ise ışık hızıyla kaçmalı… İp üzerinde dengeli yürümek için birden gelip ısıran sineklerden itinayla korunmalı…