Gökkuşağının altından geçerken...

Gökkuşağının altından geçerken...

24 Ekim 2010 Pazar

Akademik Mastürbasyon mu? Devrimsel Adımlar mı? Kuir Konferansı

Akademik Mastürbasyon mu? Devrimsel Adımlar mı? Kuir Konferansı
Birgun Pazar Eki 24 Ekim 2010

Boğaziçi Üniversitesi’nde 21 ve 22 Ekim tarihlerinde düzenlenen Queer (Kuir – Lubunya) Konferansı, beden politikaları, trans kimlik, hegemonik dil, ataerkil toplum, biyolojik cinsiyet ile toplumsal cinsiyetin birbirinden bağımsız oluşu, heteroseksizm, militarizm, homofobi üzerine gençleri düşünmeye davet etti. Film gösterimleri de oldu. Aktivist yönetmen Aykut Atasay’ın, Esmeray’ın hayatından kesitler gösteren ve bizi onun dünyasına misafir eden kısa filmi yüreklere dokundu. Gözyaşları zor tutuldu. Melodram tadında filan değildi sadece Esmeray’ın kendi ağzından, yaşadığı gerçekliği anlatması yeteri kadar hazmedilmesi zor bir lokmaydı izleyenler için. Uğradığı tecavüz, yediği dayaklar, başına gelen birçok insanlık dışı olayı kendi ağzından dinlemekti belki hepimizi çarpan. “Ben kadınım” dedi. “Kuir ve trans gibi etiketleri sizler bana yakıştırarak üzerime yapıştırıyorsunuz” dedi. Haliyle, “ablamız” dedikleri Judith Butler’dan bahsedildi. Barışçıl bir dili olan Butler’ı kınayan bir konuşmacıyı ben pek anlayamadım. Biraz negatif bir enerji saçtı zaten genel konuşma tavrıyla. O konuşmacı dışındaki herkesin anlatımını ve üslubunu çok yapıcı buldum. Sadece kağıttan okuyan ama iyi niyetli bir akademisyene biraz bozuldu “transeksüel” olarak görülen iki dinleyici. Belki de bu tartışmalar da yapıcı idi çünkü farkındalığı arttırdı. “Transeksüel sesli” gibi bir benzetme sahiden de manasız diyerek tepki verdiler. Bu doğal tepki, hak verilmeyecek gibi değildi.

Kimisi, bu tür konferansların yalnızca akademik bir mastürbasyondan öteye gitmediğini ve sokağa ulaşmadığını savunsa da, yola bir yerden çıkmak gerektiğini düşündüm. Üniversitelerde bile bir çok homofobik insan olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla henüz sokaklara ulaşan bir konferans olmasa da, bir adım olarak ve bir bilinç oluşturması açısından cesur ve faydalı idi. Konusuna epey hakim insanlar yer aldı zaten. Biseksüellik, kadınlık ve feminizm biraz geri planda kaldı. Ana tema trans kimlikti. En insanlık dışı senaryoların yaşandığı bir düzende elbette onların söyleyecek çok sözü vardı.

Beni üzen, Kuir şemsiyesine çok negatif bakan bir konuşmacı oldu. Lüzumsuz bir terim olduğunu ve bunun da yakında içinin boşaltılacağını söyledi. Bense, ötekileştirilen her kimliği içine alan (Ermeni,Kürt,eşcinsel,biseksüel,kadın,transeksüel vesaire…) bu şemsiye terimi çok olumlu ve barışçıl buluyorum.

Sonuç olarak, iki tam gün süren bu konferanslar dizisi oldukça güzel ve gerekliydi. Elbette iki günde her şey değişmez ve elbette gelenlerin çoğu zaten bilinçli olarak geldiler. Kuir’ler birbirini ağırlar diyerek şikayet de edildi. Homofobik biri merak edip izlediyse belki bir bilinç kazanmıştır ama bu tür festivallerin ve konferansların varlığı bile hiç olmazsa görünürlük açısından ve farkındalık açısından yararlı. Sadece afişi gören ve okulda böyle bir konferansın varlığından haberdar olan biri bile, hiç böyle şeylerin esamesinin okunmadığı bir ortamdaki bilincinde kalmaz. Çok ağır ve akademik bir dil ağırlıkta olacak endişem vardı. İnsanlara tam ulaşamayan konuşmalar olursa diyordum. Hiç de öyle olmadı. Baudrillard’dan bahseden bir konuşma dışında (ki o konuşma da çok ilginçti : Hepimiz Sayborguz cümlesi aklımda kaldı.) gayet gündelik hayattan örnekler verildi. Toplumdaki önyargılar ve çelişkiler anlatıldı. Yaşanılan sıkıntılar paylaşıldı. Ailesel uçurumlar samimiyetle paylaşıldı. Kısacası, insanın ruhuna ve bilincine dokunan iki gün oldu. Sadece kuir’lik değil insanlık ve insaniyet kavramlarının da tartışıldığı, barışçıl ve samimi bir ortamdı.
Düzenleyenleri tebrik etmek lazım. Açılış konuşmasını yapan hocamız Işıl Baş’da, bu konulara olan samimi ilgisi ve akademik hayattaki aktifliğiyle iyi bir hoca örneğiydi.

