Açık Radyo Heyecanım ve The Smiths…
30 Ekim 2011 BirGun Pazar Eki
Haftalık yazma rutinim aslında haftalık düşünme ve analiz etme rutinine dönüşüyor bazen… Bu yazı yayınlandığında Açık Radyo’da başlayan Dağınık Oda adlı programımı yapmış olacağım. 29 Ekim günü başlıyor olması da ayrı bir tat. Her Cumartesi saat 18:00’da canlı yayın olacak. Alternatif rock /pop müziğe farklı bir perspektif getirdiğini düşündüğüm grup ve sanatçıları çalacağım. Radyo maceram, 2002 yılında Radyo Kozmos’da başladı. Jak Kohen beni oraya kabul etmişti. Dağınık Oda adlı programımda, canlı yayında, kendi seçtiğim alternatif parçaları çalıyordum. 2003 ortasına kadar bu keyifli program devam etti. Sonra Radyo Kozmos format değiştirmek zorunda kalıp sadece hit parçaları çalmaya başladı ve daha sonra kapandı. Çoğu farklı yayın gibi, ilk açıldığında büyük umutlarla ve idealist bir şekilde başlamıştı yayına. Ekipte Melih Kibar, Jak Kohen gibi değerli isimlerin yanı sıra o zamanlar popüler olan Cenk ve Erdem ikilisi, klasik müzikten seçkiler sunan Mehmet Ali Alabora vardı.
Radyo maceramın yeniden başlamasına sebep olan değerli isim Jak Kohen’e buradan ne kadar teşekkür etsem az.
Açık Radyo, senelerdir keyifle dinlediğim ve bir şekilde hayatımda yer etmiş bir kanal…
Muhalif ve özgür olması elbette en cezbedici özelliği. Bu kadar sene, yayın istikrarını bozmadan ayakta durması da hayranlık uyandırıcı. Özgür, bağımsız, demokratik” haysiyetli, duyarlı ve sıradışı bir radyo kurma projesi" 1995 yılında başladı. “Kâinatın tüm seslerine, renklerine ve titreşimlerine Açık Radyo" gittikçe yalnızlaşan 95 dünyasında bir şeylerin başka türlü de olabileceğini görebilmek/gösterebilmek için kapılarını açtı. 15 yıldır, özgürce yayınına devam etmekte… Dünya müziğinden caz müziğin farklı türlerine, pop müzikten deneysel müziğe, rock türevlerinden etnik müziklere, çok çeşitli türlerin farklı programlara ayrıldığı, her programla bambaşka renklere bürünebileceğiniz bir radyo kanalı. Destekçileri ile ayakta kalabiliyor çünkü çok güçlü bir bağ kuruyor dinleyicisiyle. Böyle bir oluşumda yer almak benim için BirGun gazetesi gibi bir oluşumda yer almaya benziyor; özgür ve muhalif bir yayında küçük devrimler yaratmak…
There is a light that never goes out (Asla yok olmayan bir ışık var) şarkısını dinliyorum The Smiths’den. İlk radyo programımı bu gruba ayırmayı düşündüm. Bir bahar esintisi gibi hafifleten ama sözleri ağır olabilen şarkılar yazan bir İngiliz grup. Morrissey’in önderliğinde seksenlerin en özgün gruplarından biri olmayı başardılar. Muhalif bir grup elbette.
The Smiths’in hüznü, neşesi, ironisi bana hep iyi gelmiştir. Sözlerini anlamayan biri çok şey kaçırabilir ama sadece melodileri ve gitar sound’u bile insanı farklı boyutlara sürüklemeye yetiyor. Bana her nedense melankolinin yanında huzur aşılıyor şarkıları… Asla dağıtan, parçalayan bir melankoli değil daha ziyade kendiyle barıştıran bir melankoli var parçalarında…
İlk Açık Radyo programım için, The Smiths’in en güzel şarkılarını seçmek elbette kolay değil çünkü nerdeyse bütün şarkılarını seviyorum ama 4 albüm ve birçok 45’likten oluşan yolculularında, epey sayıda güzel şarkıya imza atmış The Smiths. Kiminin hala sözlerindeki imgeleri çözmeye çalışıyorum ama keyifli olan da bu değil midir zaten? Çözülmek istenen çok şey var, en azından gerçek hayattaki bazı düğümler çözülsün, dileğim bu… The Smiths şarkıları, büyüsünü ve gizemini koruyabilir.
Açık Radyoyu web’den dinlemek için . www.acikradyo.com.tr
Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com
31 Ekim 2011 Pazartesi
25 Ekim 2011 Salı
Paris’te Gece Yarısı
Paris’te Gece Yarısı
23 Ekim 2011 BirGun Pazar Eki
Bir Woody Allen filmine giderken, beklentilerim yoğun mizah ve aile düzeni eleştirisiydi. Bu filmde beklediklerimi çok fazla bulamadım. Aslında filmin ismi bile epey klişe bir senaryosu olduğu izlenimini veriyordu ilk başta. Paris’te yaşanan romantik bir aşk üzerine kaç tane film ve dizi çekilmiştir kimbilir. Say say bitmez heralde. İşin içinde Woody Allen varsa, farklı bir tat vardır diye düşündüm. Yok değildi. Edebiyata ve resme dair, dönemsel geri dönüşler (flashback’ler) ilgi çekiciydi. Kahramanımız Gil (Owen Wilson), kendi hayatı ve yazarlığıyla ilgili bir çok cevap arayan bir mahçup, naif bir adam. Başına gelen fantastik olaylar, onu 1920’lerin Paris’ine götürüyor ve Hemingway’den Picasso’ya oradan Gertrud Stein’e , birçok idolü ile tanışmasına vesile oluyor. T.S. Eliot da cabası….
Filmin fantastik kurgusuyla, realist meajları birleşince ortaya enteresan, derin durumlar çıkıyor. Hemingway’in aşkla ilgili verdiği mesaj Gil’i kendine getiriyor : “Yeteri kadar sevmediğimiz ve sevilmediğimiz için tüm insanlar ölümden korkar; ki bu nihayetinde aynı şeydir. Ama eğer gerçekten seni güçlü hissettiren, saygını hak eden bir kadınla berabersen, ölüm korkusu tamamen kaybolur. Çünkü vücudunu ve kalbini harika bir kadınla paylaştığında, tüm evren canlılığını yitirir. Sadece ikiniz var olursunuz. Ölüm artık zihninden silinir. Korku, kalbinden uzaklaşır. Yaşamak ve sevmek için tek tutku, senin yegane gerçeğin olur. Bu kolay bir iş değildir. Ama şunu unutma ki böyle bir kadınla beraber olduğun zaman, kendini ölümsüz hissedeceksin”
Gil, aslında hiç anlaşamadığı elitist, sanata sadece gösteriş olsun diye ilgi gösteren sığ nişanlısından ayrılmayı tüm bu yolculuktan sonra akıl ediyor. Daha doğrusu, kendi içindeki gerçeklere uzanıyor ve içsel bir uyanış yaşıyor. Her çağın insanının kendi içinde bulunduğu zamandan şikayetçi olup daha eskilere dönmek istediği ve bu durumun her daim aynı olduğunu vurgulaması da, filmin ilginç yanlarından biri. Görüyoruz ki, altın çağ dedikleri aslında sadece geçmişe nostaljik bir özlemden başka bir şey değil. Woody Allen, bu filmde tüm mesajları gayet katmanlı ve derin bir şekilde verebiliyor. En güzeli de bunu yaparken, bizleri çok keyifli bir yolculuğa çıkarıyor ve yormuyor. En büyük başarısı da bu değil mi zaten?
Ece Dorsay
23 Ekim 2011 BirGun Pazar Eki
Bir Woody Allen filmine giderken, beklentilerim yoğun mizah ve aile düzeni eleştirisiydi. Bu filmde beklediklerimi çok fazla bulamadım. Aslında filmin ismi bile epey klişe bir senaryosu olduğu izlenimini veriyordu ilk başta. Paris’te yaşanan romantik bir aşk üzerine kaç tane film ve dizi çekilmiştir kimbilir. Say say bitmez heralde. İşin içinde Woody Allen varsa, farklı bir tat vardır diye düşündüm. Yok değildi. Edebiyata ve resme dair, dönemsel geri dönüşler (flashback’ler) ilgi çekiciydi. Kahramanımız Gil (Owen Wilson), kendi hayatı ve yazarlığıyla ilgili bir çok cevap arayan bir mahçup, naif bir adam. Başına gelen fantastik olaylar, onu 1920’lerin Paris’ine götürüyor ve Hemingway’den Picasso’ya oradan Gertrud Stein’e , birçok idolü ile tanışmasına vesile oluyor. T.S. Eliot da cabası….
