Gökkuşağının altından geçerken...

Gökkuşağının altından geçerken...

4 Eylül 2012 Salı

RHCP ve Kings of Convenience konserlerine az kala :



RHCP ve Kings of Convenience  konserlerine az kala :
 2 Eylül 2012 BirGün Pazar Eki

Yaşam enerjisi veren ve bas gitaristlerinin stilini çok sevdiğim, konser DVD’lerine doyulmayan, vokalisti Antony Kiedis’in otobiyografisini İngilizceden birkaç günde heyecanla okuduğum grup… Konser kaçmaz diyerek bileti aldım. 8 Eylül’deki konser Santral İstanbul’da… Dilerim radyo yayınım sonrasına denk gelen konser, olaysız geçer. Nedense kendimi böyle dev konserlere gitmek  için yaşlı hissediyorum , belki de çok olaylı bir ortamdayız ondan. Açık Radyo’da grubun en sevdiği şarkıları çaldım, Mojo dergisi seçkisinden. Fun’un devlerinden, punk’a epey eklektik bir listeleri var.
Red Hot Chili Peppers (RHCP), 1983 yılında kurulmuş; funk, punk ve metali harmanlayarak müzik yapan ABD'li bir gruptur. Grubun kurucuları Anthony Kiedis, Micheal Balzary, Hillel Slovak ve Jack Irons'dır. İlk isimleri ‘Tony Flow And the Miraculously Majestic Masters of Mayhem’ olan grup, aynı yılın sonunda EMI plak şirketiyle sözleşme imzaladı. Daha sonra isimlerini Red Hot Chili Peppers olarak değiştirmişlerdir.
Bana huzur veren grup ise akustik ikili Kings of Convenience. Misread şarkısını arka arkaya kaç kere dinlediğimi sayamam ve Riot on an Emty Street, en sevdiğim albümleri…
Norveç'li yaşıt ikili, 2000’lerin başından beri çıkardıkları 3 albümle müzik otoritelerinin dikkatini çekmeyi başardılar. Şarkıları beraber yazıp söyleyen Erlend ve Eirik, Kings of Convenience projelerinin yanısıra birçok yan projede de çalışıyorlar. Özellikle Erlend OyeWhitest Boy Alive grubuyla da başarı basamaklarını hızla çıkmakta.

Kings'in ilk albümü olan Quite is the new loud (2001) prodüktörlüğünü aynı zamanda Coldplay için de çalışan  Ken Nelson yapmış. Albüm büyük başarıya imza atarak, ikilinin geniş kitlelerce tanınmasını sağlamış. Albümün başarısının ardından ikili albümün remix versiyonunu da yayınlayarak Versus (2001) adını vermiş.

Erlend'in Dj Kicks serisine katkıda bulunması, bu sürecin içine Unrest isimli solo albümünü de sıkıştırması da işin cabası.

İkili ikinci albümleri olan Riot on an Empty Street'i 2004 yılında yayınladılar. İlk albümdeki müzikaliteyi aynen korumayı başaran müzisyenler, meraklı takipçilerinin yüreğine su serperek yakın gelecekte İskandinav popunun fenomenlerinden olacaklarının sinyallerini verdiler.

İkili resmi internet sitelerinden yeni albümlerini Ekim 2009 tarihinde yayınlayacaklarını duyurdu. Ekim 2009 yılında Declaration of Dependence yayınlandı. 10-14 nisanda Babylon konserleri ertelenen grup, 26-27-28 Eylül tarihlerinde  konserler verecek.

İki yabancı isim saydım ama başlığa koymadığım ve belki daha sonraki yazımlarımdan birinde bahsedeceğim iki de yerli konserin heyecanını taşıyorum : Sezen Aksu ve İlhan İrem. (tarih sırasıyla yazdım.) Zira iki büyük ismi de, ilk kez canlı izleme şansına erişeceğim. Çok eski zamanlarına da denk gelmek isterdim.

