ÇOLUK ÇOCUK – PATTI SMITH otobiyografisi
26 Aralık 2010 BirGun Pazar Eki
“Bir başyapıt, daha önce hiç açılmamış bir hazine sandığının içini görmek için ayrıcalıklı bir davet.” diyor, farklı filmlerin kendine özgü yıldızı Johnny Depp, Patti Smith’in otobiyografisinin arka kapağındaki tanıtım yazısında. Punk ikonu Patti Smith’in yolun başındayken ne kadar utangaç ve kararsız olduğunu görünce şaşıracaksınız diye bir cümle okudum tanıtım yazılarından birinde. Bu kitap bugün elime geçti. İştahla okuyacağım. Sepya rengi kapağıyla zaten en az Judith Butler’ın Cinsiyet Belası kitabı kadar (onun da kapağı sepya rengi ve iki kişi var kapakta) dikkat çekiyor. Patti ve yaşam dostu Robert’ın androjen halleri kapakta adeta parlıyor.
Patti Smith bir şair ve müzisyene dönüşürken, Robert Mapplethorpe kışkırtıcı tarzını fotoğrafa yönlendirecekti. Andy Warhol’un sürdüğü hüküm, New York sokakları, 1969’da yerleştikleri Chelsea Otel ve orada edindikleri iyi kötü şöhret sahibi ahbaplar, etkin sanatçılar, içine daldıkları yüksek farkındalık; şiir, rock and roll, sanat ve cinsel politika dünyalarının parladığı bir dönem.
Remzi kitabevi’ne kitabı orijinal ismiyle sordum ama Türkçesi vardı. Aslında ana dilinden okumaya niyetliydim ama dayanamadım ve çevirisini kapıverdim. Eğer doymazsam İngilizcesini de okurum bir çırpıda. Yeter ki gelsin. Oldum olası müzisyen biyografisi ve otobiyografi kitaplarını çok severim. Red Hot Chili Peppers grubunun solisti Antony Kiedis’in kendi hayatını anlattığı Scar Tissue (Yaralı Deri) kitabını çok sevmiştim. İngilizceden okumama rağmen kitap 4 günde bitmişti. İlgi duyduğum felsefik ve sosyolojik kitapları bile bu kadar hızlı okuduğumu hatırlamıyorum. Kurt Cobain’in hayatını anlatan kitap da çabuk bitmişti.
Bazı biyografik kitaplar sanatçının üzerinden para kazanmak için başkaları tarafından yalan yanlış bilgilerle donatılarak yazılır. Belli ki Patti Smith kitabı hiçbir ticari amaç gütmüyor çünkü kendi ağzından samimiyetle yazılmış. Göz gezdirdiğim kadarıyla epey vurucu bir kitap. Patti gibi samimi. Yaşadığı acıların derin izlerini taşıyor. Bazı kitaplar bir bakışta sizi içine alır. Bu da o kitaplardan biri işte. Belki de bana yol gösterdiği veya kendimden çok şey bulduğum için seviyorum müzisyen (oto)biyografilerini okumayı. Jeff Buckley’in hayatını anlatan ve yakın bir dostu tarafından yazılmış kitabı da orijinal dilinden okudum.
Tekrar okumayı planlıyorum.
Recep İvedik kılıklı ve ruhlu punker veya rocker geçinenlerin bol olduğu bir coğrafyada, rock müziğin ruhani, derin, felsefik, asi tarafını bize yaşatan ve hatırlatan gerçek müzisyenlerin yapıtlarına ulaşabilmek güzel. Patti Smith otobiyografisini Türkçeye çeviren Yiğit Değer Bengi’ye teşekkür etmek lazım.Çevirmenlerin isminin anılmadığı ülkemizde, bir kitabı ana dilinden kendi diline çevirmek, kitabı baştan yazmak kadar büyük bir sorumluluk ve emek…
Punk ruhunu, o asiliği ve öfkeyi, muhalif duruşu her zaman iliklerimde hissettim. Kurt Cobain’den Michael Stipe’a, PAtti SMith’den Pj Harvey’e…Beck bile indie punk’tır gözümde. Belki de rock değil punk demeliyim evet. 3 akor ve gerçekler… Tüm ihtiyacımız olan bu. Özellikle suyu çıkmış, ruhu ve insanlığı emilmiş bu devirde. Bu kitapla beraber Patti Smith belgeselini de izlemek güzel olur. Festivalde beni epey etkileyen bir dokümanter filmdi. İnsanlığa dair sorduğu sorular da gerçekten çarpıcıydı.
Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com
26 Aralık 2010 Pazar
22 Aralık 2010 Çarşamba
TEK KULLANIMLIK DOSTLUKLAR yani KÖTÜ ZAMANLAR
TEK KULLANIMLIK DOSTLUKLAR yani KÖTÜ ZAMANLAR
19 Aralık 2010 Birgun Pazar Eki
Eskiden dostluk dendi mi akla çok yüce bir kavram gelirdi. Akla gelmesi bir yana, gerçekten dostları vardı insanların. Dara düştüklerinde yanlarında olacaklarından emin oldukları bir yakınları her zaman olurdu. Yardım istediklerinde sorgusuz sualsiz karşılık alacaklarını bilirdi insanlar….Birlikte gezer tozar, an’ı paylaşır, yer içerlerdi. Sevgi ve saygı, her şeyden önce gelirdi. Sadece beraber iş yaptığınız insanlarla bile bir saygı ve hürmet çerçevesi vardı. Ya bugün ne var? Bugün artık herkesin bıyık altından gülebildiği, saman altından su yürüttüğü, vefa nedir bilmeyen, bir sırrını verdiğinde illa ki bir diğerine bunu fısıldayan, arkanızdan bir laf etmezse rahat etmeyen, işine gelince arayan (ki onu bile yapmayıp kendine dost diyenini gördüm.) işine gelmeyince telefonun ahizesini bile kaldırmayan insanlar doldu etraf. Artık bir çıkarı, bir beklentisi veya can sıkıntısı yoksa bir insanın koşulsuzca sizi aramasını beklemeyin. Arayanı varsa ne mutlu size. Nadir de olsa böyle dostlar da çıkabiliyor ama çoğunlukla fark ettiğim, en masumu bile iyi vakit geçirmek için arayabiliyor. Kardeşler bile günümüzde yakın olamazken, nerede kalmış bir yabancının sizi desteklemesi… Gerçi her zaman inanırdım : İnsan kendi kardeşlerini kendi bulur. Bulur bulmasına da, çölde iğne ararken şansı varsa bulur. Bulmak da yetmez sürdürebilmektir en mühimi. Üç günde suyu kaynar arkadaşlıkların.Önce büyük bir heyecanla sırlar dökülür (ki en büyük hata da iyi tanımadan hemen kendini açmaktır.) ve ertesi gün bakarsınız o insan yelken açmış başka diyarlara. Veya en ufak kavgada hemen tabanları yağlamış. Bu kadar mı ucuz dersiniz dostluklar? Bu kadar mı ucuz artık insanlar? Bu kadar mı şartlı ve beklentili arkadaşlıklar? Birbirini tanımak için zaman ve imkan bile yaratılmaz. An’lık bir vakit geçirme veya dert dökme aracıdır sadece dost… Çabucacık sıkılır insanlar birbirlerinden. Tahammül sınırlarının ne kadar azaldığı, boşanma oranlarından da belli değil mi? Aileci, statükocu bir yapıyı savunmuyorum elbet. İsteyen yalnız yaşamayı seçebilir pekala. Sadece eski zamanlara oranla günümüzde her şeyin hızla tüketildiğini ve insan ilişkileirnin zayıfladığını görüyorum.
İnternet sayfalarından, sosyal paylaşım ağlarından (twitter – facebook gibi) bir merhaba, ne haber demek yetiyor işin hazin tarafı. İnsanlar bırakın buluşmayı-görüşmeyi, birbirine telefon açmaya ve nasılsın kelimesini kullanmaya bile yeltenmiyor artık. Gözlemlemek ne kelime, hepimizin birebir yaşayıp da itiraf etmediği şeyler bunlar.
Neyse ki 1979 doğumlu bir nesle mensup olarak kendimi 80 sonrası nesilden daha şanslı görüyorum. Teknoloji ile haşır neşiriz ama televizyonun tek kanallı olduğu zamanları da hatırlıyoruz. İnternetsiz hatta bilgisayarsız ve hatta cep telefonsuz zamanları iyi biliyoruz. Bazen o zamanlara dönmek istiyorum. Ama bu yaş ile…Yani 30’larımda olup da internetin olmadığı zamanlara... Aslında internet, bilgi almak ve global anlamda iletişim kurabilmek için çok faydalı oldu ama beri yandan tüm bu sosyal paylaşım siteleri bizleri esir aldı. Bir sürü tanıdığım insan artık telefon bile açmayıp yalnızca internet sayfasından mesaj atabiliyor.. Bir sonraki nesil e-posta’yı bile özleyecek. O bile daha samimiydi çünkü kişisel e-posta’lar iç dökme aracı olarak en azından bir satırı geçebiliyordu. Şimdiyse Facebook ve Twitter status’lerinde 2-3 satırdan ibaretiz. Eski mektuplaşmaları hatırlatmıyorum bile, renkli zarflarım hala kenarda durur.
Baştan sona bir albümü defalarca dinlemek güzeldir şimdiyse insanlar bir şarkının mp3’ünün başını dinleyip bir sonraki şarkıya geçiyorlar. Sıkıldılar mı mp3 çalarlarının hafızasını silip baştan yükleyebiliyorlar. Evet gülmeyin ama öyle insanlar tanıdım ki sıkıldığı şarkıları saklamak yerine siliyor tamamen yer kaplamasın diye. Yönetmen olmak isteyen bir genç, çektiği görüntülerin ham hallerini silip görüntüleri yalnızca mp4 gibi düşük kalite bir internet formatı olarak saklamak isteyebiliyor. Arşivcilik zaten bitik, portfolyo yaratmak ise angarya olarak görülüyor adeta.
