Fişi Çekilen Rüyalar ve Mor Rüyam, ruh kardeşi gibiler…
20 Mart 2011 BirGun Pazar Eki
Geçen haftalardan birinde bahsettiğim kitabı (Fişini sen mi çektin Rüyalarımın), yazarı Çağlar Yerlikaya bana gönderdi. Çok mutlu oldum. İlk defa, köşem dolayısıyla bana bir kitap gönderilmiş oldu. Her şeyin bir ilki vardır. İlk dikkatimi çeken ve epey hoşuma giden şey, kitabın paketi oldu. Siyah bir elektrik fişi ve kablosu ile sarmalanmıştı paket. Pakedin üstüne bir kalp işaret çizilmiş ve ismim yazılmıştı. Elbette dayanamadım ve paketin fotoğrafını çektim. Kitabın ismiyle birebir örtüşen bu paket, promosyondan öte, özel bir hediye almış hissi verdi bana. Kime bu şekilde ulaştıysa, kendini özel hissetmiş olabilir tuhaf şekilde.
Ön kapak ve arka kapak fotoğrafları çok başarılı. Umay Umay, bildiğim kadarıyla kendini fotoğrafçılığa vermiş ve bu kitabın ön/arka kapaklarında imzası var. Fişi çekilmiş bir pikap ve yatağa sır üstü yatmış ama yüzü görülmeyen bir genç görüyoruz. Arka kapakta ise yüzü koyun yatmış. Yine pikap ile yan yana. Pikabın üzerinde bir sayfa var. Bizim olmasına izin vermediğiniz Mektuplar yazıyor. Bu kadar detaylı tasvir etmemin nedeni, bu konsepti adeta bir plak veya CD kapağınınki kadar bütünlüklü ve manalı bulmam. Önce hızla bir göz gezdirdim ve her sayfada birkaç cümle olduğunu gördüm. Daha sonra kitaba başlayınca, bu cümlelerin aslında birer şiir dizesi gibi metaforlarla, benzetmelerle dolu olduğunu, masalsı bir anlatımı olduğunu gördüm. Belki de gerçek üstü diyebiliriz. Daha ziyade şiir dizelerine yakın geldi. Şiir ile düzyazı arasında, belki de deneme diyebileceğimiz ama öyküsü olan bir yazı türü. Haiku’lar geldi bir an aklıma. Buradaki fark, baştan sona roman veya öykü okumuş gibi oluyorsunuz. Aslında gerçek üstü bir öykü diyebiliriz.
Kitabı, hazmederek ve ağır okuduğum halde bir saatte bitti. Adeta bir bardak şarap gibi hazımla okunulan ama yarayı deşen dizeler, yalın halleriyle insanı daha çabuk çarpıyor. Cesur denebilecek betimlemeler de var. Şehir ile hem bir derdi hem de bir aşkı olan yalnız gencin kalp atışları. Arka kapaktaki paragrafı alıntılıyorum : “Üzerinde gidip geldiğim şehri ve şehrin bütün meleklerini gülümsetiyorum bu gece. Kanatlarım biraz daha büyüyor, içine girip çıktıkça İstanbul'un. Bekle Beyoğlu, biraz daha bekle. Bu gece her şeye geç kalmak istiyorum. Önce sen boşal. Kimse yokken içinde, sevgilimle el ele yürümek istiyorum üzerinde.”
İlk şiir kitabım Mor Rüya’daki sade, yalın ve asi ruhlu ama naif dizelerime yakın buldum bazen Yerlikaya’nın cümlelerini. Onun yazdıkları sokakla da yakından ilişkili ama duruşundaki naiflik, melankoli ve aidiyetsizlik hissi, ruhuma çok yakın geldi.
Kısacası, dünyalarımız farklı da olsa bir kardeşlik hissiyle okudum yazdıklarını.
Kardeşler de birbirlerine benzemezler ama bazı izler vardır, tıpa tıp benzeyen.
Abartısız olarak bunu hissettim : Gizli bir ruh kardeşliği. Hiç tanışmamış olsak da.