Ece Dorsay
ecedorsay@hotmail.com

9 Ekim 2010 Cumartesi

Müzikaller ve Ben...

Müzikaller ve ben…
10 Ekim 2010 Birgun Pazar
Benim ve arkadaş çevremin tiyatro merakı maalesef sınırlıdır. İtiraf etmek gerekirse, Dvd jenerasyonu olarak, evin komforunda bir şeyler izlemeye alışmış haldeyiz. Bu sebepten eskisi kadar sinemaya bile gitmeyip (festivaller hariç) en nadide filmleri seçerek, evin sıcaklığında izlemek tam da bu mevsimin bizleri meyilli kıldığı hal. Tüm bunlara rağmen 2003 senesinde Londra’da müzik eğitimi görürken izlediğim müzikaller bende büyük bir etki bırakmıştı. Tiyatro ile müziğin birleşimi diyebiliriz kısaca bu forma.Tabii batıda ve özellikle Londra’da müzikallere ayrılan bütçe ve oyuncuların eğitimi o kadar belli ediyor ki kendini. Büyük bir şov’a tanık olmak ve birbirinden renkli karakterleri gerçek bir orkestra eşliğinde izlemek, arkadaki dekorun sürekli değiştiğini görmek rüya gibi olabiliyor. Film türü olarak müzikalden hoşlanmasam da, gerçek anlamda teatral bir müzikal izlemek bambaşka.

Londra’da çok meşhur Cats’e (Kediler) gidemedim ama Buddy Holly nin hayatını anlatan müzikal beni çok etkiledi. 60’ların arabalarını bile görebiliyorsunuz sahnede. Grease müzikalinde de aynı etkileyicilik vardı. Gencecik oyuncuların ustalığı, dansları görülmeye değerdi.Bir diğer etkilendiğim müzikal Queen grubunu anlatan, inanılmaz bir orkestrası olan, grubun gitaristi Brian May’in orkestrayı yönetip ortaya koyduğu müzikaldi. Tek handikap, biletlerin biraz pahalı olması ama çıkarken buna değdiğini anlıyorsunuz. Konserden çıkmış gibi oluyordum hem de vasat bir konser değil : Muazzam bir konser ve dans şovu bir arada oluyordu. Mama Mia adlı Abba müzikleri ile dolu olan şirin müzikali de gördüm. O da çok sürükleyici idi. Bir an bile sıkıldığımı veya saatime baktığımı hatırlamıyorum. Bu kadar mı sürükler? İmkanı olanın ne yapıp edip Londra’da müzikal izlemesi şiddetle önerilir. Dudak büktüğüm bu türe aşina oldum oralarda.

Ülkemize büyük reklamları yapılarak gelen Chicago müzikali ekibini izlemeye heyecansız gittim çünkü bize gelenlere karşı bir önyargım vardı. Sezgilerim hem doğru hem yanlış çıktı. Londra’da izlediklerim kadar etkilenmediğimi itiraf edeyim. Sebebi ise senaryonun yeteri kadar sürükleyici olmamasıydı. Daha doğrusu böylesine meşhur bir senaryonun, sahnede iyi işlenmemiş olduğunu düşündüm. Çok fazla içi boş sahne vardı. Erotik dansların da tadını kaçırmışlar ve her sahnede bir yapmacık eda ile çekiciliklerini gözünüze batırmaya çalışmışlar gibi geldi. Orkestra ise çok eğlenerek çaldı ama ne yazık ki fazla coşku ve duygu katamadılar diye düşündüm. Ömründe müzikal izlememiş biri için aslında fena şov değildi ama inanın, yukarıda saydığım müzikalleri izlemiş biriyseniz, bize gelen Chicago Müzikali sönük kalır.
(Özel isim diye şehir ismini İngilizce dilinde yazmayi tercih ettim. Bu konuda hassas olanlara duyrulur.)

Her şeye rağmen oyuncuların bitmeyen enerjisi, karizmaları, dansları, güzellikleri, oyundan aldıkları keyif, kıyafetleri görmeye değerdi. Beni en çok şaşırtan ise, oyunu her gece üst üste oynamak yetmiyormuş gibi bir de arada gündüz seansları eklemeleri oldu. Düşünün, iki saat boyunca dans edip teatral bir gösteri ve oyunculuk da sergiliyorsunuz ve bunu her gece yaparken bazı günler gündüz de yapıp rekor kırıyorsunuz. Aslında bu tempo, müzikal oyuncularının hayatında olağan bir program ama beni şaşırtmaya devam ediyor. Bir rock grubunun günde iki tane konser verip buna her gün devam etmesi gibi bir şey. Adrenalini de eklersek ne kadar “fit” kaldıklarını ve işlerine ne kadar büyük bir aşkla sarıldıklarını anlayabiliriz. Eminim ki bu başarılara ulaşmak için de çocuk yaştan başlayan bir fedakarlıklar zincirine bağlanmışlardır.Adeta sporcu gibi bir hayatları olduğuna şüphe yok..Dilerim ülkemizde bu tür müzikaller ve hatta daha iyileri bolca sahne alma imkanı bulurlar, İKSV salon’un açıldığına sevindiğim kadar güzel bir gelişme olur bu…

