Gökkuşağının altından geçerken...

Gökkuşağının altından geçerken...

8 Kasım 2009 Pazar

KIRILGAN VE ASİL SESLER



KIRILGAN VE ASİL SESLER
16:57 08 Kasım 2009
Birgun Gazetesi

Ece Dorsay

K ırılgan ama bir o kadar da güçlü kişilikler, özgün duruşlar, car car bağırmadan haykıran güzel sesler…. Brett Anderson, Perry Blake , Jeff Buckley, Nick Drake ve Morrissey… Zaman geçtikçe daha da değerlenecek bir müzik yaptıkları aşikar. Ama onların seslerini duymak için biraz araştırmacı dinleyici olmak gerekiyor çünkü MTV’de sabah akşam klipleri dönmüyor. Peyote’de The Smiths grubunu anma gecesinde Morrissey’den de çaldım çünkü kendisi, solo projeleri ile ruhuma dokunmuş bir isim ve o gece yabancı dinleyicilerden aldığım tepki muazzamdı. Gözleri ıslak yanıma gelip diz çöken Bowie endamındaki siyah pardesülü İngiliz adamı hayatım boyunca unutamayacağım herhalde….“Sen zaten biliyorsun” dedi bana ve başka şey söylemeden gitti…
Az ve öz konuşmak böyle bir şey olsa gerek… Brett Anderson’da sadeliğin zarafetini görüyorum. H2000’de onunla aynı festivalde çalmış olmak bir ayrıcalıktı. Bunu şimdi daha iyi anlıyorum. Suede’den sonraki solo projesi kalbi delip geçiyor. Jeff Buckley’in dileğiyse asla trajik bir kahraman olarak anılmamaktı. Bu isteği, babası Tim Buckley’in kaderini paylaşarak henüz 31 yaşında nehirde boğulmasıyla sona erdiğinde hayat gene oyunlarından birini oynamıştı. Konserini her izlediğimde asla sona ermeyecek bir şölende hissediyorum kendimi.. Tek ve mükemmel albümü Grace ile zarafetin orta yerinde duruyor. ‘Aşk nerede?’ diyor, ‘yürüyen ölülere’ dönüşmüş insanlardan bahsediyor tıpkı etkilendiği Morrissey gibi. Morrissey de “İsa’yı affediyorum bana verdiği tüm sevgi ve aşka rağmen, sevgiyi paylaşacak kimse yok ki bu sevgisiz dünyada” derken yeryüzünde artık azalan sevgi yokluğundan dolayı kıvranıyordu…. Brett’in ‘Aşk artık öldü’ diye haykırışı ve ‘kurnaz dostlar sonunda ortadan kaybolurlar inan bana’ deyişi yalnızlığımıza merhem oluyor çünkü anlıyoruz ki en azından kırılgan ruhların duyarlılıkları aynı… Hissiyatlar aynı gökkuşağı boyaları sürünmüş sevgi dolu ruhlarda… Nick Drake’in sakin ve huzurlu hali son işlerinde depresif bir hal almıştı. Elleri titriyordu artık sahneye çıkamıyordu…Bestesinde, ‘ancak kaybolunca herkes değerimi bilecek’ derken ‘kendini gerçekleştiren bir kehanet’ gibi o da erken veda ediyor dünyaya. Yaşarken umursanmamış bu adamın şimdi Londra’nın en gözde müzik dükkanlarında bile nota kitapları satılıyor. Gitarın tellerinin akordunu alt üst edip yepyeni sesler yaratan ve nerdeyse fısıldar gibi sakin şarkı söyleyen sanatçının etkisi iz bırakıyor. Perry Blake’in başyapıt albümü Still Life’ı dinlerken Sandriam adlı parçayı kaç defa açtığımı hatırlamıyorum bile… Böylesine dokunan bir ses aynı zamanda nasıl bir hüzne boğuyor insanı… Perry Blake de özgün şahsiyetiyle asla saha önüne çıkmamış, geride durup keşfedilmeyi bekleyen bir pırlanta olmayı hak etmiş. Vardığım sonuç: Gerçek sesler ve ruhlar asla kendilerini en öne fırlatmıyor. Müzik çığırtkanlığına değil gönül haykırışına prim veriyorlar. Hazır sunuma alışmış çoğunluksa kalbi kırık müziği ağlak müzikle karıştırıyor. Zarafetin, asaletin, kırılganlığın müzikte devrim yaratan özgünlüğün tadından anlamıyorlar. Müzik zekası ve müzikal tavırdan ne anlıyoruz belki bir yazımda da onu masaya yatırırım. Kadın seslere de ayıracağım bir yazı planlıyorum: Patti Smith, Pj harvey, Ani Difranco, Tracy Chapman, Tori Amos… Şarap gibi yıllandıkça değer kazanacak sesler…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder