29 Nisan 2010 Perşembe
25 Nisan 2010 Pazar
KIRIK DÖKÜK DİZELER
KIRIK DÖKÜK DİZELER
13:58 25 Nisan 2010
Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com
Yaşama sevincimizi bize hatırlatan, kalbe mutluluk ve enerji pompalayan rüya ayları yani bahar mevsimi ha geldi ha gelecek derken sürekli bir kapalı hava bize kazık attı. Güneşi görmek hiç bu kadar güzel olmamıştı. Nadir olan şeyler, değerli oluyor galiba. Kimsenin birbirine karışmadığı ve gereksiz yere baskı yapıp birbiri üzerinde hiyerarşi oluşturmadığı bir dünyada yaşasaydık herhalde işimiz ve zorla yaptığımız mesleğimiz bile güzel gelirdi. Şiir okumak tam da böyle sıkıntı veya tam tersi enerji anlarında gerçek bir ilaç. Hatta şanslıysanız ruhunuzdan dizeler dökülür ve kağıda düşmese bile aklınızın köşe taşları olurlar. Kağıda dökülmek üzere heyecanla bekler o dizeler. Mor Rüya adlı ilk şiir kitabımı, dostlarıma heyecanla ve mahçubiyetle anlatırken gözlerindeki pırıltıyı görmek ve hemen aldıklarını duymak ne kadar sevindirici anlatamam. Satış meselesinden bile daha değerli benim için. Henüz kaç sattığını yayınevime sormak bile aklıma gelmemişken yeni dizeler yazmak için bahar aylarının enerjisini beklemişim. Özellikle Beşiktaş’tan Kadıköy’e gidip geldiğim bu hafta içinde nefis ilhamlar aldım havadan sudan, ruhumdan.
Belki önemli kararları gönül rahatlığı ile verebilmenin ferahlığı ve sevdiğim alan olan müzikte değerli insanların yaşamlarına tanık olup motive olmamdı asıl sebep. Araba almayıp gitar alan sadece ben değilmişim diye sevindim. Çocuk gibi sevindim hem de. İşte bu sevinçler ve bu paylaşımlar değerli. Araba almak, iphone almak veya ‘kaç sattı kitabım’ diye düşünmek benim sözlüğümde yazmıyor ama yeni dizelere olan açlığım ve yeni bestelere olan susuzluğum dinmiyor. Ne mutlu ki bahar ayları da böylesine önemli ve kritik kararları alırken en muhteşem cevapları veriyor kalbe. Ruhumda çiçekler açıyor. Hava kapalıysa bir boğulma hissi geliyor ama cesaret büyükse birden ruhum da yüceliyor. Onaysız, beklentisiz, sadece içindeki çocuğu mutlu etmek için yaşarsa insan, çevresindekilere de mutluluğu yansıyor ve daha verimli oluyor hayatı. İçindeki çocuğun isteklerini bastırarak yaşayan insan çevresine de öfke yayıyor sadece.
Öfke de yeterli dozda olduğu zaman güzel. Yalnız uçan bir kartal olmanın da zamanı var, dostlukların tadını çıkarmanın da. Bir bütünün parçaları gibi hissetmek de lazım ama bazen kendi iç dünyasının renklerinde ve derinliklerinde kaybolmak da… Mor rüyalarımdaki dizelerden birazını paylaşıyorum o halde:
Berlin Duvarı
Bir gülüştü ki o
Gitarın telleri titrese
Böyle çınlamazdı yürek
Dünyamın haritası yeniden çizildi
Okyanuslar daha maviydi
Gökyüzü oldum
Onu görünce.
Çıplak bir köprü
Aramızdaki
Sevgimle inşa ettiğim.
İnatçı sevgimle.
Berlin duvarını yıktım,
Eiffel kulesini diktim
Öpüşecek yerimiz
Olsun diye…
Herkesin içinde seviştik
Göremeseler de…
Bir bakış, bir gülüşle
Yandık gizlice…
13:58 25 Nisan 2010
Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com
Yaşama sevincimizi bize hatırlatan, kalbe mutluluk ve enerji pompalayan rüya ayları yani bahar mevsimi ha geldi ha gelecek derken sürekli bir kapalı hava bize kazık attı. Güneşi görmek hiç bu kadar güzel olmamıştı. Nadir olan şeyler, değerli oluyor galiba. Kimsenin birbirine karışmadığı ve gereksiz yere baskı yapıp birbiri üzerinde hiyerarşi oluşturmadığı bir dünyada yaşasaydık herhalde işimiz ve zorla yaptığımız mesleğimiz bile güzel gelirdi. Şiir okumak tam da böyle sıkıntı veya tam tersi enerji anlarında gerçek bir ilaç. Hatta şanslıysanız ruhunuzdan dizeler dökülür ve kağıda düşmese bile aklınızın köşe taşları olurlar. Kağıda dökülmek üzere heyecanla bekler o dizeler. Mor Rüya adlı ilk şiir kitabımı, dostlarıma heyecanla ve mahçubiyetle anlatırken gözlerindeki pırıltıyı görmek ve hemen aldıklarını duymak ne kadar sevindirici anlatamam. Satış meselesinden bile daha değerli benim için. Henüz kaç sattığını yayınevime sormak bile aklıma gelmemişken yeni dizeler yazmak için bahar aylarının enerjisini beklemişim. Özellikle Beşiktaş’tan Kadıköy’e gidip geldiğim bu hafta içinde nefis ilhamlar aldım havadan sudan, ruhumdan.