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

Sansür Son Hızıyla Devam Ediyor

Sansür Son Hızıyla Devam Ediyor
Birgun Pazar Eki - 3 Ekim 2010


Sansür son hızıyla devam ediyor. Ekranda flulaştırılmış sigaralara gözümüz her nasılsa alışmaya başlamıştı (!) Ben buna zorla dayatmak diyorum aslında çünkü alışılacak bir görüntü değil. Silahlar mafya dizilerini süslemeye devam ederken, sigara çok tehlikeliydi nedense.
Beri yandan Osman Sınav’ın, ismi mühim değil dizisindeki eşcinsel sahneye aldığı tepki dolayısıyla “o tip insanların ahlaksızlıklarını gösteriyoruz” demesi insan haklarına yeni bir darbe oldu. Bu kadar mı bilinçsiz bir çoğunluk var? Sağlık uzmanlarının bile eşcinselliğe hastalık demesiyle işler iyice çığrından çıktı. Böyle giderse sokağa çıkarken ne giydiğimiz, kimlerle gezdiğimiz bile birileri tarafından kontrol edilecek. Dünyanın en içe dönük hayatına sahip olan ben bile, özgürlüklerin kısıtlanmasından bu kadar rahatsız oluyorsam, etrafta çılgınlar gibi gezip “eğlenenlerin” vay haline! Şaka bir yana, bu sansür ve ahlak bekçiliğinin sonu nereye gider söylemeye dilim varmıyor. Demokrasiyi bir araç olarak görenlerin öngördüğü ve hedeflediği yere gitmesinden korkuyorum.

İnternet sansürü de senelerdir kapalı olan Youtube’e ve binlerce siteye yenisini ekleyerek Vimeo sansürü ile yeni darbesini vurdu. Başımızı kuma gömen bizler, tüm bunlara sessiz kalarak daha ne kadar gündelik hayatımıza devam edebileceğiz? Tüm dünya, teknolojiden sonuna kadar faydalanırken biz üçüncü dünya ülkelerin geleneğini bozmayarak içler acısı bir gerilemenin şahitleriyiz. Dünya son hızla teknolojik olarak ilerleyip manevi olarak gerilerken, tekonoljiyi durdurmak maneviyatı yükseltmeyecek sansürcü beyinler. Sizin maneviyatınız, ahlak kurallarını belirlemekten ibaret çünkü. İnsancıl bir maneviyat, fikir özgürlüğünü kapsar.
Paylaşma ve eleştiriye açık olma gibi erdemleri de… Sizin maneviyatınız din siyaseti üzerine kurulu diyesim geliyor bazen ama o zaman da kavramlar birbirine girer diye konuyu sansür kavramında bırakıyorum. Tabii ahlağın ne olduğunun sorgulanabildiği felsefe derslerinin yoğunlaştırılmasını öneriyorum Milli Eğitim Bakanı’na.

Gerçekten Ahlak Felsefesi düşünürüne göre değişebilecek bir kavram ve içerik. Bunun tek bir açıklaması ve “örf adetlere” sığan keskin sınırları yok. Elbette toplumun refahı için sınırsız olması beklenemez, örneğin bir katili temize çıkaramayız ya da çıkarmamalıyız ama iki tarafın da rızası olan türde cinselliğin bu kadar bastırılması ve kötü bir şey gibi gösterilmesi, kan davaları olan ve tecavüzlerle çalkalanan bir toplumda iki yüzlülük gibi duruyor.

İnternette ahlak bekçiliği daha da komik bir hal alıyor. Bu kadar kontrol edilemez bir ortamda faşist Hitler rolünü üstlenmek, web siteleri asıp kesmek yani kapattırmak, yasaklamak kafamızı kuma gömüp dünyadan bihaber yaşamaktan başka bir şey değil. Bir yandan maçlar ve evrensel müzik yarışmaları gibi her tür araçla ismimizi dünyaya duyurmak için can atan milliyetçi bir tarafımız var diğer yandan dünyaya karşı durup her şeyi halkına yasaklayan bir yönetimimiz. Bu yönetime gelen oylar da nereden ve nasıl geliyor o apayrı bir inceleme konusuna girer ve yazının amacını aşar.

Sansüre hayır demek için ne gerekiyorsa bugün yapmazsak ve susarsak, yarın öbürgün çok daha geniş çaplı ve sert sansürleri de sineye çekmek zorunda bırakılabiliriz. Bu da her birimizi kaosa sürükler. Dilerim bu sansürcü ve sözde ahlakçı zihniyet kendine çeki düzen verip, insan haklarına daha evrensel bir boyutta bakabilir veya taze beyinler ortaya çıkar…Umutlar ve çalışmalar her daim devam etmeli…

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com