Yaralı ruhua biraz olsun, şerbet vermek lazım diye düşünüyorum. Konserlere gitme ve kalabalık konusunda, eski şarjım olmasa da, şifaya ihtiyacım var galiba…
Elbette ki müthiş konserler olacağını umuyorum… Ruha , bir yardım eli uzatan türden…

Ece Dorsay

ecedorsay@yahoo.com

ELLIOT SMITH : Kırılgan sesli Ozan



ELLIOT SMITH : Kırılgan sesli Ozan
26 Ağustos 2012 BirGun Pazar Eki

Geçen gün radyo programımı Elliot Smith’e ayırdım ve müthiş kapaklı, New Moon albümünden parçalar çaldım. Ek olarak, Good Will Hunting (Can Dostum) filminin harika şarkısı Angeles ile programa giriş yaptım. Bu yazımda, Elliot’un kısa ama üretken yaşamına değinmek istiyorum :

“1969 senesinde Nebraska'da dünyaya gelen Amerikalı indie rock müzisyeni Steven Paul 'Elliott' Smith, ailesinden kaynaklanan sorunlardan dolayı oldukça zorlu bir çocukluk dönemi geçirdi. 10 yaşındayken gitar çalmayı öğrenen Smith, aynı zamanda "Fantasy" adlı ilk bestesini hazır hale getirdi. Küçük yaştan itibaren The Beatles, Bob Dylan, KISS, The Clash ve Elvis Costello gibi isimleri dinlemeye başlayan sanatçı, 14 yaşındayken Oregon'a taşındı. Lisedeyken 'Stranger Than Fiction' adlı gruba katılan müzisyen, aynı zamanda kendisine artık Elliott olarak hitap edilmesini istiyordu.

 1991 senesinde öğrenim gördüğü ünversiteden felsefe ve politika bilimi diploması alan Elliott Smith, üniversite dönemi sırasında 'Heatmiser' adlı garage punk grubunu oluşturdu. Grupta Smith dışında Neil Gust, Brandt Peterson, Tony Lash ve Sam Coomes bulunurken, grup 1992 senesinde "The Music Of Heatmiser" adlı EP'yi yayımladı. 1993 senesinde "Dead Air" adlı ilk albümünü Frontier Records etiketiyle piyasaya süren beşli, 1994 senesinde "Yellow No. 5" adlı EP'yi ve "Cop And Speeder" adlı 2. albümünü müzikseverlere sundu. Bu sırada Virgin ve BMG gibi önemli plak şirketleri Smith ile irtibata geçerken, sanatçı ilk solo albümünü yayımlamak için Cavity Search Records adlı plak şirketiyle anlaştı.

1994 senesinde "Roman Candle" adlı ilk solo albümünü piyasaya süren Elliott Smith, albümün içerisinde daha önceden hazırlamış olduğu bestelerine yer verdi. Albümün sözlerinde depresyon, uyuşturucu bağımlılığı ve ihanet gibi konuları işleyen Smith, albümün soundunda genelde akustik gitarını kullandı. İlk solo konserini aynı senenin sonuna doğru gerçekleştiren sanatçı, bu performans sonrasında bir başka indie rock müzisyeni Mary Lou Lord ile irtibata geçti ve sanatçıyla birlikte ufak çaplı bir Amerika turnesine çıktı.

 1995 senesinde kendi ismiyle aynı ismi taşıyan 2. solo albümünü Kill Rock Stars adlı bağımsız plak şirketinden yayımlayan Elliott Smith, albümde Spinanes grubunun vokalisti Rebecca Gates ve Heatmiser grubundan arkadaşı Neil Gust'ı konuk müzisyen olarak davet etti. Albüm sound olarak ilk albüme benzerken, albümde yer alan "Needle In The Hay" gibi parçalar, Smith'in uyuşturucuyla olan problemlerini gözler önüne seriyordu.

 1996 senesinde grubu Heatmiser ile "Mic City Sons" adlı albüme imza atan Elliott Smith, albüm sonrasında grupla birlikte bir performans gerçekleştirdi ve grup bu konser sonrasında dağılma kararı aldı. Aynı sene Jem Cohen adlı yönetmen, Smith'in parçalarını kaydederek "Lucky Three: an Elliott Smith Portrait" adlı kısa filminde kullanmak istediğini belirtirken, film 1997 senesinde yayımlandı. Aynı zamanda "Either/Or" adlı 3. solo albümünü Tom Rothrock ve Rob Schnapf prodüktörlüğünde yayımlayan sanatçı, albümdeki her enstrümanı kendisi çaldı. Albümde korku, Tanrı, ölüm ve varoluş konularını işleyen müzisyen, albümün ismini Soran Kierkegaard'ın aynı isimli felsefe kitabından etkilenerek koydu.

1997 senesinde Gus Van Sant'in filmi "Good Will Hunting"in müziklerini Danny Elfman ile hazırlayan Elliott Smith, 1998 senesinde ilk kez bir televizyon programına katılarak film için hazırladığı "Miss Misery" adlı parçasını performe etti. Bu parçayla Oscar'larda "En İyi Film Müziği" kategorisinde aday olarak göserilen Smith, tören gecesine katılarak parçasını burada da çaldı. Aynı sene The Beatles'ın "Because" adlı parçasını baştan yorumlayan sanatçı, bu parçayla Sam Mendes'in Oscar ödüllü filmi "American Beauty"nin soundtrack'inde yer aldı.

1998 senesinde DreamWorks Records ile anlaşmaya varan Elliott Smith, aynı zamanda oldukça önemli bir depresyon dönemi içerisine girmişti. Senenin sonuna doğru "XO" adlı 4. solo albümünü Tom Rothrock ve Rob Schnapf prodüktörlüğünde piyasaya süren Smith, albümün soundunda ilk 3 albümden farklı olarak nefesliler ve yaylılar gibi değişik enstrümanlara bulundurdu. Albümde yer alan "Independence Day" adlı parçada ilk kez bir davul sample'ı kullanan sanatçı, albümden "Waltz #2 (XO)" ve "Baby Britain" adlı parçaları single olarak yayımladı.

2000 senesinde "Figure 8" adlı 5. solo albümünü yine Tom Rothrock ve Rob Schnapf prodüktörlüğünde müzikseverlere ileten Elliott Smith, albümde 1960'ların grupları The Kinks, The Beatles ve The Zombies'in soundundan etkilendiğini belli ediyordu. Albümden "Happiness" ve "Son of Sam" parçaları single olarak yayımlanırken, albüm sonrasında Smith, albümün tanıtımı için Amerika'da konserler gerçekleştirmeye başladı.

 2001 ve 2002 senelerini yaşadığı uyuşturucu problemleri yüzünden hayli zor geçiren Elliott Smith, en son 2003 senesinin Ağustos ayında "Pretty (Ugly Before)" adlı parçasını single olarak piyasaya sürdü. Steve Hanft'ın "Thumbsucker" adlı filmi için "Let's Get Lost" adlı parçasını ve Big Star'ın "Thirteen" ile Cat Stevens'ın "Trouble" parçalarını baştan yorumlayarak kaydeden Smith, ne yazık ki 21 Ekim 2003 tarihinde kızarkadaşı tarafından evinde ölü olarak bulundu. Sanatçının ölüm nedeni intihar olarak belirtilse de bazı hayranlar hala durumun böyle olmadığını düşünüyor.

 Elliott Smith'in ölümünün ardından Amerika, İngiltere ve İzlanda'da anma konserleri düzenlenirken, sanatçı için şu ana kadar birçok beste yazıldı ve şarkıları baştan yorumlandı. Smith'in 2001 senesinde kayıtlarına başladığı 6. solo albümü "From a Basement of Hill", sanatçının ailesinin öncülüğüyle, 2004 senesinde Rob Schnapf ve Joanna Bolme prodüktörlüğünde hayranlara sunuldu. Sanatçının kaydetmiş olduğu birçok karanlık temalı şarkı albüm içerisinde yer almazken, bu durum müzisyenin bazı hayranlarından tepki topladı.

En son 2007 senesinde "New Moon" adlı 2 CD'lik derleme albüm, Kill Rock Star etiketiyle müzikseverlere sunuldu ve albüm içerisinde Elliott Smith'in 1994 - 1997 dönemi arasında hazırlamış olduğu demo parçalarına ve b-side'lara yer verildi. Ayrıca, bir süre önce piyasaya sürülen "Elliott Smith" adlı kitap sanatçının resimleri, orijinal el yazmaları ve yakınlarının görüşlerinden oluşuyor.”

Bir tane de olsa, orijinal Elliot Smith albümü alın, pişman olmazsınız, özellikle akustik gitar tınılarını ve folk ruhunu seviyorsanız… Kırılgan sesli bu ozanı dinlemelisiniz…

Ece Dorsay

ecedorsay@yahoo.com

Janis Joplin Melankolisi…



Janis Joplin Melankolisi…
12 Ağustos 2012 Birgun Pazar Eki

Geçen hafta Janis Joplin şarkıları çaldım radyoda. Muazzam bir vokal… Aşk acısını , öfkeyi , haykırışı , sevgisiz bir dünyaya hapsolmuşluğun sıkıntısını bu kadar mı iyi anlatır bir ruh….
Biyografisi okunmalı, kısa da olsa… Bugün, biyografisinden alıntıya yer vermek isterim :

“19 Ocak 1943 tarihinde Port Arthur, Teksas'ta, çalışan bir ailenin ilk çocuğu olarak dünyaya geldi. Bir rafineri kasabasında büyüyen Janis, yeni tanıştığı herkes tarafından sıradışı biri olarak nitelenirdi. Gençlik yıllarında sanatçı kişiliğini farkeden ailesi, onu bu alanda kendini geliştirmesi için teşvik etti. 14 yaşına geldiğinde toplum tarafından sıradışılığı yüzünden dışlanmaya başlayan Janis, kendini müziğin ve sanatın içinde gizlemeye karar verdi. 18 yaşına geldiğinde, Teksas'taki birçok yerel klüpte sahne almaya başladı. Daha sonraları blues müziğine olan ilgisinin tükendiğini düşünerek, Lamar State College of Technology'e girdi. 1963 yılında okulunu bıraktı ve müzik kariyeri üzerine yoğunlaşmaya karar verdi.
1963 yılında otostopla geldiği California Dreamin'da hippi hareketine dahil oldu. Kısa zaman içinde San Francisco ve Venice Plajı'ndaki kafe ve klüplerin ayrıcalıklı bir müdavimi haline geldi. California'da geçirdiği iki yılın ardından kontrolünü büyük oranda kaybeden Janis, alkol ve amfetamin kullanmaya başladı. Bu gidişe dur demek için Port Arthur'a geri dönerek, ayrıldığı okuluna yeniden kaydoldu. Okulunda çok başarılı olmasına rağmen, bu doğrultuda gelişmekte olan hayatından hiçbir zaman memnuniyet duymadı.
Janis, küçük kasaba yaşamına ayak uyduramayacağını anlar anlamaz California'ya geri döndü. Burada, arkadaşı ve menejeri olan Chet Holmes tarafından Big Brother and the Holding Company adlı bir gruba solist olması için önerildi. Bu grupla çalışmaya başlayan Janis, 1967 yılında sahne aldıkları Monterey Uluslararası Pop Festivali'nde, bir blues klasiği olan "Ball and Chain" ile izleyenleri büyüleyerek, grubun ilgi odağı olmasını sağladı. Bu performans sonrasında aldıkları albüm teklifini geri çevirmeyen grup, 1968 yılında ilk albümünü yayınladı.
1968 yılında, grubun menejerliğini üstlenen Albert Grossman, Columbia Records plak şirketiyle bir anlaşma imzalamayı başardı ve aynı yıl grubun "Cheap Thrills" albümü bu şirketin etiketi ile yayınlandı. Bu albümde, "Piece of My Heart", "Ball and Chain" ve "Turtle Blues" gibi klasikleşmiş blues şarkılarının canlı versyonları da yer almaktaydı. Bu albümün başarısı sayesinde sekiz hafta boyunca listelerde üst sıralarda kalmayı başaran grubun adı artık "Janis Joplin with Big Brother and the Holding Company" olarak anılmaya başladı.
Arka arkaya gelen büyük başarılar, grubun uyuşturucu ve alkolle olan bağını daha da arttırdı, sıklıkla pahalı uyuşturucularla yapılan alemler grubun performansını ve iş ilişkilerini kötü yönde etkiledi. 1968'in sonunda, Big Brother and the Holding Company son bir performans gerçekleştirdikten sonra dağıldı.
Sonraki sene kariyerine tek başına devam etme kararı alan Joplin, 1969 yılının Haziran ayında gerçekleştirilen Woodstock festivalinde sahne alarak yeniden büyük bir beğeni toplamayı başardı. Blues'un yanında caz müziğine de herzaman ilgi duymuş olan Joplin, aynı yıl "The Cozmic Blues Band" i kurdu ve "I Got Them All' Kozmic Blues Again Mama!" albümünü yayınladı.
Kazandığı başarılarla birlikte artan stresini bastırmak isteyen Joplin, eroin kullanmaya başladı ve kullandığı diğer uyuşturucuların ve alkolün miktarını gün geçtikçe arttırdı. 1969 yılının sonunda bu gidişatının doğru olmadığını farkederek tüm bağımlılıklarına son verdi ve yeni bir başlangıç yapmak için "The Full Tilt Boogie Band" adlı grubu kurdu.
1969 yılında, "Pearl" albümün kayıtları için stüdyo çalışmalarına başladı ancak, ihtiyaç duyduğu ilhamı bulmak için yeniden eroine başvurdu. 4 Ekim 1970 günü, henüz 27 yaşındayken, Los Angeles'taki Landmark Motor Hotel'de aşırı dozda eroin yüzünden hayatını kaybetti.
Ölümünün ardından yayınlanan albümünde yer alan "Me and Bobby McGee" ve "Mercedes Benz" gibi şarkıları ile haftalarca listelerde üst sıralarda yer aldı.
Janis Joplin, yaşadığı zamanda olduğu gibi günümüzde de, gelmiş geçmiş en iyi kadın blues şarkıcılarından biri olarak kabul edilmektedir.”

Bu bilgiler ışığında diyebiliriz ki : İyi ki bir Janis geçmiş bu dünyadan. İyi ki bir Amy Winehouse da geçmiş. Haftaya da Amy’den bahsederiz belki… Melankolik sesleri daha iyi tanımalı…