Belki önemli kararları gönül rahatlığı ile verebilmenin ferahlığı ve sevdiğim alan olan müzikte değerli insanların yaşamlarına tanık olup motive olmamdı asıl sebep. Araba almayıp gitar alan sadece ben değilmişim diye sevindim. Çocuk gibi sevindim hem de. İşte bu sevinçler ve bu paylaşımlar değerli. Araba almak, iphone almak veya ‘kaç sattı kitabım’ diye düşünmek benim sözlüğümde yazmıyor ama yeni dizelere olan açlığım ve yeni bestelere olan susuzluğum dinmiyor. Ne mutlu ki bahar ayları da böylesine önemli ve kritik kararları alırken en muhteşem cevapları veriyor kalbe. Ruhumda çiçekler açıyor. Hava kapalıysa bir boğulma hissi geliyor ama cesaret büyükse birden ruhum da yüceliyor. Onaysız, beklentisiz, sadece içindeki çocuğu mutlu etmek için yaşarsa insan, çevresindekilere de mutluluğu yansıyor ve daha verimli oluyor hayatı. İçindeki çocuğun isteklerini bastırarak yaşayan insan çevresine de öfke yayıyor sadece.
Öfke de yeterli dozda olduğu zaman güzel. Yalnız uçan bir kartal olmanın da zamanı var, dostlukların tadını çıkarmanın da. Bir bütünün parçaları gibi hissetmek de lazım ama bazen kendi iç dünyasının renklerinde ve derinliklerinde kaybolmak da… Mor rüyalarımdaki dizelerden birazını paylaşıyorum o halde:
Berlin Duvarı
Bir gülüştü ki o
Gitarın telleri titrese
Böyle çınlamazdı yürek
Dünyamın haritası yeniden çizildi
Okyanuslar daha maviydi
Gökyüzü oldum
Onu görünce.
Çıplak bir köprü
Aramızdaki
Sevgimle inşa ettiğim.
İnatçı sevgimle.
Berlin duvarını yıktım,
Eiffel kulesini diktim
Öpüşecek yerimiz
Olsun diye…
Herkesin içinde seviştik
Göremeseler de…
Bir bakış, bir gülüşle
Yandık gizlice…
18 Nisan 2010 Pazar
YEGâNE GİTAR CENNETİMİZ SRV MÜZİK
YEGâNE GİTAR CENNETİMİZ SRV MÜZİK
00:42 18 Nisan 2010
Ece Dorsay
Türkiye sınırları içinde müzisyen olmak hele de rock ve blues gibi batı kökenli müzikleri icra etmek, şnorkelsiz derin okyanuslara dalma riskini göze almaya benzer. En hesaplı enstrüman bile en azından dolar veya avro üzerinden hesap edilir çünkü Türk malı bir batı enstrümanı bulmak çölde serap görmek kadar hayaldir. Kısacası Amerikan, Meksika, Japon veya en kötü ihtimal Kore malı bir elektro gitar almanız gerekir ki zaten piyasada üzerinde ‘Türk Malı’ yazan elektro gitar bulamazsınız, bulsanız da serap görüyorsunuzdur. Sonuç olarak iyi bir maaşı olmayan insan için tüm bunlar lüksten de öte bir hayaldir. Bu işlere bulaşan da bir daha çıkamaz çünkü her zaman daha iyi bir enstrüman vardır sizi bekleyen. Alıp satmaktan bir hal olursunuz. Üstelik takas işlerinde daha beter zarar edersiniz çünkü ikinci el enstrüman alım fiyatının nerdeyse yarısına elden gider. Hele de kalitesiz bir enstrümansa nerdeyse bedava denecek komik rakamlara elinizden çıkar.
Gitar ve pedal alanların yolu, benim 15 yaşımda ilk delay pedalımı aldığım gün olduğu gibi Yüksek Kaldırım denilen sokaktır. Tramvay durağında son durak yani İstiklal Caddesi’nin sonu Tünel’dir. Senelerdir, yabancı web sitelerinin bize koyduğu ambargo yüzünden buradaki dükkân sahiplerinin ağzının içine bakarız. Gerçi artık internetten veya yurtdışına giden akrabalardan alet edevat getirtenler çoğaldı ama yine de gümrük vergileri ve taşıma vergisi derken, kargo masrafı ve taşınırken zarar görme riski gibi şeyleri göze almak gerekiyor. Bu sebepten halen çoğumuz Tünel meydanına sık sık uğramaktayız.
Asıl konuya uzun bir giriş yaptıktan sonra konuya en güzel yerinden başlamak istiyorum: Amerikan malı enstrümanlara liste fiyatının 3-4 katını ağlaya ağlaya ödediğimiz günler çoktandır geride kaldı. 2000 yılından beri Kadıköy barlar sokağı denilen Kadife Sokak’ta, ismini efsanevi blues gitaristi Stevie Ray Vaughan’dan alan SRV müzik mağazası ve bu hayalimizi gerçekleştiren, işini Türkiye’de en profesyonel yapan Özlem Yaşar Atav var.
Ömrümüzde dokunamayacağımız gitarları, amplileri, pedalları (Rickenbacker, Fender Vintage Reissue, Gretsch, Fender, tüplü ampliler) birinci el kadar temiz (ki kaliteli enstrümanda ikinci el daha değerlidir çünkü gitarın ağacı zamanla değer kazanır, bunu bilen bilir.) enstrümanları, el yakmayacak makul fiyatlara satan ve yeri geldiğinde takas eden yegane dükkândır. Mağazadan ziyade dükkân diyesim geliyor çünkü SRV, büyük şirketlerin sadece ticaret amacıyla açtığı dev mağazalara benzemez. Müşterisini ayırt etmeden birebir ilgilenen, sıcacık karşılayan, batı ülkelerinde ‘pawn shop’ diyebileceğimiz, ufak kitapçılara da benzeyen daha samimi dükkânlar gibidir. Amerika’daki Guitar Center mağaza zinciri bizdeki D&R’lara tekabül ediyorsa, Amerika’daki pawn shop’lar, İstiklal Caddesi’ndeki Robinson Crusoe veya Lale Plak gibi daha işinin ehli kişilerin açtığı, entelektüel birikimi olan idealist mekânlardır. Dükkân sahibi, dükkânında sattığı kitapları, CD’leri veya enstrümanları özenle seçer. Bu tip dükkanlar popüler olan her şeyi satmaz. Gerçekten seçici ve bilinçli kişilere hitap eder.
SRV müzik işte tam da böyle bir gitar dükkânıdır hatta iyi gitaristlerin mabedidir.
Birçoğumuz için orayı keşfetmek bir tür eğitim olmuştur çünkü senelerce hayalini kurduğumuz gitar modellerini çalma, deneme, alma şansına erişerek Amerikan gitar tarihine aşina olmuşuzdur. 1960’ların eski model ve tarz Amerikan arabalarını veya Wolksvagen’lerin en eski modellerini deneme şansına erişmek gibi bir benzetme yapabiliriz durumu daha iyi tasvir etmek adına. Hani şu Elvis Presley filmlerinde veya siyah beyaz filmlerde gördüğümüz arabaları ya da gitarları aklınıza getirin. İşte SRV müzik, gitar alınacaksa gidilesi yegane dükkândır bu ülke sınırları içinde.
Böyle bir ilki başardığı için Özlem’e ne kadar minnet duysak az. Bir kez daha bir kadının tek başına neler başarabildiğini gördük. Erkek-egemen iki alanda (rock müzik ve ticaret) işini layıkıyla yapan bir kadın olabilmek ve bunu lider ruhuyla ama herkesin sevgisini kazanarak, keyifli bir dünya yaratarak yapabilmek çok büyük bir başarıdır bana göre. Müzik piyasasında durduğum nokta ile Özlem’in durduğu yeri bu açıdan çok benzetirim: Varolan ve dayatılan seçeneklere bir alternatif yaratmak ve bunu yaparken fark ettirmeden bir karşı kültür oluşturarak kendi alanında ekol ve devrim yaratmak. Sessiz ama derinden ilerlemek.
Fark ettirmeden fark yaratmak. Gerçek bir lider, takipçilerinin yanında olandır. Güvenlerini kazanandır. İşini severek yapandır. Küçük ateşler yakandır.
İyi müzik ve SRV’nin varlığı ilelebet sürsün.
00:42 18 Nisan 2010
Ece Dorsay
Türkiye sınırları içinde müzisyen olmak hele de rock ve blues gibi batı kökenli müzikleri icra etmek, şnorkelsiz derin okyanuslara dalma riskini göze almaya benzer. En hesaplı enstrüman bile en azından dolar veya avro üzerinden hesap edilir çünkü Türk malı bir batı enstrümanı bulmak çölde serap görmek kadar hayaldir. Kısacası Amerikan, Meksika, Japon veya en kötü ihtimal Kore malı bir elektro gitar almanız gerekir ki zaten piyasada üzerinde ‘Türk Malı’ yazan elektro gitar bulamazsınız, bulsanız da serap görüyorsunuzdur. Sonuç olarak iyi bir maaşı olmayan insan için tüm bunlar lüksten de öte bir hayaldir. Bu işlere bulaşan da bir daha çıkamaz çünkü her zaman daha iyi bir enstrüman vardır sizi bekleyen. Alıp satmaktan bir hal olursunuz. Üstelik takas işlerinde daha beter zarar edersiniz çünkü ikinci el enstrüman alım fiyatının nerdeyse yarısına elden gider. Hele de kalitesiz bir enstrümansa nerdeyse bedava denecek komik rakamlara elinizden çıkar.