Filmin fantastik kurgusuyla, realist meajları birleşince ortaya enteresan, derin durumlar çıkıyor. Hemingway’in aşkla ilgili verdiği mesaj Gil’i kendine getiriyor : “Yeteri kadar sevmediğimiz ve sevilmediğimiz için tüm insanlar ölümden korkar; ki bu nihayetinde aynı şeydir. Ama eğer gerçekten seni güçlü hissettiren, saygını hak eden bir kadınla berabersen, ölüm korkusu tamamen kaybolur. Çünkü vücudunu ve kalbini harika bir kadınla paylaştığında, tüm evren canlılığını yitirir. Sadece ikiniz var olursunuz. Ölüm artık zihninden silinir. Korku, kalbinden uzaklaşır. Yaşamak ve sevmek için tek tutku, senin yegane gerçeğin olur. Bu kolay bir iş değildir. Ama şunu unutma ki böyle bir kadınla beraber olduğun zaman, kendini ölümsüz hissedeceksin”
Gil, aslında hiç anlaşamadığı elitist, sanata sadece gösteriş olsun diye ilgi gösteren sığ nişanlısından ayrılmayı tüm bu yolculuktan sonra akıl ediyor. Daha doğrusu, kendi içindeki gerçeklere uzanıyor ve içsel bir uyanış yaşıyor. Her çağın insanının kendi içinde bulunduğu zamandan şikayetçi olup daha eskilere dönmek istediği ve bu durumun her daim aynı olduğunu vurgulaması da, filmin ilginç yanlarından biri. Görüyoruz ki, altın çağ dedikleri aslında sadece geçmişe nostaljik bir özlemden başka bir şey değil. Woody Allen, bu filmde tüm mesajları gayet katmanlı ve derin bir şekilde verebiliyor. En güzeli de bunu yaparken, bizleri çok keyifli bir yolculuğa çıkarıyor ve yormuyor. En büyük başarısı da bu değil mi zaten?
Ece Dorsay
19 Ekim 2011 Çarşamba
BRETT ANDERSON, BİZE HASSAS KALBİNİ VERECEK.
BRETT ANDERSON, BİZE HASSAS KALBİNİ VERECEK.
16 Ekim 2011 BirGun Pazar Eki
Kırgın ve ağlamaklı ama büyülü vokaliyle IKSV’de Cuma ve Cumartesi geceleri konserler verecek olan Suede lideri Brett Anderson’u beklerken, biraz biyografik bilgiler ile onu yakından tanıyalım isterim. Hem 2002 senesindeki H2000 festivalinde hem de Efes One Love 2010 festivalinde kendisiyle aynı alanda/sahnede çalma şansını yakaladım. İşte size detaylı bir Brett Anderson biyografisi :
“29 Eylül 1967 tarihinde doğan İngiliz ozan/şarkıcı Brett Anderson, Suede grubunun lideri olarak tanınır. Suede grubu 2003 senesinde dağılınca, kısa bir süre için The Tears (Gözyaşları) grubunun vokalisti oldu, 3 tane solo albüm çıkardı, daha sonra 2010 senesinde Suede grubuyla tekrar bir araya geldi. Brett’in androjen tarzı ve kendine özgü vokalleri, İngiltere’de kısa sürede bir fenomen haline gelmesini sağladı.
Brett Anderson'ı Suede grubunun solisti olarak tanıdık. Grup kendi isimleri taşıyan ilk albümlerini 1993 yılında çıkardı ve İngiltere listelerinin en üst sıralarına yerleşti. Hern ne kadar Amerika Suede’den nasibini alamamış olsa da (O dönem Nirvana ve Pearl Jam ortalığı kasıp kavuruyordu.) İngiltere Suede’e yeterli ilgiyi göstermişti.
Brett’in androjen tavrı ve benzersiz vokalinin tüm ülkede bir fenomen halini alması uzun sürmedi. Suede, ilk albümleri ile tüm ilgiyi üzerlerine çekti hatta henüz birşey yayınlamadıkları ilk zamanlarında bile herkes onları konuşuyordu. Bugün hala bir grubun üzerine konuşmak için o grubun iyi müzik yapmış olması gerekir ki Suede kesinlikle bunu karşılıyor. Suede akıllara 90’ların ortalarında Britpop konseptinin yolunu açan grup olarak kazındı.
Tüm bu başarı yaklaşık 10 yıl sürdü. 4. albümden sonra gitarist ve söz yazarı Bernard Butler gruptan ayrıldı. Bu ayrılık Suede’i sarstı. Yerine gelen isimler onun eksikliğini dolduramadı. Grup, o tehlikeli tavrını Bernard’sız sürdüremedi.
Grup 5. albümü “A New Morning” den sonra 2003 yılında dağılma kararı aldı. Ancak bu durum Anderson için bir son değildi.
Önce Suede’in gitaristi Bernard Butler ile The Tears adında bir grup kurdu ve ilk albümleri “Here Come The Tears” 2005 yılında çıktı. Sözleri, zaman içinde olgunlaşan Brett’i bizlere tanıtan bu album NME tarafından övgü aldı. Ama Suede’in devamıymış gibi değerlendirmeler de oldu. Grup bir sene sonunda dağıldı.
2006 yılının Mayıs ayında Brett solo bir albüm üzerinde çalıştığını açıkladı ve onu takip eden yıl kendi adını taşıyan ilk albümünü çıkardı. Albüm, sevimsiz ve hayalgücünden yoksun olarak değerlendirildi. Artık tek başına olduğu için daha mütevazı olması beklenen ama tersi şekilde çok keskin bir ifadesi olan albüm için Brett “Beni çok heyecanlandırıyor, o benim çocuğum gibi!” demişti. Bu albumu 2008 de çıkan “Wilderness” takip etti. Onun için yapılan yorumlar da bir öncekinden ileriye gitmedi, Brett’in bir zamanların en iyi indiepop sanatçısı olarak nasıl bu hale geldiği gibi pekte olumlu olmayan yorumlarla karşılaştı. Doğrusu solo çalışmalarında Suede’in enerjik ve eğlenceli soundundan eser yoktu.
Bu albümden sonra Brett 2009 yılında ”Slow Attack” adında yeni bir albüm yayınladı. Üç albüm de Suede’in solisti Brett Anderson tarafından yapılsa da “Slow Attack” bambaşka bir işti ve olumlu değerlendirmeler alarak Brett’i mutlu etti.
2010 yılında Suede Kanserli Çocuklar yararına yapılan gece de sahne almak üzere biraraya geleceklerini duyurdu. Bu durum, grubun birleştiği gibi algılandı ancak Brett grubun sadece bu konser için beraber olduğunu, geri dönmek gibi bir planları olmadığı konusunda oldukça net açıklamalar yapıyordu. Daha sonra grup Londra’da 2 konser daha verdi. Grubun birleşmese de sahne alıyor olması bir çok kritiği çok mutlu etti, bunun farkında olan Suede elemanları bir Best Of yayınladı ve arkasından ufak bir Avrupa turu yaptı.
Suede 2011 yılında da performanslarına devam etti. Bu yıl aralarında One Love Festival’ında olduğu bir çok festivale katılan grup, çok iyi olacağından kesin ve net emin olmadıkları sürece yeni bir albüm çalışmayacaklarını açıkladı.
Suede ile konserleri Brett Anderson’ı solo albüm yapmaktan alıkoymadı. Brett, Eylül ayında yeni stüdyo albümü “Black Rainbows”u çıkardı. Albüm, bugüne kadar Anderson’un solo kariyerinde eksikliği hissedilen cesarete sahip ve zarif bir albüm. Brett Anderson, hala etkileyici ve ayırt edilir bir vokal. Anderson, Cuma ve Cumartesi akşamı Salon İKSV’de sahnede olacak.”
Tüm bu bilgileri topladıktan sonra, bana düşen, nefis bir Brett sözünü paylaşmak .
Epey karamsar sözler o yüzden ruh haliniz iyiyse bu şarkıdan uzak durun. Benim şu ara uzak durduğum gibi. Gerçekten dibe vurduğunuz zamanlarda ise Brett’in çatlak sesi ilk yardım gibi gelecektir : (Aslında çağımızın samimiyetsizliğinin bir eleştirisi gibi okuyorum ben bu sözleri. İlişkilerde gerçeklik arayan bir insanın haykırışı.)
-Aşk Öldü-
hiçbir şey yolunda gitmiyor
hayatımda hiçbir şey gercekten akışında değil
benim önemsediklerimi kimse paylaşmazsa,kimsenin umrumda olmuyor
insanlar gözlerinde ki korkuyla yitip geçiyorlar hayatımdan
aşk öldü.
