İLK ŞİİR KİTABIM VE MOR SESLER
İlk şiir kitabım ‘Mor Rüya’nın yayımlanmasının heyecanını yaşıyorum. Bir kitap çıkarmak, albüm çıkarmaktan bile daha tarif edilmez bir hismiş meğer… Kütüphanenin rafında kelimelerinizin yer alması müthiş bir duygu. Hele de o kelimeler, senelerce yaşadığınız içsel kaoslardan doğan muazzam bir gökkuşağı ile boyalıysa… İşte o zaman bu şiirleri ortaya çıkarmanın bile başlı başına bir içsel başarı olduğunu anlıyor insan… Dünyanın beğenip beğenmemesinin veya onaylamasının çok önemi kalmıyor eğer içsel savaşlarınızda galip gelmişseniz… Toplumsal dayatılardan sıyrılıp kendi yüreğinizin sesiyle üretmişseniz, hayatın rengi daha berraklaşıyor. Tüm bu güzel hislerin henüz tadını çıkaramadım çünkü ileriki yazılarımda bahsetme ihtimalim olan Ales adlı sınava yoğun şekilde çalışmakla meşguldüm.
Kitabımı da ilk, TÜYAP kitap fuarında görebildim çünkü basımdan fuar sabahı geldi.
Ne aradığını pek bilmeyen bir kalabalık vardı sanki… Daha ziyade eğitim kitapları rağbet gördü. Benim bile kütüphanemi Ales kitapları istila ettiyse, elbette ÖSS’ye hazırlananların bu durumda olması çok doğal. Maalesef doğal.
30 yaşında sınav stresi ancak akademisyenlerin dayanabileceği bir şey galiba. Üstelik uzmanlaştığınız bir alan bile değil, yıllardır görmeye görmeye unuttuğunuz matematik ve hiç görmemiş olduğunuz sözel mantık gibi konular… 3 saate sığdırılmış bir kadro umudu… Gerginlik… Stres… Ales ve şiir kitabımın heyecanları birbirine karışırken, bir senedir çıkacak olan albümüm ve en büyük heyecanım pusuda beni bekliyor… Dilerim 2008 yılında tırnaklarımla yaptığım bu albüm, takvim 2010’u göstermeden yayımlanır…
Dilekler bitmiyor elbette…
İki hafta evvelki yazımda ‘Kırılgan Ruhlar’dan bahsetmiştim : Jeff Buckley, Morrissey, Brett Anderson, Nick Drake…. Bu yazımda Patti Smith, Ani Difranco, PJ Harvey ve Tracy Chapman gibi isimlere kısa bir giriş yapmak istiyorum ki zaten bir yazıya sığmayacak isimler… Devamı gelecek bu yazının şüphesiz. Beat şairlerinden fazlaca etkilenmiş olan Patti Smith, alışılmış kadınsı görüntüden uzak ama bana sorarsanız bir o kadar da doğal ve güzel görünümüyle inandıklarını haykırmaktan çekinmedi. Tracy Chapman’da da politik bir duruş ve hiçbir şablona uymayan bir tarz vardı. Di’li geçmiş zaman kullanmamın sebebi, şimdilerde Tracy Chapman’ın adını eskisi kadar duymamamız. Albümler çıkarmaya devam eden ama etrafımızda balon şarkıcıların dönüp durması dolayısıyla az duyurulan bir isim oldu. Ani Difranco gibi bağımsız isimler her daim örnek oldular ana akıma ve gizliden gizliye Alanis Morrisette gibi tatlı su feministlerini bile etkilediler. Alanis’in tavrı Ani Difranco’nun sulandırılmış hali dersek kimseye haksızlık etmiş olmayız bence. Alanis’in Seal cover’ı Crazy’nin klibinde biraz sınırları zorladığını ama bunun da reklam koktuğunu fark etmek zor değil. Zaman zaman inzivaya çekilen Patti Smith her geri dönüşünde fırtına gibiydi ama Ani Difranco’nun üretkenliği herhalde az görünür cinstendi. Koyu feminist ve insan hakları savunucusu minik dev sanatçı 30’lu yaşlarına 20’ye yakın stüdyo albümü sığdırdı.
Kendi bağımsız plak şirketini kurdu ve karavanıyla Amerika’yı boydan boya dolaşıp barış ve özgürlük şarkıları söyledi. Konser şovlarına samimiyeti ve talk-show’umsu mizahını da kattı.
Bir gün canlı izlemek kısmet olur umarım kendisini… PJ Harvey’de alışıldık bakışı kırarak, öfkeli kadın duruşunu sağlamlaştırdı.
Marmara Otel’de kendisinden imza aldığım gün geliyor aklıma. Elinde gitarı, zarifçe yürüyordu. Çelimsizliği asla bir mankeninki gibi değildi çok daha otantik duruyordu.