Gitar ve pedal alanların yolu, benim 15 yaşımda ilk delay pedalımı aldığım gün olduğu gibi Yüksek Kaldırım denilen sokaktır. Tramvay durağında son durak yani İstiklal Caddesi’nin sonu Tünel’dir. Senelerdir, yabancı web sitelerinin bize koyduğu ambargo yüzünden buradaki dükkân sahiplerinin ağzının içine bakarız. Gerçi artık internetten veya yurtdışına giden akrabalardan alet edevat getirtenler çoğaldı ama yine de gümrük vergileri ve taşıma vergisi derken, kargo masrafı ve taşınırken zarar görme riski gibi şeyleri göze almak gerekiyor. Bu sebepten halen çoğumuz Tünel meydanına sık sık uğramaktayız.
Asıl konuya uzun bir giriş yaptıktan sonra konuya en güzel yerinden başlamak istiyorum: Amerikan malı enstrümanlara liste fiyatının 3-4 katını ağlaya ağlaya ödediğimiz günler çoktandır geride kaldı. 2000 yılından beri Kadıköy barlar sokağı denilen Kadife Sokak’ta, ismini efsanevi blues gitaristi Stevie Ray Vaughan’dan alan SRV müzik mağazası ve bu hayalimizi gerçekleştiren, işini Türkiye’de en profesyonel yapan Özlem Yaşar Atav var.
Ömrümüzde dokunamayacağımız gitarları, amplileri, pedalları (Rickenbacker, Fender Vintage Reissue, Gretsch, Fender, tüplü ampliler) birinci el kadar temiz (ki kaliteli enstrümanda ikinci el daha değerlidir çünkü gitarın ağacı zamanla değer kazanır, bunu bilen bilir.) enstrümanları, el yakmayacak makul fiyatlara satan ve yeri geldiğinde takas eden yegane dükkândır. Mağazadan ziyade dükkân diyesim geliyor çünkü SRV, büyük şirketlerin sadece ticaret amacıyla açtığı dev mağazalara benzemez. Müşterisini ayırt etmeden birebir ilgilenen, sıcacık karşılayan, batı ülkelerinde ‘pawn shop’ diyebileceğimiz, ufak kitapçılara da benzeyen daha samimi dükkânlar gibidir. Amerika’daki Guitar Center mağaza zinciri bizdeki D&R’lara tekabül ediyorsa, Amerika’daki pawn shop’lar, İstiklal Caddesi’ndeki Robinson Crusoe veya Lale Plak gibi daha işinin ehli kişilerin açtığı, entelektüel birikimi olan idealist mekânlardır. Dükkân sahibi, dükkânında sattığı kitapları, CD’leri veya enstrümanları özenle seçer. Bu tip dükkanlar popüler olan her şeyi satmaz. Gerçekten seçici ve bilinçli kişilere hitap eder.
SRV müzik işte tam da böyle bir gitar dükkânıdır hatta iyi gitaristlerin mabedidir.
Birçoğumuz için orayı keşfetmek bir tür eğitim olmuştur çünkü senelerce hayalini kurduğumuz gitar modellerini çalma, deneme, alma şansına erişerek Amerikan gitar tarihine aşina olmuşuzdur. 1960’ların eski model ve tarz Amerikan arabalarını veya Wolksvagen’lerin en eski modellerini deneme şansına erişmek gibi bir benzetme yapabiliriz durumu daha iyi tasvir etmek adına. Hani şu Elvis Presley filmlerinde veya siyah beyaz filmlerde gördüğümüz arabaları ya da gitarları aklınıza getirin. İşte SRV müzik, gitar alınacaksa gidilesi yegane dükkândır bu ülke sınırları içinde.
Böyle bir ilki başardığı için Özlem’e ne kadar minnet duysak az. Bir kez daha bir kadının tek başına neler başarabildiğini gördük. Erkek-egemen iki alanda (rock müzik ve ticaret) işini layıkıyla yapan bir kadın olabilmek ve bunu lider ruhuyla ama herkesin sevgisini kazanarak, keyifli bir dünya yaratarak yapabilmek çok büyük bir başarıdır bana göre. Müzik piyasasında durduğum nokta ile Özlem’in durduğu yeri bu açıdan çok benzetirim: Varolan ve dayatılan seçeneklere bir alternatif yaratmak ve bunu yaparken fark ettirmeden bir karşı kültür oluşturarak kendi alanında ekol ve devrim yaratmak. Sessiz ama derinden ilerlemek.
Fark ettirmeden fark yaratmak. Gerçek bir lider, takipçilerinin yanında olandır. Güvenlerini kazanandır. İşini severek yapandır. Küçük ateşler yakandır.
İyi müzik ve SRV’nin varlığı ilelebet sürsün.
11 Nisan 2010 Pazar
FESTİVALDE ‘ETEK GÜNÜ’ VE GİNSBERG RÜZGâRI
FESTİVALDE ‘ETEK GÜNÜ’ VE GİNSBERG RÜZGâRI
13:46 11 Nisan 2010
Film festivali, ilginç filmlerle dolu elbet ama günde 3 film görmeye alışık değilse insan, çoğunu kaçırıyor. Bir zamanlar, günde 3 film görüyordum ama bir süre uzak kalınca haftada 4 film görmek bile bayağı bir aktiviteymiş gibi geliyor. ‘Etek Günü’ adlı filmden bayağı etkilendim. İTÜ’de öğretmenlik yaptığım ve öğrencilerin sorunlarına aşina olduğum için belki beni daha fazla etkiledi.
Bol ödüllü bu Fransız filminin gerçekçiliği ve toplumsal eleştiriyi karamizahla birleştirip vermesi yer yer absürt gözüken ama aslında gündelik hayatımıza ayna tutan bir yapım olmasını sağlamış. Öğrencileri tarafından sürekli tacize uğrayıp rahatsız edilen ve ciddiye alınmayan kadın öğretmenin, bir gün sinir krizi geçirip öğrencilerini rehin almasıyla başlayan hikâye; ırkçılık, nefret, iletişim bozukluğu, gençlerin ilgi alanlarının şöhret ve paradan ibaret olması, hiyerarşilerin bozulması üzerine kurulu.
Fransız eğitim sisteminin, en az ülkemizdeki kadar vahim durumda olduğunu görmek, yıllarca gözümüzde büyüttüğümüz Avrupa’nın bile artık çuvalladığını, göçmen sayısının hızla çoğalmasıyla ortaya çıkan sosyal, kültürel ve ekonomik uçurumların aşılamadığının farkına varmamıza neden oldu. Öğrencilerimle aramızda sosyal bir duvar/uçurum olduğuna içten içe üzülürken, filmde şahit olduğum duvar çok daha kalın ve can yakıcıydı. Çok geniş açılımları olan bir film ve üzerinden tez bile yazılabilir.
Filmin hem güldürüp hem düşündüren ve ağlatan formatını algılayamamış birisi salonda, filmin sonlarına doğru öfkeyle ve sinsice bağırdı: “Şimdi gülmüyorsunuz, hani nerde kahkahalar!” Oysa hazin ve acı gerçeklere gülmek, insanın doğasında var. Toplumca karamizahın ne olduğunu bilmekten uzak olduğumuzu anladım.
Sürpriz film diye festival kitapçığına konulmayan ve en çok merak ettiğim film ise açıklandı: ‘Howl’ yani ‘Uluma’. Filmin genelini bir alıntı ile özetlersek: Yönetmenliğini Rob Epstein ve Jeffrey Friedman’ın üstlendiği ‘Uluma’ (Howl), Allen Ginsberg’ün Beat Kuşağı’nın manifestosu sayılabilecek şiirinin hukuk mücadelesini beyazperdeye taşıyor. Bu benzersiz şiir yayımlanınca yayımcı Lawrence Ferlinghetti, yazar Allen Ginsberg’e karşı bir müstehcenlik davası açtı. Film ‘Uluma’nın mahkemede nasıl yargılandığını ve beraat ettiğini anlatıyor.
Allen Ginsberg’ün başını çektiği Beat akımı her zaman ilgimi çekmiştir. Hatta Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Edebiyatı bölümünü bitirirken Bob Dylan ile Ginsberg dizeleri arasında paralellik kurarak, ‘Amerikan rüyası’nın yerle bir edilişini tez konum olarak belirlemiştim.
Tezimde Malcolm X’ten, Martin Luther King’e, ABD karşı kültürünü etkilemiş liderlerden bahis de vardı.
Boğaziçi Üniversitesi’ne girerkenki sözlü sınavımda da Beat’lerden biraz bahsetmiş ve “kadınları sevmez ki onlar” diyerek kahkaha atan bazı hocalarımın ilgisiyle karşılaşmıştım. Böyle de anılarım var Beat’ler ile ilgili.
Belki de asi duruşları, caz müzik aşkları ve yaşama tutkuları, çocuksu zen ruhları beni etkilemişti. Boğaziçi’nin kütüphanesinde Ginsberg imzalı ‘Howl’u görünce doğru yerdeyim demiştim ama derslerde Beat’lerin esamesi okunmadı. Yalnızca New York Poets dersini alabildik John Ash adlı kendine özgü, mahçup ama sivridilli ABD’li gey bir şairden.
Bob Dylan ile Ginsberg’ün devrimci ruhlarıyla birbirlerine ilgi duyduklarını ve özellikle Ginsberg’ün Dylan’a bir aşk beslediğini okumuştum. Karşılıksız kalan bu aşk Ginsberg’ü epey beslemiştir eminim.
Beat’ler bu sayfaya sığmaz elbet. Filmi gördükten sonra bu yazıyı yazmak daha iyi olabilirdi ama belki de kendimin ve izleyicinin merakını arttırıp bir ön hazırlık yaptırmış oldum.
Ece Dorsay
13:46 11 Nisan 2010
Film festivali, ilginç filmlerle dolu elbet ama günde 3 film görmeye alışık değilse insan, çoğunu kaçırıyor. Bir zamanlar, günde 3 film görüyordum ama bir süre uzak kalınca haftada 4 film görmek bile bayağı bir aktiviteymiş gibi geliyor. ‘Etek Günü’ adlı filmden bayağı etkilendim. İTÜ’de öğretmenlik yaptığım ve öğrencilerin sorunlarına aşina olduğum için belki beni daha fazla etkiledi.