Telefon çalıyor ama kimse benimle konuşmayı düşünmüyor
Trafik hızlanıyor
ama kimse o kadar geç durmadı
Zeki arkadaşlar en sonunda umursamazlar
İnan bana
aşk öldü
sanal gülümsemeleriyle plastik insanlar..
Akıllarının arkasında sırlarını değişiyorlar
Plastik insanlar
Ve bize verdiğiniz tüm yalanlar
Ve tüm söylediğiniz şeyler
Kafamda rüzgar gibi esiyorlar
Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com
16 Ekim 2011 BirGun Pazar Eki
Kırgın ve ağlamaklı ama büyülü vokaliyle IKSV’de Cuma ve Cumartesi geceleri konserler verecek olan Suede lideri Brett Anderson’u beklerken, biraz biyografik bilgiler ile onu yakından tanıyalım isterim. Hem 2002 senesindeki H2000 festivalinde hem de Efes One Love 2010 festivalinde kendisiyle aynı alanda/sahnede çalma şansını yakaladım. İşte size detaylı bir Brett Anderson biyografisi :
“29 Eylül 1967 tarihinde doğan İngiliz ozan/şarkıcı Brett Anderson, Suede grubunun lideri olarak tanınır. Suede grubu 2003 senesinde dağılınca, kısa bir süre için The Tears (Gözyaşları) grubunun vokalisti oldu, 3 tane solo albüm çıkardı, daha sonra 2010 senesinde Suede grubuyla tekrar bir araya geldi. Brett’in androjen tarzı ve kendine özgü vokalleri, İngiltere’de kısa sürede bir fenomen haline gelmesini sağladı.
Brett Anderson'ı Suede grubunun solisti olarak tanıdık. Grup kendi isimleri taşıyan ilk albümlerini 1993 yılında çıkardı ve İngiltere listelerinin en üst sıralarına yerleşti. Hern ne kadar Amerika Suede’den nasibini alamamış olsa da (O dönem Nirvana ve Pearl Jam ortalığı kasıp kavuruyordu.) İngiltere Suede’e yeterli ilgiyi göstermişti.
Brett’in androjen tavrı ve benzersiz vokalinin tüm ülkede bir fenomen halini alması uzun sürmedi. Suede, ilk albümleri ile tüm ilgiyi üzerlerine çekti hatta henüz birşey yayınlamadıkları ilk zamanlarında bile herkes onları konuşuyordu. Bugün hala bir grubun üzerine konuşmak için o grubun iyi müzik yapmış olması gerekir ki Suede kesinlikle bunu karşılıyor. Suede akıllara 90’ların ortalarında Britpop konseptinin yolunu açan grup olarak kazındı.
Tüm bu başarı yaklaşık 10 yıl sürdü. 4. albümden sonra gitarist ve söz yazarı Bernard Butler gruptan ayrıldı. Bu ayrılık Suede’i sarstı. Yerine gelen isimler onun eksikliğini dolduramadı. Grup, o tehlikeli tavrını Bernard’sız sürdüremedi.
Grup 5. albümü “A New Morning” den sonra 2003 yılında dağılma kararı aldı. Ancak bu durum Anderson için bir son değildi.
Önce Suede’in gitaristi Bernard Butler ile The Tears adında bir grup kurdu ve ilk albümleri “Here Come The Tears” 2005 yılında çıktı. Sözleri, zaman içinde olgunlaşan Brett’i bizlere tanıtan bu album NME tarafından övgü aldı. Ama Suede’in devamıymış gibi değerlendirmeler de oldu. Grup bir sene sonunda dağıldı.
2006 yılının Mayıs ayında Brett solo bir albüm üzerinde çalıştığını açıkladı ve onu takip eden yıl kendi adını taşıyan ilk albümünü çıkardı. Albüm, sevimsiz ve hayalgücünden yoksun olarak değerlendirildi. Artık tek başına olduğu için daha mütevazı olması beklenen ama tersi şekilde çok keskin bir ifadesi olan albüm için Brett “Beni çok heyecanlandırıyor, o benim çocuğum gibi!” demişti. Bu albumu 2008 de çıkan “Wilderness” takip etti. Onun için yapılan yorumlar da bir öncekinden ileriye gitmedi, Brett’in bir zamanların en iyi indiepop sanatçısı olarak nasıl bu hale geldiği gibi pekte olumlu olmayan yorumlarla karşılaştı. Doğrusu solo çalışmalarında Suede’in enerjik ve eğlenceli soundundan eser yoktu.
Bu albümden sonra Brett 2009 yılında ”Slow Attack” adında yeni bir albüm yayınladı. Üç albüm de Suede’in solisti Brett Anderson tarafından yapılsa da “Slow Attack” bambaşka bir işti ve olumlu değerlendirmeler alarak Brett’i mutlu etti.
2010 yılında Suede Kanserli Çocuklar yararına yapılan gece de sahne almak üzere biraraya geleceklerini duyurdu. Bu durum, grubun birleştiği gibi algılandı ancak Brett grubun sadece bu konser için beraber olduğunu, geri dönmek gibi bir planları olmadığı konusunda oldukça net açıklamalar yapıyordu. Daha sonra grup Londra’da 2 konser daha verdi. Grubun birleşmese de sahne alıyor olması bir çok kritiği çok mutlu etti, bunun farkında olan Suede elemanları bir Best Of yayınladı ve arkasından ufak bir Avrupa turu yaptı.
Suede 2011 yılında da performanslarına devam etti. Bu yıl aralarında One Love Festival’ında olduğu bir çok festivale katılan grup, çok iyi olacağından kesin ve net emin olmadıkları sürece yeni bir albüm çalışmayacaklarını açıkladı.
Suede ile konserleri Brett Anderson’ı solo albüm yapmaktan alıkoymadı. Brett, Eylül ayında yeni stüdyo albümü “Black Rainbows”u çıkardı. Albüm, bugüne kadar Anderson’un solo kariyerinde eksikliği hissedilen cesarete sahip ve zarif bir albüm. Brett Anderson, hala etkileyici ve ayırt edilir bir vokal. Anderson, Cuma ve Cumartesi akşamı Salon İKSV’de sahnede olacak.”
Tüm bu bilgileri topladıktan sonra, bana düşen, nefis bir Brett sözünü paylaşmak .
Epey karamsar sözler o yüzden ruh haliniz iyiyse bu şarkıdan uzak durun. Benim şu ara uzak durduğum gibi. Gerçekten dibe vurduğunuz zamanlarda ise Brett’in çatlak sesi ilk yardım gibi gelecektir : (Aslında çağımızın samimiyetsizliğinin bir eleştirisi gibi okuyorum ben bu sözleri. İlişkilerde gerçeklik arayan bir insanın haykırışı.)
-Aşk Öldü-
hiçbir şey yolunda gitmiyor
hayatımda hiçbir şey gercekten akışında değil
benim önemsediklerimi kimse paylaşmazsa,kimsenin umrumda olmuyor
insanlar gözlerinde ki korkuyla yitip geçiyorlar hayatımdan
aşk öldü.
Telefon çalıyor ama kimse benimle konuşmayı düşünmüyor
Trafik hızlanıyor
ama kimse o kadar geç durmadı
Zeki arkadaşlar en sonunda umursamazlar
İnan bana
aşk öldü
sanal gülümsemeleriyle plastik insanlar..
Akıllarının arkasında sırlarını değişiyorlar
Plastik insanlar
Ve bize verdiğiniz tüm yalanlar
Ve tüm söylediğiniz şeyler
Kafamda rüzgar gibi esiyorlar
Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com
9 Ekim 2011 Pazar
“Gözlerine Baktığımda Ruhunu Görebiliyorum…” James Ziyafeti
“Gözlerine Baktığımda Ruhunu Görebiliyorum…” James Ziyafeti
BirGun Pazar Eki 9 Ekim 2011
Dün gece Refresh The Venue’de Tim Booth ve ekibi James bize müthiş bir müzik ziyafeti hatta daha ötesi bir rüya sundular. Müzik yazarları dostlar; Zülal Kalkandelen, Çetin Cem ve twitter’dan James müptelaları da bizlerleydi. Gecenin en bomba olayı da NME dergisi çalışanı İngiliz DJ’lerin kabininden konseri izlemek oldu. Zaten VIP bileti almuştık, bir de üstüne sahnenin tam kenarından ve yukardan izlemek büyük keyifti. Tim, bir ara her yere tırmandı ve hatta seyircilerin arasına karıştı. Büyük bir rock konserinde, ömrümde böyle bir samimiyet görmedim. Konser öncesi DJ’ler bize nefis şarkılar çaldılar. The Smiths’ten, Acdc’ye epey isimle coştuk. Morrissey de istedik çaldılar. İsteğim üzerine Manic Street Preachers’dan DEsign For Life’ı da çaldılar. Benden mutlusu olamazdı. Hüzünlü kalbime biraz olsun merhem oldu bu şarkılar.
1980’lerden beri varolan bir grup James. Kendi yolunda emin adımlarla ilerleyen ve asla çok fazla poh poh’lanmamış bir grup oldular. Brian Eno ile çalışmaları ise gerçekten müzikal anlamda dönüm noktaları oldu. 1998 yılında grubun toplama albümü "The Best Of" piyasaya çıktı. Bir sonraki sene ise grubun "Laid" albümünden sonra ilk kez James'le birlikte çalışan Brian Eno'nun prodüktörlüğünde ki "Millionares" piyasaya çıktı. Bu arada James'in coverladığı parçalar arasında ise Morrisey'in "We Hate it When Our Friends Become Successful", Leonard Cohen'in "So Long Marianne", Velvet Underground'un "Sunday Morning" ve David Bowie'nin "China Girl" adlı şarkıları bulunuyor. Grubun şarkılarını cover'layan gruplar arasında ise: Smiths "What's The World", Unrest "Folklore", Voice of the Beehive "Sit Down", Carter the Unstoppable Sex Machine "Sit Down", Kulas "Laid" ve Better Than Azra "Laid". Grubun son çalışması ise 2001 yılı çıkışlı "Pleased To Meet You".
Yeni albümleri “Hey Ma” 2008 yılının 7 Nisanında piyasaya çıkan James, İngiltere albüm listelerinde 10 numaraya kadar çıktı. Bu albümü bir turne daha takip etti. “Porcupine” ve “Look Away” parçalarınında çalındığı bu turne yeni bir albümün denemeleri olarak değerlendirildi. James, Nisan 2010’da kritiklerin bu yorumunu doğrular bir haber ile 2 mini albüm yayınlayacaklarını duyurdu. “The Night Before” 19 Nisanda “The Morning After” ise 2 Ağustos’ta dinleyiciye sunuldu. En coşkulu şarkılarından biri Tomorrow (Yarın), Sözlerinden birazını paylaşayım :
Tomorrow (Yarın) şarkısının sözleri :
Seni düşerken görüyorum Daha ne kadar gideceksin yere düşmeden evvel
Beni burada göremiyor musun? Senin için bir hayalet miyim?
Çok sıkı tutunuyorsun Aşkı silah veya ağ ile yakalayamazsın
Yolunun değişeceğine inancını koruman gerek Şansının döneceğine inancını koruman gerek
Yarın, yarın, yarın…… Neden telefon ediyorsun?
Ne yapabilirim senden kilometrelerce uzak iken? Hep en karanlık odalardan arıyorsun Ve ikimiz de korkuyoruz.
Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com
2 Ekim 2011 Pazar
“Çocuklar gibi Şendik, Herkesi Yendik!”
“Çocuklar gibi Şendik, Herkesi Yendik!”
2 Ekim 2011 BirGun Pazar Eki
24 Eylül Cumartesi günü, Kumbaracı50’deki Değişim için 100 Bin Şair gecesi, ufak tefek teknik aksaklıklara rağmen çok ama çok güzel geçti. Performansıma odaklandım ve oraya gelen güzel insanları, değerli dostlarımı büyüledim. Tevazuya gerek yok, tüm benliğimle çaldım ve dostlar sofrasında muhteşem sohbete daldım daha sonra. O gece Ceren Candemir, Naim Dilmener, Kadri Karahan, Olcay Tanberken, Erdem Özsoysal ile eğlenceli bir sohbete daldık. Fırat Demir ve Birhan Keskin’den dizeler dinledik. M. Matiz ve Y. Mori’de sahne aldılar.
Biten nefis yaz mevsiminin ve sinsice gelen sonbaharın üzerimdeki buhranını epey bir yok etti bu güzel hatıralar… Les Hommes Qui Passent (Patricia Kaas), Let me Kiss You (Morrissey) yorumladım ve iki albümümden de birçok bestemi çaldım. Kimlik Kartı Yok Aşkın’ın tüm duvarları yıkan, anarşist bir aşk şarkısı olduğunu söyledim, çok güzel tepkiler aldı.
Bazen yaşamak daha zor, bazense yazmak. Ömür törpüsü gibi düşüncelerin akışını izlemek bazen. Kimi zamansa gerçekten büyük bir neşe kaynağı. Güneşi gerçekten seviyorum ve bu gelen yağmur her ne kadar ruhuma güzellikler katsa da, ben hep güneş ve çiçek çocuğu olarak kalacağım. Gerçek dostların insana nefes aldırabildiği boğucu zamanlardayız O dostlar ki, kazanması emek isteyen ve kazanınca da asla kaybedilmemesi gereken, değerli pırlantalar gibi parlak… Verdiğiniz emek kadar var’lar. En yavaş ilerleyen işler en sağlam yere çıkıyor. Müzikte de bu böyle, dostlukta da, aşkta da…Sabır ve emek istiyor hayat… Üç dakikada şöhreti tadanlar, kıymetini bilemiyorlar. Üç dakikada güzel insanlar ile çevrelenenler, yalnızlığın en kör kuyusuna inmemiş olanlar, çevresini saran güzel varlıkların da kıymetini göremiyor. Önce tökezlemek sonra yürümek, benim hep işime yaradı. Önce yara aldım, önce battım sonra çıktım. Tüm bu yaşadıklarım beni daha güçlü, daha yıkılmaz yaptı. Eğer önüme birdenbire çiçekli yolları serseydi hayat, soğukkanlı ve sabırlı olmayı öğrenemezdim.
Şimdilerde çok projeler var, tek başıma kafa yorduğum. Bir başıma tırmaladığım ve cevabını beklediğim. Tabii sürpriz projeler de geliyor ve heyecan verici oluyor. Beklemek, belki de erdemlerin en büyüğü… Hayatın, her şeye kendi şeklini vermesine izin vermek.
Heykeli yapan heykeltraşın maharetine teslim olmak gibi yaşamak. Kadercilik de değil asla, bahsettiğim. Sadece inanarak yürümek. Kendine inanmak ve hayata inanmak. Bazen zor olsa da buna değer…
Not : Amy Winehouse’un doğumgününde bir yeğenim oldu, ismi Ozan Doruk. Başak burcu.
Nice güzellikler ve huzur getirsin etrafımıza, varlığıyla…
Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com
2 Ekim 2011 BirGun Pazar Eki
24 Eylül Cumartesi günü, Kumbaracı50’deki Değişim için 100 Bin Şair gecesi, ufak tefek teknik aksaklıklara rağmen çok ama çok güzel geçti. Performansıma odaklandım ve oraya gelen güzel insanları, değerli dostlarımı büyüledim. Tevazuya gerek yok, tüm benliğimle çaldım ve dostlar sofrasında muhteşem sohbete daldım daha sonra. O gece Ceren Candemir, Naim Dilmener, Kadri Karahan, Olcay Tanberken, Erdem Özsoysal ile eğlenceli bir sohbete daldık. Fırat Demir ve Birhan Keskin’den dizeler dinledik. M. Matiz ve Y. Mori’de sahne aldılar.
Biten nefis yaz mevsiminin ve sinsice gelen sonbaharın üzerimdeki buhranını epey bir yok etti bu güzel hatıralar… Les Hommes Qui Passent (Patricia Kaas), Let me Kiss You (Morrissey) yorumladım ve iki albümümden de birçok bestemi çaldım. Kimlik Kartı Yok Aşkın’ın tüm duvarları yıkan, anarşist bir aşk şarkısı olduğunu söyledim, çok güzel tepkiler aldı.
Bazen yaşamak daha zor, bazense yazmak. Ömür törpüsü gibi düşüncelerin akışını izlemek bazen. Kimi zamansa gerçekten büyük bir neşe kaynağı. Güneşi gerçekten seviyorum ve bu gelen yağmur her ne kadar ruhuma güzellikler katsa da, ben hep güneş ve çiçek çocuğu olarak kalacağım. Gerçek dostların insana nefes aldırabildiği boğucu zamanlardayız O dostlar ki, kazanması emek isteyen ve kazanınca da asla kaybedilmemesi gereken, değerli pırlantalar gibi parlak… Verdiğiniz emek kadar var’lar. En yavaş ilerleyen işler en sağlam yere çıkıyor. Müzikte de bu böyle, dostlukta da, aşkta da…Sabır ve emek istiyor hayat… Üç dakikada şöhreti tadanlar, kıymetini bilemiyorlar. Üç dakikada güzel insanlar ile çevrelenenler, yalnızlığın en kör kuyusuna inmemiş olanlar, çevresini saran güzel varlıkların da kıymetini göremiyor. Önce tökezlemek sonra yürümek, benim hep işime yaradı. Önce yara aldım, önce battım sonra çıktım. Tüm bu yaşadıklarım beni daha güçlü, daha yıkılmaz yaptı. Eğer önüme birdenbire çiçekli yolları serseydi hayat, soğukkanlı ve sabırlı olmayı öğrenemezdim.
Şimdilerde çok projeler var, tek başıma kafa yorduğum. Bir başıma tırmaladığım ve cevabını beklediğim. Tabii sürpriz projeler de geliyor ve heyecan verici oluyor. Beklemek, belki de erdemlerin en büyüğü… Hayatın, her şeye kendi şeklini vermesine izin vermek.
Heykeli yapan heykeltraşın maharetine teslim olmak gibi yaşamak. Kadercilik de değil asla, bahsettiğim. Sadece inanarak yürümek. Kendine inanmak ve hayata inanmak. Bazen zor olsa da buna değer…
Not : Amy Winehouse’un doğumgününde bir yeğenim oldu, ismi Ozan Doruk. Başak burcu.
Nice güzellikler ve huzur getirsin etrafımıza, varlığıyla…
Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com
Melankolinin Hapsinden Artık Kurtar…
Melankolinin Hapsinden Artık Kurtar…
25 Eylül 2011 BirGun Pazar Eki
Bu yazı çıktığında muhtemelen bir evvelki gün 100 bin şair gecesinde çalmış olacağım. Fakat bu yazıyı bir gün öncesinde yazıyorum haliyle. Heyecanlıyım. Sahne almaya ezelden beri alışık olmak da durumu değiştirmiyor, insan her yeni performansı için büyük bir heyecan duyuyor. Üstelik çok değer verdiğim dostlarım ve müzik insanları beni izleyeceği için bin kat daha heyecanlıyım. Heyecanlar ve yoğun hisler, bunlar güzel şeyler… Coşkular hele…Yaşamı yaşamaya değer kılan hisleri barındırmak güzel ama bedeli de ağır…Sürekli bir hüzün, ağır bir melankoli ve özlem hali…Çevremde sanat duyarlılığı olan insanlarda bunu gördüm ama kimimiz daha yoğun yaşıyor bu sürgün hissini…Her Günün Sonunda adlı bestemi 2002 yılında bestelemiştim aşağı yukarı ve elektrikler kesikti, “Bir Sürgün gibi yaşarken bu ıssız adalarda, kaçıp kurtulmak isteriz, nerdeyiz” diye yazmıştım karanlıkta kağıda. 2002 yılında, Tezer Özlü’yü pek bilmezdim veya Nilgün Marmara’yı ya da Virginia Woolf’u ama ürkütücü bir hissiyat birliği olmuş sanki o dizeyi yazarken. Küçük yaştan beri melankolinin hapsindeyim.
Dünyayı değiştirmek isteyen şairlerden biri gibi hissediyorum kendimi. “Gibi” si fazla hatta . Bunu çekinmeden söyleyebilirim. Eski çağ romantik şairleri Byron ve Shelley gibi ağır bir ruhani yük var sanki üzerimde…Siyasi bağlamda bakarsak, klişeleşmiş cinsiyet rollerini reddedip, kadının durduğu yeri flulaştırdığım için ve aşkın en anarşist ve devrimci gerçek olduğuna inandığım için… Tüm sınıfsal kategorileri reddettiğim için…Hümanizm eski bir kelime ama tekrar tekrar hatırlanmalı… Egoistokur.com web sitesi için sevgili Gülenay Börekçi benden 10 tane efkar şarkısı istedi. Bir çırpıda yazdım ama sonra aklıma bir sürü enfes şarkı geldi. 10 şarkıya indirebilmek için epey uğraştım. Sonunda tüyler ürpertici derecede hüzünlü olduğuna inandığım kalbi kırık 10 aşk şarkısı seçtim :
Antony and the Johnsons – The Lake
Damien Rice – The Blower’s Daughter
İlhan İrem – Anlasana
The Smiths – I know it’s over
A-ha – Manhattan Skyline
Patricia Kaas – Les Hommes Qui Passent
Jeff Buckley – Hallelujah
Leonard Cohen – In my secret life
Mazhar Alanson – Benim hala umudum var
Radiohead – Exit Music (for a film)
Kendimi ve dinleyenleri/okuyanları daha fazla hüzne boğmak değildi amacım. Aslında aşka dair coşkulu şarkılar da seçmiştim ama ismi efkar karması olan bir listede coşkulu aşk şarkılarının yeri yoktu. Yüreği en fazla dağlayanları seçtim. Kimi isyan eden, kimi umut besleyen, kimi aşka genel bir bakış atan şarkıları seçtim.
Şarkılar, şiirler hayata tutunmamıza ve hatta umutlarımızın yeşermesine yarıyorlar. Acımıza ortak oluyorlar. Dilediğimiz hayatı yaşama şansını ve/veya fırsatını elde edene kadar can simidimiz/dostumuz onlar. Dilediğimiz hayata ulaşabilirsek yani sevdiklerimize kavuşabilirsek zaten hep yanımızda olacak olanlar gene şarkılar ve şiirlerin dizeleri…
Buz gibi teknoloji çağında tam da ihtiyacımız olan, biraz hümanizm ve gerçek iletişim. Buz camların ardını görebilmek ve o camları aşıp sahici köprüleri yürümekten korkmamak, mert insanın hakkı olmalı…
Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com
25 Eylül 2011 BirGun Pazar Eki
Bu yazı çıktığında muhtemelen bir evvelki gün 100 bin şair gecesinde çalmış olacağım. Fakat bu yazıyı bir gün öncesinde yazıyorum haliyle. Heyecanlıyım. Sahne almaya ezelden beri alışık olmak da durumu değiştirmiyor, insan her yeni performansı için büyük bir heyecan duyuyor. Üstelik çok değer verdiğim dostlarım ve müzik insanları beni izleyeceği için bin kat daha heyecanlıyım. Heyecanlar ve yoğun hisler, bunlar güzel şeyler… Coşkular hele…Yaşamı yaşamaya değer kılan hisleri barındırmak güzel ama bedeli de ağır…Sürekli bir hüzün, ağır bir melankoli ve özlem hali…Çevremde sanat duyarlılığı olan insanlarda bunu gördüm ama kimimiz daha yoğun yaşıyor bu sürgün hissini…Her Günün Sonunda adlı bestemi 2002 yılında bestelemiştim aşağı yukarı ve elektrikler kesikti, “Bir Sürgün gibi yaşarken bu ıssız adalarda, kaçıp kurtulmak isteriz, nerdeyiz” diye yazmıştım karanlıkta kağıda. 2002 yılında, Tezer Özlü’yü pek bilmezdim veya Nilgün Marmara’yı ya da Virginia Woolf’u ama ürkütücü bir hissiyat birliği olmuş sanki o dizeyi yazarken. Küçük yaştan beri melankolinin hapsindeyim.
Dünyayı değiştirmek isteyen şairlerden biri gibi hissediyorum kendimi. “Gibi” si fazla hatta . Bunu çekinmeden söyleyebilirim. Eski çağ romantik şairleri Byron ve Shelley gibi ağır bir ruhani yük var sanki üzerimde…Siyasi bağlamda bakarsak, klişeleşmiş cinsiyet rollerini reddedip, kadının durduğu yeri flulaştırdığım için ve aşkın en anarşist ve devrimci gerçek olduğuna inandığım için… Tüm sınıfsal kategorileri reddettiğim için…Hümanizm eski bir kelime ama tekrar tekrar hatırlanmalı… Egoistokur.com web sitesi için sevgili Gülenay Börekçi benden 10 tane efkar şarkısı istedi. Bir çırpıda yazdım ama sonra aklıma bir sürü enfes şarkı geldi. 10 şarkıya indirebilmek için epey uğraştım. Sonunda tüyler ürpertici derecede hüzünlü olduğuna inandığım kalbi kırık 10 aşk şarkısı seçtim :
Antony and the Johnsons – The Lake
Damien Rice – The Blower’s Daughter
İlhan İrem – Anlasana
The Smiths – I know it’s over
A-ha – Manhattan Skyline
Patricia Kaas – Les Hommes Qui Passent
Jeff Buckley – Hallelujah
Leonard Cohen – In my secret life
Mazhar Alanson – Benim hala umudum var
Radiohead – Exit Music (for a film)
Kendimi ve dinleyenleri/okuyanları daha fazla hüzne boğmak değildi amacım. Aslında aşka dair coşkulu şarkılar da seçmiştim ama ismi efkar karması olan bir listede coşkulu aşk şarkılarının yeri yoktu. Yüreği en fazla dağlayanları seçtim. Kimi isyan eden, kimi umut besleyen, kimi aşka genel bir bakış atan şarkıları seçtim.
Şarkılar, şiirler hayata tutunmamıza ve hatta umutlarımızın yeşermesine yarıyorlar. Acımıza ortak oluyorlar. Dilediğimiz hayatı yaşama şansını ve/veya fırsatını elde edene kadar can simidimiz/dostumuz onlar. Dilediğimiz hayata ulaşabilirsek yani sevdiklerimize kavuşabilirsek zaten hep yanımızda olacak olanlar gene şarkılar ve şiirlerin dizeleri…
Buz gibi teknoloji çağında tam da ihtiyacımız olan, biraz hümanizm ve gerçek iletişim. Buz camların ardını görebilmek ve o camları aşıp sahici köprüleri yürümekten korkmamak, mert insanın hakkı olmalı…
Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com
Değişim için 100 Bin Şair : 24 Eylül
Değişim için 100 Bin Şair : 24 Eylül
18 Eylül 2011 BirGun Pazar Eki
Değişime, Doğu ile Batı arasındaki kültürel köprüye, üretimin tüketimi yeneceğine, barışa, insani olan duyguların paylaşımına inanan herkes bu festivale katılacak. Ha izleyici ha konuşmacı olarak, aslında fark etmez, yeter ki tüm kalbimizle ve geleceği güzelleştirebileceğimiz inancıyla orada olalım. Şairler, müzisyenler kendi oluşturdukları dil ile değişimi haykıracak. Böylesine devrimci ve umut vaat eden bir etkinlikte sahne almak elbette hepimiz için çok değerli ve anlamlı. 24 Eylül cumartesi gecesi, Naim Dilmener, Mabel Matiz ve Yasemin Mori gibi güzide müzik insanları ile Kumbaracı50’de, müziğin saf ve direkt dili etkisiyle de değişimin mümkün olabileceğini haykıracağız.
Basın bülteninden alıntılarsak, olayı daha net kavrarız :
“Şiir seviyorsanız 24 Eylül'ü kaçırmayın. Baştan sona şiirle, Lale Müldür, Birhan Keskin, Haydar Ergülen, Yüce Kayıran, Fırat Demir, Enis Akın, Akif kurtuluş, Elif Sofya, Anita Sezgener, Süreyya Evren, Pelin Özer ve Latife Tekin'le ile dolu bir gün.
DEĞİŞİM BAŞLIYOR!
100'e yakın ülkede yapılacak olan Değişim İçin 100 Bin Şair şimdi Türkiye'ye geliyor!Değişim İçin 100 Bin Şair bambaşka bir şiir anlayışıyla Türkiye'nin yerleşik kültürel kalıplarına, ayrımcılığa ve nefrete karşı sesini yükseltmek için geliyor! Değişim için bu sefer de şiirler ve şairlere kulak veriyoruz.Tüm dünyaya yayılan ayrımcılık ve nefrete karşı şairlerin değişim arzusunu ve şiirlerin değişim gücünü harekete geçirmek için mimarlığını yaptığı Amerikalı şair ve editör Michael Rothenberg’in mimarı olduğu Değişim İçin 100 Bin Şair (100 Thousand Poets For Change) Avrupa’dan Ortadoğu’ya pek çok ülkede, farklı şehirlerde düzenlenecek. Fırat Demir'in Türkiye ayağının koordinatörlüğünü yaptığı festival istanbul ve Mardin'de, ülkeyi sarmalayan kültürel kısıtlamalara ve tüm dünyada olduğu gibi ayrımcılık ve sansüre karşı duracak, geciken barışın çağrısını şiirle yapacak. Ülkenin Batısı İstanbul'da Akbank Sanat Merkezi'nde geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz Seyhan Erözçelik'in anmasıyla başlayıp, Murathan Mungan, Lale Müldür, Birhan Keskin, Haydar Ergülen, Yücel Kayıran, Fırat Demir, Enis Akın, Akif Kurtuluş, Elif Sofya, Anita Sezgener, Süreyya Evren ve Pelin Özer'in konuşmalarıyla devam edecek. Düzyazıyı şiire yaklaştıran Latife Tekin de orda olacak. Devamı kumbaracı50’de yapılacak olan partiyle gelecek olan festivalde, Yasemin Mori, Mabel Matiz, Ece Dorsay, Naim Dilmener gibi isimlerin konserleri, şarkıları, şiir okumalarıyla sürecek. Mezopotamya mozaiğini tamamlayacak olan, ülkenin Doğusu Mardin’deyse Mardin Sakıp Sabancı Kent Müzesi’nde Kemal Varol, Azad Ziya Eren, Veysi Erdoğan, Emel İrtem, Habip Can Türker gibi şair ve yazarları bir araya getirecek. Her zamanki şiir tartışmalarının kendi kapalı alanında sıkışık kalmayacak olan Değişim İçin 100 Bin Şair daha yıkıcı bir şiir anlayışı ile Türkiye'nin önünü açmayı amaçlıyor. “
Ben böyle bir etkinlikte yer almaktan dolayı çok büyük heyecan duyuyorum. Dünyayı değiştirmek her duyarlı şairin ve müzisyenin bir ütopyasıdır. Bu konuda atılacak her adım, en azından kültürel anlamda depremler yaratabilir. Sadece denemek için kenetlenmek bile insana dair umutları yeşertir. Böyle bir organizasyonun parçası olmak, yıllar sonra gelinen yere bakıldığında daha da anlam kazanabilir. Kinizmin zamanı değil, şikayetin hiç değil, bizim yapmamız gereken kalemlerimize ve enstrümanlarımıza sarılıp değişime olan acil ihtiyacımızı haykırmak.
http://100binsair.blogspot.com/
Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com
18 Eylül 2011 BirGun Pazar Eki
Değişime, Doğu ile Batı arasındaki kültürel köprüye, üretimin tüketimi yeneceğine, barışa, insani olan duyguların paylaşımına inanan herkes bu festivale katılacak. Ha izleyici ha konuşmacı olarak, aslında fark etmez, yeter ki tüm kalbimizle ve geleceği güzelleştirebileceğimiz inancıyla orada olalım. Şairler, müzisyenler kendi oluşturdukları dil ile değişimi haykıracak. Böylesine devrimci ve umut vaat eden bir etkinlikte sahne almak elbette hepimiz için çok değerli ve anlamlı. 24 Eylül cumartesi gecesi, Naim Dilmener, Mabel Matiz ve Yasemin Mori gibi güzide müzik insanları ile Kumbaracı50’de, müziğin saf ve direkt dili etkisiyle de değişimin mümkün olabileceğini haykıracağız.
Basın bülteninden alıntılarsak, olayı daha net kavrarız :
“Şiir seviyorsanız 24 Eylül'ü kaçırmayın. Baştan sona şiirle, Lale Müldür, Birhan Keskin, Haydar Ergülen, Yüce Kayıran, Fırat Demir, Enis Akın, Akif kurtuluş, Elif Sofya, Anita Sezgener, Süreyya Evren, Pelin Özer ve Latife Tekin'le ile dolu bir gün.
DEĞİŞİM BAŞLIYOR!