Alanis dışında, saydığım bu isimler mor renk diyebilirim. Mor isimler benim gözümde hepsi… Mor renkte söylerler şarkılarını… Pembe ve mavi karışımı…
Alanis Morisette veya Pink’in mor renkleri, ana akıma renk katmaları açısından hoştur ama gerçek mor renklere sahip olanlar, ilk saydığım isimlerdir her zaman gözümde…
Ece Dorsay
23 Kasım 2009 Pazartesi
8 Kasım 2009 Pazar
KIRILGAN VE ASİL SESLER
KIRILGAN VE ASİL SESLER
16:57 08 Kasım 2009
Birgun Gazetesi
Ece Dorsay
K ırılgan ama bir o kadar da güçlü kişilikler, özgün duruşlar, car car bağırmadan haykıran güzel sesler…. Brett Anderson, Perry Blake , Jeff Buckley, Nick Drake ve Morrissey… Zaman geçtikçe daha da değerlenecek bir müzik yaptıkları aşikar. Ama onların seslerini duymak için biraz araştırmacı dinleyici olmak gerekiyor çünkü MTV’de sabah akşam klipleri dönmüyor. Peyote’de The Smiths grubunu anma gecesinde Morrissey’den de çaldım çünkü kendisi, solo projeleri ile ruhuma dokunmuş bir isim ve o gece yabancı dinleyicilerden aldığım tepki muazzamdı. Gözleri ıslak yanıma gelip diz çöken Bowie endamındaki siyah pardesülü İngiliz adamı hayatım boyunca unutamayacağım herhalde….“Sen zaten biliyorsun” dedi bana ve başka şey söylemeden gitti…
Az ve öz konuşmak böyle bir şey olsa gerek… Brett Anderson’da sadeliğin zarafetini görüyorum. H2000’de onunla aynı festivalde çalmış olmak bir ayrıcalıktı. Bunu şimdi daha iyi anlıyorum. Suede’den sonraki solo projesi kalbi delip geçiyor. Jeff Buckley’in dileğiyse asla trajik bir kahraman olarak anılmamaktı. Bu isteği, babası Tim Buckley’in kaderini paylaşarak henüz 31 yaşında nehirde boğulmasıyla sona erdiğinde hayat gene oyunlarından birini oynamıştı. Konserini her izlediğimde asla sona ermeyecek bir şölende hissediyorum kendimi.. Tek ve mükemmel albümü Grace ile zarafetin orta yerinde duruyor. ‘Aşk nerede?’ diyor, ‘yürüyen ölülere’ dönüşmüş insanlardan bahsediyor tıpkı etkilendiği Morrissey gibi. Morrissey de “İsa’yı affediyorum bana verdiği tüm sevgi ve aşka rağmen, sevgiyi paylaşacak kimse yok ki bu sevgisiz dünyada” derken yeryüzünde artık azalan sevgi yokluğundan dolayı kıvranıyordu…. Brett’in ‘Aşk artık öldü’ diye haykırışı ve ‘kurnaz dostlar sonunda ortadan kaybolurlar inan bana’ deyişi yalnızlığımıza merhem oluyor çünkü anlıyoruz ki en azından kırılgan ruhların duyarlılıkları aynı… Hissiyatlar aynı gökkuşağı boyaları sürünmüş sevgi dolu ruhlarda… Nick Drake’in sakin ve huzurlu hali son işlerinde depresif bir hal almıştı. Elleri titriyordu artık sahneye çıkamıyordu…Bestesinde, ‘ancak kaybolunca herkes değerimi bilecek’ derken ‘kendini gerçekleştiren bir kehanet’ gibi o da erken veda ediyor dünyaya. Yaşarken umursanmamış bu adamın şimdi Londra’nın en gözde müzik dükkanlarında bile nota kitapları satılıyor. Gitarın tellerinin akordunu alt üst edip yepyeni sesler yaratan ve nerdeyse fısıldar gibi sakin şarkı söyleyen sanatçının etkisi iz bırakıyor. Perry Blake’in başyapıt albümü Still Life’ı dinlerken Sandriam adlı parçayı kaç defa açtığımı hatırlamıyorum bile… Böylesine dokunan bir ses aynı zamanda nasıl bir hüzne boğuyor insanı… Perry Blake de özgün şahsiyetiyle asla saha önüne çıkmamış, geride durup keşfedilmeyi bekleyen bir pırlanta olmayı hak etmiş. Vardığım sonuç: Gerçek sesler ve ruhlar asla kendilerini en öne fırlatmıyor. Müzik çığırtkanlığına değil gönül haykırışına prim veriyorlar. Hazır sunuma alışmış çoğunluksa kalbi kırık müziği ağlak müzikle karıştırıyor. Zarafetin, asaletin, kırılganlığın müzikte devrim yaratan özgünlüğün tadından anlamıyorlar. Müzik zekası ve müzikal tavırdan ne anlıyoruz belki bir yazımda da onu masaya yatırırım. Kadın seslere de ayıracağım bir yazı planlıyorum: Patti Smith, Pj harvey, Ani Difranco, Tracy Chapman, Tori Amos… Şarap gibi yıllandıkça değer kazanacak sesler…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)