Dostluktan geldiğim yer bu : Materyalizm her şeyi ezdi geçti. Artık dostluklar bile satılık…
Veya bir içimlik. Kullan at psikolojisi…80 sonrası doğanların hali ise daha hazin…
Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com
19 Aralık 2010 Birgun Pazar Eki
Eskiden dostluk dendi mi akla çok yüce bir kavram gelirdi. Akla gelmesi bir yana, gerçekten dostları vardı insanların. Dara düştüklerinde yanlarında olacaklarından emin oldukları bir yakınları her zaman olurdu. Yardım istediklerinde sorgusuz sualsiz karşılık alacaklarını bilirdi insanlar….Birlikte gezer tozar, an’ı paylaşır, yer içerlerdi. Sevgi ve saygı, her şeyden önce gelirdi. Sadece beraber iş yaptığınız insanlarla bile bir saygı ve hürmet çerçevesi vardı. Ya bugün ne var? Bugün artık herkesin bıyık altından gülebildiği, saman altından su yürüttüğü, vefa nedir bilmeyen, bir sırrını verdiğinde illa ki bir diğerine bunu fısıldayan, arkanızdan bir laf etmezse rahat etmeyen, işine gelince arayan (ki onu bile yapmayıp kendine dost diyenini gördüm.) işine gelmeyince telefonun ahizesini bile kaldırmayan insanlar doldu etraf. Artık bir çıkarı, bir beklentisi veya can sıkıntısı yoksa bir insanın koşulsuzca sizi aramasını beklemeyin. Arayanı varsa ne mutlu size. Nadir de olsa böyle dostlar da çıkabiliyor ama çoğunlukla fark ettiğim, en masumu bile iyi vakit geçirmek için arayabiliyor. Kardeşler bile günümüzde yakın olamazken, nerede kalmış bir yabancının sizi desteklemesi… Gerçi her zaman inanırdım : İnsan kendi kardeşlerini kendi bulur. Bulur bulmasına da, çölde iğne ararken şansı varsa bulur. Bulmak da yetmez sürdürebilmektir en mühimi. Üç günde suyu kaynar arkadaşlıkların.Önce büyük bir heyecanla sırlar dökülür (ki en büyük hata da iyi tanımadan hemen kendini açmaktır.) ve ertesi gün bakarsınız o insan yelken açmış başka diyarlara. Veya en ufak kavgada hemen tabanları yağlamış. Bu kadar mı ucuz dersiniz dostluklar? Bu kadar mı ucuz artık insanlar? Bu kadar mı şartlı ve beklentili arkadaşlıklar? Birbirini tanımak için zaman ve imkan bile yaratılmaz. An’lık bir vakit geçirme veya dert dökme aracıdır sadece dost… Çabucacık sıkılır insanlar birbirlerinden. Tahammül sınırlarının ne kadar azaldığı, boşanma oranlarından da belli değil mi? Aileci, statükocu bir yapıyı savunmuyorum elbet. İsteyen yalnız yaşamayı seçebilir pekala. Sadece eski zamanlara oranla günümüzde her şeyin hızla tüketildiğini ve insan ilişkileirnin zayıfladığını görüyorum.
İnternet sayfalarından, sosyal paylaşım ağlarından (twitter – facebook gibi) bir merhaba, ne haber demek yetiyor işin hazin tarafı. İnsanlar bırakın buluşmayı-görüşmeyi, birbirine telefon açmaya ve nasılsın kelimesini kullanmaya bile yeltenmiyor artık. Gözlemlemek ne kelime, hepimizin birebir yaşayıp da itiraf etmediği şeyler bunlar.
Neyse ki 1979 doğumlu bir nesle mensup olarak kendimi 80 sonrası nesilden daha şanslı görüyorum. Teknoloji ile haşır neşiriz ama televizyonun tek kanallı olduğu zamanları da hatırlıyoruz. İnternetsiz hatta bilgisayarsız ve hatta cep telefonsuz zamanları iyi biliyoruz. Bazen o zamanlara dönmek istiyorum. Ama bu yaş ile…Yani 30’larımda olup da internetin olmadığı zamanlara... Aslında internet, bilgi almak ve global anlamda iletişim kurabilmek için çok faydalı oldu ama beri yandan tüm bu sosyal paylaşım siteleri bizleri esir aldı. Bir sürü tanıdığım insan artık telefon bile açmayıp yalnızca internet sayfasından mesaj atabiliyor.. Bir sonraki nesil e-posta’yı bile özleyecek. O bile daha samimiydi çünkü kişisel e-posta’lar iç dökme aracı olarak en azından bir satırı geçebiliyordu. Şimdiyse Facebook ve Twitter status’lerinde 2-3 satırdan ibaretiz. Eski mektuplaşmaları hatırlatmıyorum bile, renkli zarflarım hala kenarda durur.
Baştan sona bir albümü defalarca dinlemek güzeldir şimdiyse insanlar bir şarkının mp3’ünün başını dinleyip bir sonraki şarkıya geçiyorlar. Sıkıldılar mı mp3 çalarlarının hafızasını silip baştan yükleyebiliyorlar. Evet gülmeyin ama öyle insanlar tanıdım ki sıkıldığı şarkıları saklamak yerine siliyor tamamen yer kaplamasın diye. Yönetmen olmak isteyen bir genç, çektiği görüntülerin ham hallerini silip görüntüleri yalnızca mp4 gibi düşük kalite bir internet formatı olarak saklamak isteyebiliyor. Arşivcilik zaten bitik, portfolyo yaratmak ise angarya olarak görülüyor adeta.