100'e yakın ülkede yapılacak olan Değişim İçin 100 Bin Şair şimdi Türkiye'ye geliyor!Değişim İçin 100 Bin Şair bambaşka bir şiir anlayışıyla Türkiye'nin yerleşik kültürel kalıplarına, ayrımcılığa ve nefrete karşı sesini yükseltmek için geliyor! Değişim için bu sefer de şiirler ve şairlere kulak veriyoruz.Tüm dünyaya yayılan ayrımcılık ve nefrete karşı şairlerin değişim arzusunu ve şiirlerin değişim gücünü harekete geçirmek için mimarlığını yaptığı Amerikalı şair ve editör Michael Rothenberg’in mimarı olduğu Değişim İçin 100 Bin Şair (100 Thousand Poets For Change) Avrupa’dan Ortadoğu’ya pek çok ülkede, farklı şehirlerde düzenlenecek. Fırat Demir'in Türkiye ayağının koordinatörlüğünü yaptığı festival istanbul ve Mardin'de, ülkeyi sarmalayan kültürel kısıtlamalara ve tüm dünyada olduğu gibi ayrımcılık ve sansüre karşı duracak, geciken barışın çağrısını şiirle yapacak. Ülkenin Batısı İstanbul'da Akbank Sanat Merkezi'nde geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz Seyhan Erözçelik'in anmasıyla başlayıp, Murathan Mungan, Lale Müldür, Birhan Keskin, Haydar Ergülen, Yücel Kayıran, Fırat Demir, Enis Akın, Akif Kurtuluş, Elif Sofya, Anita Sezgener, Süreyya Evren ve Pelin Özer'in konuşmalarıyla devam edecek. Düzyazıyı şiire yaklaştıran Latife Tekin de orda olacak. Devamı kumbaracı50’de yapılacak olan partiyle gelecek olan festivalde, Yasemin Mori, Mabel Matiz, Ece Dorsay, Naim Dilmener gibi isimlerin konserleri, şarkıları, şiir okumalarıyla sürecek. Mezopotamya mozaiğini tamamlayacak olan, ülkenin Doğusu Mardin’deyse Mardin Sakıp Sabancı Kent Müzesi’nde Kemal Varol, Azad Ziya Eren, Veysi Erdoğan, Emel İrtem, Habip Can Türker gibi şair ve yazarları bir araya getirecek. Her zamanki şiir tartışmalarının kendi kapalı alanında sıkışık kalmayacak olan Değişim İçin 100 Bin Şair daha yıkıcı bir şiir anlayışı ile Türkiye'nin önünü açmayı amaçlıyor. “
Ben böyle bir etkinlikte yer almaktan dolayı çok büyük heyecan duyuyorum. Dünyayı değiştirmek her duyarlı şairin ve müzisyenin bir ütopyasıdır. Bu konuda atılacak her adım, en azından kültürel anlamda depremler yaratabilir. Sadece denemek için kenetlenmek bile insana dair umutları yeşertir. Böyle bir organizasyonun parçası olmak, yıllar sonra gelinen yere bakıldığında daha da anlam kazanabilir. Kinizmin zamanı değil, şikayetin hiç değil, bizim yapmamız gereken kalemlerimize ve enstrümanlarımıza sarılıp değişime olan acil ihtiyacımızı haykırmak.
http://100binsair.blogspot.com/
Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com
Patti Smith’in izinden : PJ Harvey
Patti Smith’in izinden : PJ Harvey
11 Eylül 2011 BirGun Pazar Eki
PJ Harvey, prestijli Mercury ödülünü ikinci kez kazanan ilk sanatçı oldu. “Let England Shake” (Bırak İngiltere Sallansın) isimli 8. solo albümüyle… Albüm, Birinci Dünya Savaşı’ndan Irak ve Afganistan’a İngiltere’nin katıldığı savaşlara dair anlatımlarla dolu şarkılar içeriyor. Harold Pinter ve TS Eliot’tan alıntılar yapan sanatçı şarkı sözlerini müzikleri bestelemeden önce yazdı.
Harvey Mercury Ödülleri’nin 20 yıllık tarihinde bu ödülü ikinci kez kazanan tek santçı oldu.Daha evvel 2001 yılında “Stories from the City, Stories From The Sea” (Şehirden ve Denizden Hikayeler) albümüyle 11 Eylül 2001 yılında aynı ödülü kazanmış ama törene katılamamıştı çünkü o sırada kendi deyimiyle “Pentagon’un yanışını” otel odasından izlemeye maruz kalmıştı.
Sekizinci stüdyo albümünü yazmanın çok uzun zamanını aldığını ve kendisi için çok önemli bir albüm olduğunu da ekliyor PJ Harvey. Sadece kişisel arayışı için değil, tüm dünyada son 10 senede süregelen kaotik durumlar ve savaşlardan etkilenerek yazdığını söylüyor tüm yeni şarkılarını. Gotik elbisesiyle ödülünü almdan önce “The Words That Maketh Murder” (Cinayeti hazırlayan kelimeler) şarkısını, müthiş bir enerji ile söyleyip seyircileri hayrette bırakıp sarsmayı başarıyor.
9 Ekim 1969 doğumlu İngiliz şarkıcı, ozan, müzisyen ve sanatçı PJ Harvey’in Patti Smith ekilenimi çok net. Punk ruhu olan muhalif ozan Patti Smith’i anlatan belgeselde, kendisinin ne kadar güçlü bir söylemi olduğunu ve dobra/sözünü sakınmayan tavrını, otobiyografisi “Just Kids” (Sadece Çocuk) da naif ruhunu ne kadar koruduğunu da anlamıştım. Pj Harvey’in ruhunda ve sesinde Patti Smith titreşimlerini her zaman duydum. Adeta Patti’nin kız kardeşi gibiydi ama feminen’liğin kurallarını da kendi stiliyle yeniden yazıyordu adeta. “Cinayet Yaratan Kelimeler” gibi de çevirebileceğimiz bestesine hayran kaldığını The Guardian adlı medya kuruluşuna anlatan Patti Smith, Pj Harvey’e olan sevgisini ve hayranlığını gizlemiyor.
Piyano, bas ve çeşitli klavye türlerini de çalmakla haşır neşir olan PJ’in bu çok yönlülüğü kendime yakın bulduğum bir durum. Şarkılarını tamamiyle sahiplenen ve her köşesiyle bir heykeltıraş gibi uğraşmayı seven bir sanatçı Pj Harvey. Nick Cave ile bir ilişkisi olduğu söylentileri çıkmıştı. Tricky ve Radiohead ile ortak işler yaptı ve Marianne Faithfull’ a şarkılar verdi.
PJ Harvey'in gitar, bas ve davul üçlemesiyle çıkan "Dry" isimli ilk albümü büyük başarı kazanmıştı. Albüm sadece Birleşik Krallık'ta değil, dünyada ve özellikle Amerika Birleşik Devletleri'nde de beğenilmişti. PJ Harvey aynı dönemde Rolling Stone dergisi tarafından en iyi şarkı yazarı ve en iyi yeni kadın vokalist seçilmişti. Kurt Cobain, en beğendiği 50 albümden biri olduğunu söylemişti. Daha ne olsun?
Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com
11 Eylül 2011 BirGun Pazar Eki
PJ Harvey, prestijli Mercury ödülünü ikinci kez kazanan ilk sanatçı oldu. “Let England Shake” (Bırak İngiltere Sallansın) isimli 8. solo albümüyle… Albüm, Birinci Dünya Savaşı’ndan Irak ve Afganistan’a İngiltere’nin katıldığı savaşlara dair anlatımlarla dolu şarkılar içeriyor. Harold Pinter ve TS Eliot’tan alıntılar yapan sanatçı şarkı sözlerini müzikleri bestelemeden önce yazdı.
Harvey Mercury Ödülleri’nin 20 yıllık tarihinde bu ödülü ikinci kez kazanan tek santçı oldu.Daha evvel 2001 yılında “Stories from the City, Stories From The Sea” (Şehirden ve Denizden Hikayeler) albümüyle 11 Eylül 2001 yılında aynı ödülü kazanmış ama törene katılamamıştı çünkü o sırada kendi deyimiyle “Pentagon’un yanışını” otel odasından izlemeye maruz kalmıştı.
Sekizinci stüdyo albümünü yazmanın çok uzun zamanını aldığını ve kendisi için çok önemli bir albüm olduğunu da ekliyor PJ Harvey. Sadece kişisel arayışı için değil, tüm dünyada son 10 senede süregelen kaotik durumlar ve savaşlardan etkilenerek yazdığını söylüyor tüm yeni şarkılarını. Gotik elbisesiyle ödülünü almdan önce “The Words That Maketh Murder” (Cinayeti hazırlayan kelimeler) şarkısını, müthiş bir enerji ile söyleyip seyircileri hayrette bırakıp sarsmayı başarıyor.
9 Ekim 1969 doğumlu İngiliz şarkıcı, ozan, müzisyen ve sanatçı PJ Harvey’in Patti Smith ekilenimi çok net. Punk ruhu olan muhalif ozan Patti Smith’i anlatan belgeselde, kendisinin ne kadar güçlü bir söylemi olduğunu ve dobra/sözünü sakınmayan tavrını, otobiyografisi “Just Kids” (Sadece Çocuk) da naif ruhunu ne kadar koruduğunu da anlamıştım. Pj Harvey’in ruhunda ve sesinde Patti Smith titreşimlerini her zaman duydum. Adeta Patti’nin kız kardeşi gibiydi ama feminen’liğin kurallarını da kendi stiliyle yeniden yazıyordu adeta. “Cinayet Yaratan Kelimeler” gibi de çevirebileceğimiz bestesine hayran kaldığını The Guardian adlı medya kuruluşuna anlatan Patti Smith, Pj Harvey’e olan sevgisini ve hayranlığını gizlemiyor.