Bol ödüllü bu Fransız filminin gerçekçiliği ve toplumsal eleştiriyi karamizahla birleştirip vermesi yer yer absürt gözüken ama aslında gündelik hayatımıza ayna tutan bir yapım olmasını sağlamış. Öğrencileri tarafından sürekli tacize uğrayıp rahatsız edilen ve ciddiye alınmayan kadın öğretmenin, bir gün sinir krizi geçirip öğrencilerini rehin almasıyla başlayan hikâye; ırkçılık, nefret, iletişim bozukluğu, gençlerin ilgi alanlarının şöhret ve paradan ibaret olması, hiyerarşilerin bozulması üzerine kurulu.
Fransız eğitim sisteminin, en az ülkemizdeki kadar vahim durumda olduğunu görmek, yıllarca gözümüzde büyüttüğümüz Avrupa’nın bile artık çuvalladığını, göçmen sayısının hızla çoğalmasıyla ortaya çıkan sosyal, kültürel ve ekonomik uçurumların aşılamadığının farkına varmamıza neden oldu. Öğrencilerimle aramızda sosyal bir duvar/uçurum olduğuna içten içe üzülürken, filmde şahit olduğum duvar çok daha kalın ve can yakıcıydı. Çok geniş açılımları olan bir film ve üzerinden tez bile yazılabilir.
Filmin hem güldürüp hem düşündüren ve ağlatan formatını algılayamamış birisi salonda, filmin sonlarına doğru öfkeyle ve sinsice bağırdı: “Şimdi gülmüyorsunuz, hani nerde kahkahalar!” Oysa hazin ve acı gerçeklere gülmek, insanın doğasında var. Toplumca karamizahın ne olduğunu bilmekten uzak olduğumuzu anladım.
Sürpriz film diye festival kitapçığına konulmayan ve en çok merak ettiğim film ise açıklandı: ‘Howl’ yani ‘Uluma’. Filmin genelini bir alıntı ile özetlersek: Yönetmenliğini Rob Epstein ve Jeffrey Friedman’ın üstlendiği ‘Uluma’ (Howl), Allen Ginsberg’ün Beat Kuşağı’nın manifestosu sayılabilecek şiirinin hukuk mücadelesini beyazperdeye taşıyor. Bu benzersiz şiir yayımlanınca yayımcı Lawrence Ferlinghetti, yazar Allen Ginsberg’e karşı bir müstehcenlik davası açtı. Film ‘Uluma’nın mahkemede nasıl yargılandığını ve beraat ettiğini anlatıyor.
Allen Ginsberg’ün başını çektiği Beat akımı her zaman ilgimi çekmiştir. Hatta Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Edebiyatı bölümünü bitirirken Bob Dylan ile Ginsberg dizeleri arasında paralellik kurarak, ‘Amerikan rüyası’nın yerle bir edilişini tez konum olarak belirlemiştim.
Tezimde Malcolm X’ten, Martin Luther King’e, ABD karşı kültürünü etkilemiş liderlerden bahis de vardı.
Boğaziçi Üniversitesi’ne girerkenki sözlü sınavımda da Beat’lerden biraz bahsetmiş ve “kadınları sevmez ki onlar” diyerek kahkaha atan bazı hocalarımın ilgisiyle karşılaşmıştım. Böyle de anılarım var Beat’ler ile ilgili.
Belki de asi duruşları, caz müzik aşkları ve yaşama tutkuları, çocuksu zen ruhları beni etkilemişti. Boğaziçi’nin kütüphanesinde Ginsberg imzalı ‘Howl’u görünce doğru yerdeyim demiştim ama derslerde Beat’lerin esamesi okunmadı. Yalnızca New York Poets dersini alabildik John Ash adlı kendine özgü, mahçup ama sivridilli ABD’li gey bir şairden.
Bob Dylan ile Ginsberg’ün devrimci ruhlarıyla birbirlerine ilgi duyduklarını ve özellikle Ginsberg’ün Dylan’a bir aşk beslediğini okumuştum. Karşılıksız kalan bu aşk Ginsberg’ü epey beslemiştir eminim.
Beat’ler bu sayfaya sığmaz elbet. Filmi gördükten sonra bu yazıyı yazmak daha iyi olabilirdi ama belki de kendimin ve izleyicinin merakını arttırıp bir ön hazırlık yaptırmış oldum.
Ece Dorsay
5 Nisan 2010 Pazartesi
FİLOZOFLARIN MÜZİK ALGISI
FİLOZOFLARIN MÜZİK ALGISI
00:59 04 Nisan 2010
En basit ve donuk reklam jingle’ına kadar indirgenen müziğin ruhunu kaybetmemesini istiyorum. Müziğe eski çağlardaki o kutsal haliyle bakarsak, reklam jingle’ına değil sinema ruhuna daha çok yakışır.
Bu hafta müziğin felsefesinden bilgiler aktarmak istiyorum, çok hoşuma gitti paylaşmak istiyorum sizlerle. Popüler kültürün aşkı ve müziği ne kadar sığ hale getirdiğine, insanın ve ilgilendiği alanların kutsallığını yok edişine tanık olurken aslında aşkın da müziğin de din, felsefe, bilim gibi alanlar kadar değerli olduğunu vurgulamak amacım. Beri yandan da kendimi ve okurumu bilgilendirerek biraz vizyon kazandırmak. Hem kendime, hem okura…Bu bilgilerin ders kitabı ruhuyla değil, değişik bir tat alarak okunacağını seziyorum nedense… Ben keyifle göz attım hepsine… Daha derinlere inmek için çok kitap karıştırmak iyi olabilir. Bilgi dolu yazıya kalıcı alıntılarla devam ediyorum :
Konfüçyüs, (İ.Ö.551-478). Chou’lar devrinde yaşamış ve Çin’e ikibin yıldır hâkim olan felsefenin kuruculuğunu yapmış bir filozoftur. O, duyuların dışa vurumunu ses ile tanımlar. Müziğe ontolojik tanımlama getirir ve müziğin yer ile gök arasındaki uyum olduğunu söyler. “Bütün sesler dimağdan çıkar. Müzik de onların farkları ve uygunlukları arasında bir geçittir. Sesi bilip de ahengi bilmeyenler kuşlar ve hayvanlardır. Tonu bilip de müzikten anlamayanlar insanlardır. Müziği yalnız büyük insanlar bilirler... Müzik, birlik vücuda getirir, merasimler ise ayrılığı doğurur. Birlikten karşılıklı bir dostluk, ayrılıklardan da karşılıklı bir saygı meydana gelir. Müziğin hâkim olduğu yerde bir yakınlık vardır... Müzik içten, merasim dıştan gelir. Müzik içten gelmekle süküneti sağlar. Merasimler dıştan gelmekle kültürü vücuda getirir. Yüksek bir müzik daha kolaydır. Büyük merasimler mutlaka basittir.”
Pythagoras, (İ:Ö.580-500). Samos’da doğdu. İtalya’da öldüğü düşünülür. Matematik, gökbilim ve müzik konularında çalıştı. sayı ve armoni bağıntısından söz eder. Evrendeki cisimlerin hareket ederken belirli aralıklarla ses çıkardığını söyler. Ona göre, ruhun temizlenmesinde müzik bir araçtır.
Sokrates, (İ.Ö.470-399). Atina yakınlarında doğan ünlü yunan filozofudur. Ölüme mahkûm edilmiş ve zehir ile öldürülmüştür. Sokrates’e göre doğruyu bulma yöntemlerinden biri ironidir. Sokrates bu yöntemi, soru-yanıt ile öğrenim diye tanımlamıştır.
“Sokrates felsefesine göre pratik başarının özü, her şeyden önce, insanın kendi kendini gereğince tanıyabilmesinden güç almaktadır ve sadece insanın kendini bilip tanıyabilmesiyledir ki; neyi yapmanın ve neyi yapmamanın gereğince saptanmasında aldanma payı hayli azalmış olacaktır. Bu nedenle Sokrates, kendi içinde ilahi bir ‘daimonion’un yani Tanrı’dan gelen bir sesin varlığına inanmış ve bu sesin kendisini, yapılması ya da yapılmaması gereken şeyler üstünde uyarmakta olduğunu açıkça söylemekten çekinmemiştir (!).”
Platon –Eflatun-, (İ.Ö.428/7-348/7). Atina yakınlarında doğdu. Ailesi soylu ve zengindi. Döneminin en iyi eğitimini görmüş, aynı zamanda spor ile uğraşmıştır. Ömrünün çoğunu hocası Sokrates’in ölümüne neden olmayacak ideal bir devlet’i tasarımlamakla geçirdi.
Uzun bir süre yaşadığı yeri terk ederek birçok ülkeyi dolaştı. Atina’ya kırk yaşlarında dönüp Akademia’yı kurdu ve ömür boyu burada dersler verdi. Atina’da öldü. Platon müziğin eğlenceden ibaret olmadığını, ruhani bir boyutunun olduğunu söylemiştir. Platon’a göre müzik, insan ruhunu sakinleştiren, dinginleştiren bir sanattır. Ona göre melodi; söz, makam ve ritim karışımıdır. Sözleri müziğin efendisi olarak söyler. Müzik eğitiminin insanı yücelttiğini ve düzeni sağladığını savunur.
Aristoteles, (İ.Ö. 384-322). Makedonya doğumlu. Platon’un derslerini izledi. Assos’da bir okul kurdu. Daha sonra Aleksandros’un eğitimiyle ilgilendi. Ona göre müzik ve trajedi yoluyla insanlar temizlenir ve arınırlar (Katharsis). Tragedya Katarsis sağlar, müzik de bunun için bir ögedir. Kısacası müzik, ruhun eğitiminde önemli bir rol oynar.
Dilerim bu hoş bilgiler, müziğe listelerde bir numara olmaktan ibaret bir eşyaymış ya da güzellik yarışmasıymış gibi bakanları biraz olsun etkiler.
Ece Dorsay
00:59 04 Nisan 2010
En basit ve donuk reklam jingle’ına kadar indirgenen müziğin ruhunu kaybetmemesini istiyorum. Müziğe eski çağlardaki o kutsal haliyle bakarsak, reklam jingle’ına değil sinema ruhuna daha çok yakışır.