Dostluktan geldiğim yer bu : Materyalizm her şeyi ezdi geçti. Artık dostluklar bile satılık…
Veya bir içimlik. Kullan at psikolojisi…80 sonrası doğanların hali ise daha hazin…
Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com
Eski Bisikleti Sürdüm Rüzgara Karşı…
Eski Bisikleti Sürdüm Rüzgara Karşı…
12 Aralık 2010 Birgun Pazar Eki
Arabasız insanın azaldığı bir çağda inatla araba almadım. İstanbul’da araba kullanmak epey yorucu. Siz iyi kullansanız da etrafınızdakiler şehir ormana çevirmiş vaziyette. Cip (jeep) leriyle güç gösterisi yapan ve kendini güvende hisseden sürücüler de var yetmezmiş gibi. Çocukken motosiklet fotoğrafları biriktirirdim. Özellikle birbirinden renkli gözüken dağ motosikletlerinin görüntüsüne bayılırdım. Gidip oyuncak motosiklet bile almıştım. Yeşil fosforlusunu biblo olarak masama koyardım. 11 yaşımda filan bir kaza gördükten sonra motosiklete olan ilgimi kaybettim. Yine de görüntü olarak sevmeye devam ettim. Chopper ve Harley tipi motosikletlerin Easy Rider filmindeki asi havası bile insana ilham veriyordu. Motosiklet sevdam sadece bir görüntüden ibaret olarak kaldı. Bu şehirde o da riskliydi.
Bisiklet deseniz, Büyükada gibi yerlerde çocukken epey binmişliğim vardı. Ama genelde mahalle aralarında gezer çok uzaklara tur yapmazdım. Gidilen yerde kiralamak mantıklıydı. Bir de kaykay merakım vardı ki asla gerçekleşmedi o da. Sanırım sörf ve kaykay gibi sporlar sadece izlemek için güzeldi. Scooter alsam bari dediğimde ailem ondan da korktu. Peki dedim.
Bisiklet almakta inat ettim. Birçok mağaza gezdim. Dağ bisikleti almam konusunda ciddi bir ısrarla karşılaştım. Tüm mağazacılar el birliği ile beni dağ bisikletine yönlendirmek istiyordu. Oysa ben taksiye sığabilecek, istediğim yere götürebileceğim, asansöre dahi sığabilecek pratik ve ufak bir şey hayal ediyordum. Volkswagen isteyen birine Cip (Jeep) dayatılmasına benziyordu durumum. Bir bisiklet forumuna üye olup derdimi anlattım.
Bana katlanan bisikleti önerdiler. Önce saçma ve amatör bir şey zannettim. Aklımda akrobasi için binilen ama ufak ve cool duran BMX’ler vardı benim. Gidip gördüm ki BMX türü bisikletler gerçekten çok ağır ve ufak. Ayakta binip sıçrayışlar yapmak için.
Türlü dükkana girip türlü şey öğrendikten sonra kendimi Beşiktaş’ta buldum. Bike and Outdoors adlı bir mağazada. Daha evvelinde Ortaköy’deki Delta mağazasından almaya niyetlenmiştim ki orada Tolga adlı bir mağazacı felaket bir tavır takındı. Hiçbir bisiklete dokunmama dahi izin vermedi ve bana bir düşman muamelesi yaptı ki anlaşılan Ortaköy Delta ve oradaki Tolga denilen ve öğrendiğim kadarı ile bisiklet bilgisi-sevgisi olmayan, mağazacılıktan gelen (ki onu da öğrenememiş) yabani adam, mağazayı da kendini de küçük düşürdü. Oysa ilk girdiğim TREK bisikletleri satan mağazada çok sıcak karşılandım ve senelerini bu işe vermiş bir adamdan bir sürü bilgi aldım. Ortaköy’de son uğradığım yer olan Kaçkar Bisiklet’te ise sanırım Zafer adlı biri vardı ve bisiklete aşık bir insandı. En az bir saat bilgi verdi ve şehir bisikleti ile dağ bisikletinin farkını uzun uzun anlattı. Hatta bazı bisikletleri demonte edip birçok ayrıntı gösterdi. Maalesef orada aradığım katlanır bisikletin ucuz modeli yoktu. Trek’e telefonla danışarak Beşiktaş’ın yolunu tuttum ve dağ bisikleti al ısrarlarına inat Dahon marka 7 vitesli bir şehir bisikleti aldım. Katlanır olması bir yana. Katlanmadan bile asansöre ve taksinin arka koltuğuna sığdı. Toplu taşıma araçlarına da sığar haliyle.
Üst üste yazılarımda bahsetmiş gibi olmak istemem ama 6 Aralık Hayal Kahvesi konserim sandığımdan bile daha güzel geçti, epey insan geldi ve kaliteli bir kitleydi. Oyuncu, Nilüfer Açıkalın ve gitarist Cem Köksal’ı seyircilerin arasında gördüm. Elbette mutlu oldum. Bir dahaki konserim 6 Ocak Peyote’de. Tek başıma çalmak bana epey keyif verdi. Teknoloji merakım şunu öğretti : Grup elemanları ile uğraşmak teknoloji ile uğraşmaktan daha zor. Şu an peşinde olduğum post folk tarzımdan ve sound’dan epey memnunum. Sanırım beni üzen ve yoran, her şey iyiyken sırıtarak, işler belirsiz iken ortadan kaybolan kimi ilgisiz müzisyene de kapak olmuştur bu konser.
Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com
12 Aralık 2010 Birgun Pazar Eki
Arabasız insanın azaldığı bir çağda inatla araba almadım. İstanbul’da araba kullanmak epey yorucu. Siz iyi kullansanız da etrafınızdakiler şehir ormana çevirmiş vaziyette. Cip (jeep) leriyle güç gösterisi yapan ve kendini güvende hisseden sürücüler de var yetmezmiş gibi. Çocukken motosiklet fotoğrafları biriktirirdim. Özellikle birbirinden renkli gözüken dağ motosikletlerinin görüntüsüne bayılırdım. Gidip oyuncak motosiklet bile almıştım. Yeşil fosforlusunu biblo olarak masama koyardım. 11 yaşımda filan bir kaza gördükten sonra motosiklete olan ilgimi kaybettim. Yine de görüntü olarak sevmeye devam ettim. Chopper ve Harley tipi motosikletlerin Easy Rider filmindeki asi havası bile insana ilham veriyordu. Motosiklet sevdam sadece bir görüntüden ibaret olarak kaldı. Bu şehirde o da riskliydi.
Bisiklet deseniz, Büyükada gibi yerlerde çocukken epey binmişliğim vardı. Ama genelde mahalle aralarında gezer çok uzaklara tur yapmazdım. Gidilen yerde kiralamak mantıklıydı. Bir de kaykay merakım vardı ki asla gerçekleşmedi o da. Sanırım sörf ve kaykay gibi sporlar sadece izlemek için güzeldi. Scooter alsam bari dediğimde ailem ondan da korktu. Peki dedim.
Bisiklet almakta inat ettim. Birçok mağaza gezdim. Dağ bisikleti almam konusunda ciddi bir ısrarla karşılaştım. Tüm mağazacılar el birliği ile beni dağ bisikletine yönlendirmek istiyordu. Oysa ben taksiye sığabilecek, istediğim yere götürebileceğim, asansöre dahi sığabilecek pratik ve ufak bir şey hayal ediyordum. Volkswagen isteyen birine Cip (Jeep) dayatılmasına benziyordu durumum. Bir bisiklet forumuna üye olup derdimi anlattım.
Bana katlanan bisikleti önerdiler. Önce saçma ve amatör bir şey zannettim. Aklımda akrobasi için binilen ama ufak ve cool duran BMX’ler vardı benim. Gidip gördüm ki BMX türü bisikletler gerçekten çok ağır ve ufak. Ayakta binip sıçrayışlar yapmak için.
Türlü dükkana girip türlü şey öğrendikten sonra kendimi Beşiktaş’ta buldum. Bike and Outdoors adlı bir mağazada. Daha evvelinde Ortaköy’deki Delta mağazasından almaya niyetlenmiştim ki orada Tolga adlı bir mağazacı felaket bir tavır takındı. Hiçbir bisiklete dokunmama dahi izin vermedi ve bana bir düşman muamelesi yaptı ki anlaşılan Ortaköy Delta ve oradaki Tolga denilen ve öğrendiğim kadarı ile bisiklet bilgisi-sevgisi olmayan, mağazacılıktan gelen (ki onu da öğrenememiş) yabani adam, mağazayı da kendini de küçük düşürdü. Oysa ilk girdiğim TREK bisikletleri satan mağazada çok sıcak karşılandım ve senelerini bu işe vermiş bir adamdan bir sürü bilgi aldım. Ortaköy’de son uğradığım yer olan Kaçkar Bisiklet’te ise sanırım Zafer adlı biri vardı ve bisiklete aşık bir insandı. En az bir saat bilgi verdi ve şehir bisikleti ile dağ bisikletinin farkını uzun uzun anlattı. Hatta bazı bisikletleri demonte edip birçok ayrıntı gösterdi. Maalesef orada aradığım katlanır bisikletin ucuz modeli yoktu. Trek’e telefonla danışarak Beşiktaş’ın yolunu tuttum ve dağ bisikleti al ısrarlarına inat Dahon marka 7 vitesli bir şehir bisikleti aldım. Katlanır olması bir yana. Katlanmadan bile asansöre ve taksinin arka koltuğuna sığdı. Toplu taşıma araçlarına da sığar haliyle.
Üst üste yazılarımda bahsetmiş gibi olmak istemem ama 6 Aralık Hayal Kahvesi konserim sandığımdan bile daha güzel geçti, epey insan geldi ve kaliteli bir kitleydi. Oyuncu, Nilüfer Açıkalın ve gitarist Cem Köksal’ı seyircilerin arasında gördüm. Elbette mutlu oldum. Bir dahaki konserim 6 Ocak Peyote’de. Tek başıma çalmak bana epey keyif verdi. Teknoloji merakım şunu öğretti : Grup elemanları ile uğraşmak teknoloji ile uğraşmaktan daha zor. Şu an peşinde olduğum post folk tarzımdan ve sound’dan epey memnunum. Sanırım beni üzen ve yoran, her şey iyiyken sırıtarak, işler belirsiz iken ortadan kaybolan kimi ilgisiz müzisyene de kapak olmuştur bu konser.
Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com
Belki de Yanlış Yer ve Yanlış Zaman…
Belki de Yanlış Yer ve Yanlış Zaman…
5 Aralık 2010 Birgun Pazar Eki
Cılız bir yürek sevdim. Sonrası? Sonrası karanlık bir tünel… Ellerim soğuk. Bekliyorum. Neyi beklediğim muamma…Böyle olması gerek belki de. Avuntu cümleleri mi teslimiyet?