Piyano, bas ve çeşitli klavye türlerini de çalmakla haşır neşir olan PJ’in bu çok yönlülüğü kendime yakın bulduğum bir durum. Şarkılarını tamamiyle sahiplenen ve her köşesiyle bir heykeltıraş gibi uğraşmayı seven bir sanatçı Pj Harvey. Nick Cave ile bir ilişkisi olduğu söylentileri çıkmıştı. Tricky ve Radiohead ile ortak işler yaptı ve Marianne Faithfull’ a şarkılar verdi.
PJ Harvey'in gitar, bas ve davul üçlemesiyle çıkan "Dry" isimli ilk albümü büyük başarı kazanmıştı. Albüm sadece Birleşik Krallık'ta değil, dünyada ve özellikle Amerika Birleşik Devletleri'nde de beğenilmişti. PJ Harvey aynı dönemde Rolling Stone dergisi tarafından en iyi şarkı yazarı ve en iyi yeni kadın vokalist seçilmişti. Kurt Cobain, en beğendiği 50 albümden biri olduğunu söylemişti. Daha ne olsun?
Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com
Sonbahar Başlarken…
Sonbahar Başlarken…
4 Eylül 2011 Pazar BirGun eki
Kelimeler bazen tükenir klişesi vardır. Bu gece bu yazıyı yazmaya başlarken aslında daha ziyade dizeler var kafamda…Gazeteye dize yazılır mı demeyin, elbette sıra dışı bir durum olur. Denemeler de dize sayılmaz mı aslında? Kelimelerin bittiği yerde gerçekler mi başlar yoksa tam tersi mi bilmiyorum. Tek bildiğim 1 Eylülü 2 Eylüle bağlayan gecede bu yazıyı yazarken, güzelim Temmuz ayının ve İzmir’deki keyifli günlerimin ne çabuk geçtiğine kafayı takmış olmam…
Dün gece Taksim’de burnumuzun dibinde patlayan silahlar, İzmir’e olan özlemimi perçinledi. Evet, kelle koltukta gezmek bir insanın mecburiyeti olmamalı… Tüm iş imkanları bu şehirde diye hapsolduk kaldık…Çifte yaşam kurmak en güzeli ama bazı köprüleri de kafada yakmadan olmuyor işte…Her şeyin bir bedeli var elbet…
Elimde eski biletler var…Rüyalarımın kapısını aralayan biletler… Sonra düşünüyorum tekrar : Galiba kafasında gözle görülmeyen bir huni olanları sevdim hep. Dostluk ve aşk gibi kelimeler de ne kadar sınırlayıcı aslında…Etiketleri hiçbir zaman sevmedim…Sadece dert anlatabilmek için lazım oldular yoksa gerçekten çok boğucu ve kısıtlayıcı buluyorum etiketleri... Şekli şemali yok ne dostluğun, ne aşkın, ne sevgili olmanın…Kuralı da yok…
Sonuç olarak tüm gezinti ruhumuzun içinde…Dışarıda olanlar, gönül gözüyle bakarken şairane bir tavrın bu çağda bazen çırpınışları bazen kaçışları…
Kariyerist insanlar bana plan yap, plan yap diyorlar ama asla planların insanı olmadım galiba. Karşıma doğru ekip çıkmadı ve sanırım özgürlüğüme düşkün oldum. Doğru sinerjiyi yakalamak klişe lafı cümlesi ya ; Sahiden öyle. Doğru insanları, ekibi, müzisyenleri ve prodüktörü bulamadıkça veya o motivasyonu beraber sağlayamadıkça, Don Kişot olarak kalıyorsunuz ve bir başınıza yürümek daha cazip geliyor, kariyerist mantıkta ideal olmasa da.
Taşları yavaş yavaş diziyorum evet. Galiba en zor yolları seçiyorum ama zaten özgürlüğün bedeli de bu değil midir? Sindire sindire ilerlemek…
En motive edenler de bazen en çakal kafalar çıkabiliyor üstelik. Bu tür durumları çok yaşadım. Kendi çıkarları için sizi motive edip sonra da parsayı toplayarak kaçanlar çok fazla var. Bunca senenin deneyimini de, büyümüş de küçülmüş tiplere anlatmanız mümkün değil elbet… Zaten anlatmaya çalışmıyorum bile…Sadece daha dingin bir kafa ile üretmek istiyoum artık. 20’li yaşların o lüzumsuz hırslarından bağımsız kalarak. Kendi kendini yormaktan başka bir işe yaramıyorlar çünkü.
Sonbahar’da da güneye inilebilir aslında ama burada bekleyen çok iş var. Ailevi sorumluluklar vesaire derken gri şehir ile baş başa kaldık. Gri derken sokaktaki çatışmalı durumları ve gerginlikleri kastediyorum. Gerçekten çoğu metropol artık huzurdan uzak…
Bir balıkçı köyünde yaşamak, Ortaçgil gibi, çok cazip gelebiliyor böyle zamanlarda…
Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com
4 Eylül 2011 Pazar BirGun eki
Kelimeler bazen tükenir klişesi vardır. Bu gece bu yazıyı yazmaya başlarken aslında daha ziyade dizeler var kafamda…Gazeteye dize yazılır mı demeyin, elbette sıra dışı bir durum olur. Denemeler de dize sayılmaz mı aslında? Kelimelerin bittiği yerde gerçekler mi başlar yoksa tam tersi mi bilmiyorum. Tek bildiğim 1 Eylülü 2 Eylüle bağlayan gecede bu yazıyı yazarken, güzelim Temmuz ayının ve İzmir’deki keyifli günlerimin ne çabuk geçtiğine kafayı takmış olmam…
Dün gece Taksim’de burnumuzun dibinde patlayan silahlar, İzmir’e olan özlemimi perçinledi. Evet, kelle koltukta gezmek bir insanın mecburiyeti olmamalı… Tüm iş imkanları bu şehirde diye hapsolduk kaldık…Çifte yaşam kurmak en güzeli ama bazı köprüleri de kafada yakmadan olmuyor işte…Her şeyin bir bedeli var elbet…
Elimde eski biletler var…Rüyalarımın kapısını aralayan biletler… Sonra düşünüyorum tekrar : Galiba kafasında gözle görülmeyen bir huni olanları sevdim hep. Dostluk ve aşk gibi kelimeler de ne kadar sınırlayıcı aslında…Etiketleri hiçbir zaman sevmedim…Sadece dert anlatabilmek için lazım oldular yoksa gerçekten çok boğucu ve kısıtlayıcı buluyorum etiketleri... Şekli şemali yok ne dostluğun, ne aşkın, ne sevgili olmanın…Kuralı da yok…
Sonuç olarak tüm gezinti ruhumuzun içinde…Dışarıda olanlar, gönül gözüyle bakarken şairane bir tavrın bu çağda bazen çırpınışları bazen kaçışları…
Kariyerist insanlar bana plan yap, plan yap diyorlar ama asla planların insanı olmadım galiba. Karşıma doğru ekip çıkmadı ve sanırım özgürlüğüme düşkün oldum. Doğru sinerjiyi yakalamak klişe lafı cümlesi ya ; Sahiden öyle. Doğru insanları, ekibi, müzisyenleri ve prodüktörü bulamadıkça veya o motivasyonu beraber sağlayamadıkça, Don Kişot olarak kalıyorsunuz ve bir başınıza yürümek daha cazip geliyor, kariyerist mantıkta ideal olmasa da.
Taşları yavaş yavaş diziyorum evet. Galiba en zor yolları seçiyorum ama zaten özgürlüğün bedeli de bu değil midir? Sindire sindire ilerlemek…
En motive edenler de bazen en çakal kafalar çıkabiliyor üstelik. Bu tür durumları çok yaşadım. Kendi çıkarları için sizi motive edip sonra da parsayı toplayarak kaçanlar çok fazla var. Bunca senenin deneyimini de, büyümüş de küçülmüş tiplere anlatmanız mümkün değil elbet… Zaten anlatmaya çalışmıyorum bile…Sadece daha dingin bir kafa ile üretmek istiyoum artık. 20’li yaşların o lüzumsuz hırslarından bağımsız kalarak. Kendi kendini yormaktan başka bir işe yaramıyorlar çünkü.
Sonbahar’da da güneye inilebilir aslında ama burada bekleyen çok iş var. Ailevi sorumluluklar vesaire derken gri şehir ile baş başa kaldık. Gri derken sokaktaki çatışmalı durumları ve gerginlikleri kastediyorum. Gerçekten çoğu metropol artık huzurdan uzak…
Bir balıkçı köyünde yaşamak, Ortaçgil gibi, çok cazip gelebiliyor böyle zamanlarda…
Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)