Bu hafta müziğin felsefesinden bilgiler aktarmak istiyorum, çok hoşuma gitti paylaşmak istiyorum sizlerle. Popüler kültürün aşkı ve müziği ne kadar sığ hale getirdiğine, insanın ve ilgilendiği alanların kutsallığını yok edişine tanık olurken aslında aşkın da müziğin de din, felsefe, bilim gibi alanlar kadar değerli olduğunu vurgulamak amacım. Beri yandan da kendimi ve okurumu bilgilendirerek biraz vizyon kazandırmak. Hem kendime, hem okura…Bu bilgilerin ders kitabı ruhuyla değil, değişik bir tat alarak okunacağını seziyorum nedense… Ben keyifle göz attım hepsine… Daha derinlere inmek için çok kitap karıştırmak iyi olabilir. Bilgi dolu yazıya kalıcı alıntılarla devam ediyorum :
Konfüçyüs, (İ.Ö.551-478). Chou’lar devrinde yaşamış ve Çin’e ikibin yıldır hâkim olan felsefenin kuruculuğunu yapmış bir filozoftur. O, duyuların dışa vurumunu ses ile tanımlar. Müziğe ontolojik tanımlama getirir ve müziğin yer ile gök arasındaki uyum olduğunu söyler. “Bütün sesler dimağdan çıkar. Müzik de onların farkları ve uygunlukları arasında bir geçittir. Sesi bilip de ahengi bilmeyenler kuşlar ve hayvanlardır. Tonu bilip de müzikten anlamayanlar insanlardır. Müziği yalnız büyük insanlar bilirler... Müzik, birlik vücuda getirir, merasimler ise ayrılığı doğurur. Birlikten karşılıklı bir dostluk, ayrılıklardan da karşılıklı bir saygı meydana gelir. Müziğin hâkim olduğu yerde bir yakınlık vardır... Müzik içten, merasim dıştan gelir. Müzik içten gelmekle süküneti sağlar. Merasimler dıştan gelmekle kültürü vücuda getirir. Yüksek bir müzik daha kolaydır. Büyük merasimler mutlaka basittir.”
Pythagoras, (İ:Ö.580-500). Samos’da doğdu. İtalya’da öldüğü düşünülür. Matematik, gökbilim ve müzik konularında çalıştı. sayı ve armoni bağıntısından söz eder. Evrendeki cisimlerin hareket ederken belirli aralıklarla ses çıkardığını söyler. Ona göre, ruhun temizlenmesinde müzik bir araçtır.
Sokrates, (İ.Ö.470-399). Atina yakınlarında doğan ünlü yunan filozofudur. Ölüme mahkûm edilmiş ve zehir ile öldürülmüştür. Sokrates’e göre doğruyu bulma yöntemlerinden biri ironidir. Sokrates bu yöntemi, soru-yanıt ile öğrenim diye tanımlamıştır.
“Sokrates felsefesine göre pratik başarının özü, her şeyden önce, insanın kendi kendini gereğince tanıyabilmesinden güç almaktadır ve sadece insanın kendini bilip tanıyabilmesiyledir ki; neyi yapmanın ve neyi yapmamanın gereğince saptanmasında aldanma payı hayli azalmış olacaktır. Bu nedenle Sokrates, kendi içinde ilahi bir ‘daimonion’un yani Tanrı’dan gelen bir sesin varlığına inanmış ve bu sesin kendisini, yapılması ya da yapılmaması gereken şeyler üstünde uyarmakta olduğunu açıkça söylemekten çekinmemiştir (!).”
Platon –Eflatun-, (İ.Ö.428/7-348/7). Atina yakınlarında doğdu. Ailesi soylu ve zengindi. Döneminin en iyi eğitimini görmüş, aynı zamanda spor ile uğraşmıştır. Ömrünün çoğunu hocası Sokrates’in ölümüne neden olmayacak ideal bir devlet’i tasarımlamakla geçirdi.
Uzun bir süre yaşadığı yeri terk ederek birçok ülkeyi dolaştı. Atina’ya kırk yaşlarında dönüp Akademia’yı kurdu ve ömür boyu burada dersler verdi. Atina’da öldü. Platon müziğin eğlenceden ibaret olmadığını, ruhani bir boyutunun olduğunu söylemiştir. Platon’a göre müzik, insan ruhunu sakinleştiren, dinginleştiren bir sanattır. Ona göre melodi; söz, makam ve ritim karışımıdır. Sözleri müziğin efendisi olarak söyler. Müzik eğitiminin insanı yücelttiğini ve düzeni sağladığını savunur.
Aristoteles, (İ.Ö. 384-322). Makedonya doğumlu. Platon’un derslerini izledi. Assos’da bir okul kurdu. Daha sonra Aleksandros’un eğitimiyle ilgilendi. Ona göre müzik ve trajedi yoluyla insanlar temizlenir ve arınırlar (Katharsis). Tragedya Katarsis sağlar, müzik de bunun için bir ögedir. Kısacası müzik, ruhun eğitiminde önemli bir rol oynar.
Dilerim bu hoş bilgiler, müziğe listelerde bir numara olmaktan ibaret bir eşyaymış ya da güzellik yarışmasıymış gibi bakanları biraz olsun etkiler.
Ece Dorsay
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)