Ece Dorsay

Kelimelerin Döküldüğü Yerde
5 Ağustos 2012 BirGün Pazar Eki 

Kelimelerin döküldüğü yerde, şifa geliyor mu acaba ruha? Kayıp ruhların, selamlaştığı sanal dünyada, gerçekliğinden kopmuş insanların kalp atışlarına maruz kalmak zor kimi zaman…
Sevginin, dostluğun, insanlığın yavanlaşarak kaybolduğu çizgisel bir daire. Her gün tekrarlarla yaşayan insancıklar. Kendi tekrarlarında kaybolan, nereye ve neye imza attığını bilmeyen, çaresizce, bilinçsizce yalpalanan ruhlar. Kimsenin birbirine hayrı kalmadığı gibi, tek verecekleri şey, zarar olan ruhlar. Bu yüzden işe, hobiye, uğraşlara sarılmak gerekiyor bu zamanda. İnsan odaklı bir çağda değiliz. Para veya genel kapsamda maddiyat odaklı bir çağdayız. Maddiyatın dibine vurulan bir ortamdayız. Dışarıda şimşekler çakıyor. İyi de geliyor ilk kez ruhuma. Tüm manasızlıkların orta yerine çakan şimşek, biraz olsun yeniden başlama gücü verebilir insana. İnsanlığın öldüğünü bilmem kaçıncı darbeyle anlıyorsunuz. İnanmak istemeyene anlatıyorlar : Tekmeleyerek dallarınızı, ezerek çiçeklerinizi.

Zarafet, incelik diye bir kavramın varlığı kalmamış. Nasıl göründüğünüze bakıyorlar. İyi görünmek çok kolay kimi için. Gerçekten yaptıklarınıza değil onları nasıl sunduğunuza, reklame ettiğinize bakılan bir çağdayız. Duyarlılıkların, pazarlandığı bir sanal ortamdayız. Kimse, gerçekten kendini taşıyamıyor. Kendi hissettiklerinin, inandıklarının arkasında duramıyor insan. Çok fazla çıkarı var. Çok fazla endişesi var. Kaybetmek istemediği çok fazla çürük elma var. Çağımızın insanı, siyasi görüşlerini savunurken, kendini gizliyor. İnsanın faşizme olan daimi öfkesi, kendi içinde gizlediği faşistle savaşı olabilir mi?  Dışavurarak, idealizmi öven söylemlerin sahipleri, kendi hayatlarında ne kadar idealist acaba? Hümanizm çığırtkanlığı yapanların, kalpleri taşla dolmuş, çok ironik… İnsanlıktan durmadan bahsedenlerin, insanlara tahammülsüz olmasına ne demeli? Ben öğrendim : İnsanların yaptıklarına bakıyorum artık, söylediklerine değil. Geç öğrendim belki bunu… ama yaptıkları derken sadece kariyer anlamında değil, iş anlamda değil. İnsanlara olan tavrına bakıyorum, tutarlı mı diye bakıyorum.

Kısacası insanlar, metaforik olarak, üzerlerine giydikleri kıyafeti ve taktıkları maskeyi ne kadar kendilerine uydururlarsa o kadar başarılı oluyorlar diğerlerini kandırmakta. Ruhunuzu, kalbinizi, inandıklarınızı göğsünüzde taşıyorsanız vay halinize. Ya çocuk muamelesi, ya saf muamelesi, ya da dışlanmaya maruz kalma. Bu paranoyak ortamda zaten sanal iletişim hiç tarzım değil ama buraya hapsettiler hepimizi. Başka tür iletişime kapalı milyon insan var mıdır?

Kelimeler, cümleler, paragraflar… Ne yazsak, ne desek, tam olarak ifade edemiyorlar parçalanmışlığımızı…  Hapsolduğumuz bu tüketim dünyasının içinde, ürettiklerimiz kuş yemi kadar değer görüyor ama bizim gibiler inatla devam ediyor çünkü başka bir varoluş biçimi bilmiyoruz, tanımıyoruz. Sürekli tüketerek yaşamak, eksik yaşamaktır. Hatta her gün biraz daha eksilmektir. Gerçekten üretimle uğraşan, kendini ve yaşamı yeniden üreten biri anlar bunu. Aslında üretmek sadece sanat veya işten ibaret değil. Hayatı daha manalı kılmak için, güzel bakış açıları üretmek en zoru. Bu bakış açısıyla daha verimli oluyor zaten insan. Bu karanlık çağda da, üretime dayalı bakış açısını içselleştirip, tüm kötülüklere rağmen yürümek zor ama denemeye değer… Başka ne için dünyadayız ki zaten?

Ece Dorsay





Sanal Konserler ve Ses Kayıt Cihazları
29 Temmuz 2012 Pazar  BirGun Gazetesi Pazar Eki


Dün gece Madonna’nın Live At Olympia konserini, web’den canlı izledim. Çok net ve temiz bir yayındı ses ve görüntü olarak. Yarısında bitti gerçi devamı gelmedi nedense. Web broadcast dedikleri, internet yayını olayını hem seviyorum hem sevmiyorum. Güzel tarafı, br konser sahnesini net bir şekilde, hem de canlı olduğunu bilerek izlemek/dinlemek. Sevimsiz yanı ise, asla konserde olmak gibi değili de geçtim, DVD’de dev ekranda, iyi sistemden izlemek gibi değil. Canlı yayın olduğu için, ekran çözünürlüğü de limitli. Çok devasa stadyum konserlerinde ekranı görememek, çok sıradan bir durum. Ses de dağılıyor. Bazen gerçekten web’den izlemenin tadı başka oluyor sadece detayları yakalayabilmek adına.

Sanal konserler, epeyce yaygınlaştı artık. U2’dan Coldplay’e, Pj Harvey’den Madonna’ya ve hatta indie isimlere, tüm sanatçılar web’den canlı konser yayını da yapmakta. Tabii, doğru zamanı yakalamak lazım, ajandalar karmaşık olabiliyor, kimin ne zamana denk geleceği belli olmuyor Saat farkları yüzünden Amerika konserleri, bizde saçma bir saate denk gelebiliyor ama keyfi de canlı olması zaten. Yoksa aç youtube’u seyret eski bir konser. İndiren de vardı.

Live Aid’in postmodern versiyonunu da, web broadcast yapmışlardı, tüm dünya, aynı anda hem televizyondan hem de web’den izleyebildi. Yakın zamanda, Kanyon’da düzenlenen akustik konserler, web’den canlı yayınlandı ama ne kadar başarılı oldu tartışılır, izlemeye çalışıp bağlanamadığımı hatırlıyorum video sayfasına. Sağlam teknik altyapı isteyen işler. Bizde normal bağlantıda bile  ciddi problemer yaşanırken, böylesi bir teknoloji ne kadar yaygınlaşır, tartışılır. Tabii konser kültürü de az olan bir ülkedeyiz.

Bu aralar heyecan duyduğum bir başka konu da; aslında her zaman olduğu biri ses kaydı. Ama bilgisayarla, stüdyo ortamında yapılan komplike kayıtlardan bahsetmiyorum. Minik cihazlarla, evde başarılı sonuç verebilen, mobil cihazlar beni ilgilendiriyor en çok. Zoom, bu konuda epey başarılı deniyor. Gidip bakmak ve denemek şart oldu. Zoom H4N , son model kayıt cihazı mesela, field recorder dedikleri, geniş alanlarda doğa seslerini de temiz alabilen, concenser mikrofon da bağlanabilen başarılı cihazlardan biri. Şu an birçok marka, bu tür cihazlardan yapmakta ama şu an piyasadaki en dört dörtlük cihaz Zoom gibi.
Boss un 8 kanal kaydeden cihazı, beni pek sevindirmemişti ve elimde kaldı maalesef.
Pek kullanamadım. Groovebox olayında zaten, elimdeki en eski cihaza döndüğüm için, bu konuda da kullanımı en kolay cihaza bakıyorum. Pratik olsun ki, ilham geldiği anda kaydedebileyim ve aktarımı da kolay olsun PC’ye.

Teknoloji bizim ruhumuzu kemiriyor ama bir çıkış yolu bulup, faydalarına bakmak lazım acilen. Geçen gün Twitter’daki bir saatlik arıza bile hepimizi bunaltmaya yetti. Demek ki çok bağlanmışız teknolojiye. Elektrik kesildiğinde zaten bir hiç oluyoruz. Orta yolu bulabilsek…

Ece Dorsay

ecedorsay@yahoo.com