Kendini ararken bir girdaba yakalanan insan mıdır sanatçı? Hangi girdap? Severken sevilmeyen, sevilirken sevmeyen bahtsız kalbin bir haykırışı… Fıldır fıldır dönüyor yeryüzünün bize bıraktıkları… Tek başına dönebilmek bazen güç…Hem güç hem zor anlamında. Severken boşluktaki oyuncakları, yetinirken ve oyalanırken onlarla, aslında istediğimiz tamamlanmaktı. Başarabildik mi? Hayır. Suçlusu ve sorumlusu kim bunun?
Bilemiyoruz. Düzen mi? Kişiliğimiz mi? Sosyolojik ve dönemsel uyuşmazlık mı?
Sonuncusu daha muhtemel. Sosyal ölçütlere uymamak ve dönemin insanı olmamak…
70’lerde bir hipi mahallesinde yaşayan ve şiir gecelerinde şiir okuyan yeni yetme çocuk olmak vardı. Materyalizmin tavan yaptığı bir dönemde, tanıtımı güçlü olanlar ve kırılgan olmayan ruhlar kazandı. Kırılgan ama güçlü olanlarsa daha kalıcı bir şeyin peşinde…
Belki de bu çağa uyum sağlayabilen materyalist insanlar, duygularını bastırabilen insanlar gün geliyor en karanlık kuyulara düşüyor. Kendi iç seslerini dinlemeyi unutmuş insanlığın, uçan kuştaki güzelliği görmeyen insanlığın dışında bir yerde hayat aramak zor olduğu kadar değerli bir uğraş…
1920’lerde modernizme geçişin olduğunu varsaysak bile, bugünkü postmodern çağın ve yalnızlaşmanın önüne geçememek ve varoluşa anlam katmanın iletişimsizlik yüzünden zorlaşması insanı hergün vuran bir darbe gibi…Her insanı aynı yoğunlukta vurmayabiliyor tabii… Kiminde öfke nöbetleri olarak dışarı çıkan yalnızlaşma hisleri, kiminde gözyaşları, kimindeyse kendine verilen zararlar olarak tezahür ediyor.
İnsanın içini kemiren sorular bitmiyor ki. Kendi ülkesinde mutlu olamayan insan dışarıda ne kadar mutlu olabilir? Bunun cevabı yok. Dışarıda da başka varlar ile başka yoklar kesişirken, kendi yuvasını özlememesi mümkün mü bir insanın? Çıkıp gitmek ve geri dönmek…Yolculuk. İnsan ruhunun en doğal arzusu…Bir leylek gibi, uygun mevsimlere doğru kanat açmak ve sonra tekrar dönmek…Bunu yapabilmek bile nedense kabuğunu kırmayı gerektirir oldu. İnsan varoluşunun hafifliği nadir de olsa ziyarete gelir ve o an’lardır işte yaşamanın anlamını hatırlatan an’lar. Çoğunlukla bizi takip eden kara bulutları ve sırtımızdaki o tanımlanamaz manevi yalnızlık yükünü bir türlü üstümüzden atamayız ki…
Ruhumuza güneşin doğduğu ender zamanlar için yaşadığımızı anlar ve kabullenirsek belki de sıfır noktasında durarak, tattığımız her güzelliği bir bonus olarak görebiliriz. Bonus derken kastım, ekstra bir hediye gibi. Sıfır noktası her zaman iyidir. İnsanın hayatındaki her şeyin bir tür rüya olduğunu ve geri kalanın çok da mühim olmadığını vurgulayıp, varoluşun dayanılmaz ağırlığını ve sorumluluğunu biraz olsun üzerimizden alır. Belki de Budist’lerin aradığı da bu.
Sıfır…Hiçlik…Her şey bir sürpriz, bir hediye Budist için…
Zen çocukları derler Beat yazarları. O ruh nasıl bir ruhtur? Aslında bir takım kimyasallar ve otlar ile elde edilen ruh halleri ilgi alanımın dışında. 1960’ların Beatnik’leri yani uçarı yazarları, bazı otların yardımı ile kafayı bulup sürekli bir neşe içerisinde geziyorlarmış. Ecstasy dedikleri madde bu ruh halini sağlıyor olsa gerek. Dediğim gibi, aslolan insanın kendini sanatta ve aşkta var edebilmesi. Sanat derken, herkes sanatçı olacak diye bir şey yok ama uçan kuştaki güzelliği görebilmek de bir sanat oldu bu çağda. Sürekli dikkati dağıtan haber bombardımanı ile dolu bir yapay gündem çağında, bilgisayardan uzak durmanın imkansızlaştırıldığı bu çağda, sahilde yürürken ve gece konser verirken biraz yakalıyorum kendimi…
Not: 6 Aralık Pazartesi günü saat 22:30’da Beyoğlu Hayal Kahvesi konserime desteğinizi bekliyorum…
Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com
5 Aralık 2010 Birgun Pazar Eki
Cılız bir yürek sevdim. Sonrası? Sonrası karanlık bir tünel… Ellerim soğuk. Bekliyorum. Neyi beklediğim muamma…Böyle olması gerek belki de. Avuntu cümleleri mi teslimiyet?
Kendini ararken bir girdaba yakalanan insan mıdır sanatçı? Hangi girdap? Severken sevilmeyen, sevilirken sevmeyen bahtsız kalbin bir haykırışı… Fıldır fıldır dönüyor yeryüzünün bize bıraktıkları… Tek başına dönebilmek bazen güç…Hem güç hem zor anlamında. Severken boşluktaki oyuncakları, yetinirken ve oyalanırken onlarla, aslında istediğimiz tamamlanmaktı. Başarabildik mi? Hayır. Suçlusu ve sorumlusu kim bunun?
Bilemiyoruz. Düzen mi? Kişiliğimiz mi? Sosyolojik ve dönemsel uyuşmazlık mı?
Sonuncusu daha muhtemel. Sosyal ölçütlere uymamak ve dönemin insanı olmamak…
70’lerde bir hipi mahallesinde yaşayan ve şiir gecelerinde şiir okuyan yeni yetme çocuk olmak vardı. Materyalizmin tavan yaptığı bir dönemde, tanıtımı güçlü olanlar ve kırılgan olmayan ruhlar kazandı. Kırılgan ama güçlü olanlarsa daha kalıcı bir şeyin peşinde…
Belki de bu çağa uyum sağlayabilen materyalist insanlar, duygularını bastırabilen insanlar gün geliyor en karanlık kuyulara düşüyor. Kendi iç seslerini dinlemeyi unutmuş insanlığın, uçan kuştaki güzelliği görmeyen insanlığın dışında bir yerde hayat aramak zor olduğu kadar değerli bir uğraş…
1920’lerde modernizme geçişin olduğunu varsaysak bile, bugünkü postmodern çağın ve yalnızlaşmanın önüne geçememek ve varoluşa anlam katmanın iletişimsizlik yüzünden zorlaşması insanı hergün vuran bir darbe gibi…Her insanı aynı yoğunlukta vurmayabiliyor tabii… Kiminde öfke nöbetleri olarak dışarı çıkan yalnızlaşma hisleri, kiminde gözyaşları, kimindeyse kendine verilen zararlar olarak tezahür ediyor.
İnsanın içini kemiren sorular bitmiyor ki. Kendi ülkesinde mutlu olamayan insan dışarıda ne kadar mutlu olabilir? Bunun cevabı yok. Dışarıda da başka varlar ile başka yoklar kesişirken, kendi yuvasını özlememesi mümkün mü bir insanın? Çıkıp gitmek ve geri dönmek…Yolculuk. İnsan ruhunun en doğal arzusu…Bir leylek gibi, uygun mevsimlere doğru kanat açmak ve sonra tekrar dönmek…Bunu yapabilmek bile nedense kabuğunu kırmayı gerektirir oldu. İnsan varoluşunun hafifliği nadir de olsa ziyarete gelir ve o an’lardır işte yaşamanın anlamını hatırlatan an’lar. Çoğunlukla bizi takip eden kara bulutları ve sırtımızdaki o tanımlanamaz manevi yalnızlık yükünü bir türlü üstümüzden atamayız ki…
Ruhumuza güneşin doğduğu ender zamanlar için yaşadığımızı anlar ve kabullenirsek belki de sıfır noktasında durarak, tattığımız her güzelliği bir bonus olarak görebiliriz. Bonus derken kastım, ekstra bir hediye gibi. Sıfır noktası her zaman iyidir. İnsanın hayatındaki her şeyin bir tür rüya olduğunu ve geri kalanın çok da mühim olmadığını vurgulayıp, varoluşun dayanılmaz ağırlığını ve sorumluluğunu biraz olsun üzerimizden alır. Belki de Budist’lerin aradığı da bu.
Sıfır…Hiçlik…Her şey bir sürpriz, bir hediye Budist için…
Zen çocukları derler Beat yazarları. O ruh nasıl bir ruhtur? Aslında bir takım kimyasallar ve otlar ile elde edilen ruh halleri ilgi alanımın dışında. 1960’ların Beatnik’leri yani uçarı yazarları, bazı otların yardımı ile kafayı bulup sürekli bir neşe içerisinde geziyorlarmış. Ecstasy dedikleri madde bu ruh halini sağlıyor olsa gerek. Dediğim gibi, aslolan insanın kendini sanatta ve aşkta var edebilmesi. Sanat derken, herkes sanatçı olacak diye bir şey yok ama uçan kuştaki güzelliği görebilmek de bir sanat oldu bu çağda. Sürekli dikkati dağıtan haber bombardımanı ile dolu bir yapay gündem çağında, bilgisayardan uzak durmanın imkansızlaştırıldığı bu çağda, sahilde yürürken ve gece konser verirken biraz yakalıyorum kendimi…
Not: 6 Aralık Pazartesi günü saat 22:30’da Beyoğlu Hayal Kahvesi konserime desteğinizi bekliyorum…
Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com
2 Aralık 2010 Perşembe
Sanal ve Reel Müzik Maceralarım - 2009
Universal Müzik Türkiye 2001 ekonomik kriziyle büyük darbe almişti ve 2002'de zar zor ayakta duruyordu. Daha sonra zaten battı.
Daha doğrusu Türkiye şubesi, yolsuzluklar yüzünden kapatıldı.
Benim ilk albüm de haliyle iyi dağıtılamadı ve klibi periyodik olarak bir kanalda dönmedi.Albüm zar zor çıktı ve kendi haline bırakıldı gibi oldu.
Üstelik o zamanlara göre pahalıya satıldı, diger rock gruplarinin albümleri 7 ye inmisken 14 YTL etiket kondu CD ye..
Kısacası kendi ağacını baltalamis gibi oldu ex-plak sirketim...
2000 yılından beri mp3.com, myspace, last fm gibi sitelerden tanıtıma devam ettim. Zaten plak anlasmami mp3.com a koydugum demolara gelen ilginin de büyük etkisiyle yapabilmistim.
Internet'in yıldızı diye lanse ettilerse de pek hazetmedim bundan cünkü internet beni degil , ben interneti kullanmistim müzigimi yaymak icin......
Simdi de bir senedir hazir olan 2. albümüm türlü aksiliklerden dolayi cikamadi.Anlastigim insanlardan yedigim kaziklardan, sözlerini tutmamalarindan veya işleri çok geciktirmelerinden dolayı...Belki de asıl mesele sanatçinin herseyi tek basina üstlenmek zorunda birakilmasi ve plak sirketlerinin "klibi bile hazir getirin" demesi.... oldu.
Kısacası tüm bu "yılan hikayesi" tadında sıkıntılar yüzünden 20 li yaslarimda ürettigim bir sürü eseri paylasmaktan mahrum kaldim.
Konserlerden de öyle... Tek damarım kesilmis gibi yaşadım resmen...
Hasbelkader ufak dinletiler, konserler ve kendi tirnagimla basardigim yollarla devam ettim. Cogu TC muzisyeni gibi belki de....
Ama bu yol cok cetrefilli. Uzaktan kolay sanıp da ahkam kesenlere de, hiç kolay olmadigini bir kez daha hatirlatip inat etmelerini dilerim.
Özellikle de standard laşmiş imaj lara ve dayatılan klişelere uymadiginizda daha da zor....Bir de üstüne bin tane laf isitebiliyorsunuz, internet karşisinda boş boş oturarak burun kariştirip, önüne gelene saldirarak tatmin olmak isteyenler tarafindan.... Hem de rumuz ardina siginarak.
Simdi de özgür platformumuzu canları isteyince kapatmaktan çekinmiyor bazı güçler....... Baltalarla odun kesenlerin ortamında, heykel yapmaya calisiyoruz inatla.... Hızla yazdim ve içtenlikle...Devrik cümleler olduysa, devrik ruhlu sisteme gönderme olsun......:-)
Ece Dorsay
Daha doğrusu Türkiye şubesi, yolsuzluklar yüzünden kapatıldı.
Benim ilk albüm de haliyle iyi dağıtılamadı ve klibi periyodik olarak bir kanalda dönmedi.Albüm zar zor çıktı ve kendi haline bırakıldı gibi oldu.
Üstelik o zamanlara göre pahalıya satıldı, diger rock gruplarinin albümleri 7 ye inmisken 14 YTL etiket kondu CD ye..
Kısacası kendi ağacını baltalamis gibi oldu ex-plak sirketim...
2000 yılından beri mp3.com, myspace, last fm gibi sitelerden tanıtıma devam ettim. Zaten plak anlasmami mp3.com a koydugum demolara gelen ilginin de büyük etkisiyle yapabilmistim.
Internet'in yıldızı diye lanse ettilerse de pek hazetmedim bundan cünkü internet beni degil , ben interneti kullanmistim müzigimi yaymak icin......
Simdi de bir senedir hazir olan 2. albümüm türlü aksiliklerden dolayi cikamadi.Anlastigim insanlardan yedigim kaziklardan, sözlerini tutmamalarindan veya işleri çok geciktirmelerinden dolayı...Belki de asıl mesele sanatçinin herseyi tek basina üstlenmek zorunda birakilmasi ve plak sirketlerinin "klibi bile hazir getirin" demesi.... oldu.
Kısacası tüm bu "yılan hikayesi" tadında sıkıntılar yüzünden 20 li yaslarimda ürettigim bir sürü eseri paylasmaktan mahrum kaldim.
Konserlerden de öyle... Tek damarım kesilmis gibi yaşadım resmen...
Hasbelkader ufak dinletiler, konserler ve kendi tirnagimla basardigim yollarla devam ettim. Cogu TC muzisyeni gibi belki de....
Ama bu yol cok cetrefilli. Uzaktan kolay sanıp da ahkam kesenlere de, hiç kolay olmadigini bir kez daha hatirlatip inat etmelerini dilerim.
Özellikle de standard laşmiş imaj lara ve dayatılan klişelere uymadiginizda daha da zor....Bir de üstüne bin tane laf isitebiliyorsunuz, internet karşisinda boş boş oturarak burun kariştirip, önüne gelene saldirarak tatmin olmak isteyenler tarafindan.... Hem de rumuz ardina siginarak.
Simdi de özgür platformumuzu canları isteyince kapatmaktan çekinmiyor bazı güçler....... Baltalarla odun kesenlerin ortamında, heykel yapmaya calisiyoruz inatla.... Hızla yazdim ve içtenlikle...Devrik cümleler olduysa, devrik ruhlu sisteme gönderme olsun......:-)
Ece Dorsay
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)