Bazıları bir şehri kayırmak gibi görse de, yaşamının çoğunu İzmir’de geçirmiş olması,
benim baba tarafımdan gelen İzmir’li kanımla, bir bakış açısı kardeşliği veya köprüsü kurmuş olabilir. İstanbul’dan bahsetmesine rağmen, İzmir’li vizyonunu sezdim. Kitabın çok derinine inip, okuyucularımı fazla yönlendirmek istemiyorum. Asıl derdim, bu kitabın ve yazarının bende uyandırdığı hisleri yazmak. En önemli bağ ise, zor aşkların arayışında düşülen yalnızlık. Yerlikaya, aşkı bazen bir çingene kadar özgürce yaşadığını gizlemiyor beri yandan arayışın bitmeyeceğini dürüstçe ve hüzünlenerek yüzümüze vuruyor. Sığ aşklardan bıkmış bir ruh belki de… Mor Rüya ve Fişini Sen mi Çektin Rüyalarımın kitapları, yan yana çok güzel durdular. İki asi kadın, iki asi erkek veya iki asi çocuk gibi…
Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com
21 Mart 2011 Pazartesi
Dünyaya Kirli Camından Bakanlara Karşı Önlemler
Dünyaya Kirli Camından Bakanlara Karşı Önlemler
13 Mart 2011 BirGun Pazr Eki
Arap saçına çevirdiler hayallerimi. Hepsinden hala eminken, dünyaya cömertlik saçarken güneşimi kestiler. Karanlıklarında boğulan o kişiliksiz insanların saçtığı zehirden uzak durmak gerektiği aşikar. Geriye ne kalıyor diyor insan? Bu çağda en büyük ve sıcak liman, insanın kendi kalbi. Orada, derinlerde bir içsel güç var, işte tam da o güce tutunmak ve adeta sığınmak gerekiyor. Bazı insanların içi öyle pis ki. Sanırım sosyal paylaşım alanları da insanların bilinçaltı konusunda çok aydınlattı. Kimi her daim ilginç veya her daim tatlı, kimi her daim papağan, kimi negatiflik yayıyor, kimi kendi kusmuğunda boğuluyor. Bunun sonu gelmiyor. Birkaç güzel dostluk, uzaktan da olsa birkaç tatlı söz belki de yetmeli bizlere…
Laf oyunları, şakalar, imalar, paylaşımlar, müzik vesaire…Bunlar güzel şeyler..
Zehirli oyunlar ise bana göre değil. Ne yazık ki birçok kişi maskelerin ardından savaşmayı seviyor. Dürüstseniz, dobraysanız, açık kalpliyseniz fellik fellik kaçtıkları gibi bir de sizi çarmıha geriyorlar. Şeytani fikirlerini size yakıştırıyorlar. İçi güzel olan, kendisine sunulan güzellikleri görebiliyor ama kirli camı olanlara ne yapsanız boş. Kendi kirli camlarından değerlendiriyorlar tüm yaptıklarınızı.
Bukowski denemelerinin edebi değeri tartışılabilir ama çok doğru laflar eder bazen eserlerinde :” Her şeye yaslanın ama insan denen varlığa asla…” Bu cümlesi o kadar vurucu ki… Sanata yaslanabilirsiniz, hobilere, hayallere, bir bitkiye, bir hayvana… İnsanlar, mucizevi oldukları kadar karanlık varlıklar. Bunu bir kez daha öğretti hayat. Hele de bu bireysel ve rekabetin pohpohlandığı çağda öyle kalın ve görünmez duvarlar var ki…
Ya adapte olursun ya ölürsün. Resmen bunu görüyor insan. Eğer sanatçı ruhunuz yani ince düşünen ve hassas bir yapınız varsa vay halinize. Bir yandan yöntemler geliştirmek lazım, daha az yara almak için. Tabii, herkesin yöntemleri kendine ama bu yöntemler verimliliği arttıran pozitif şeyler olmalı. Delice bile gözükse önemi yok. Önemli olan içerde bir denge sağlamak.
Sanat, gerçekten bir ilaç. En basidinden sadece müzik dinlemek bile insanı çukurdan çıkarıyor bazen. Müzik bu gücünü asla kaybetmemeli. Yoksa mahvoluruz. Hepimizi koruyan bir güç varsa lütfen insanlığa biraz daha duyarlılık getirsin. 70’lerdeki insancıllığın dostluğun, 60’lardaki dayanışmanın ve muhalifliğin özlemini şiddetle duyuyorum. O dönemleri yaşadığım için değil elbette. Tam aksine, o dönemleri hiç yaşama şansınm olamadığı ve olamayacağı için. Yazarak ve üreterek, kendi içindeki o taze, genç, dahi güce biraz olsun dokunuyor insan. Dengesizlikte bile denge yaratmak o kadar önemli ki. Antik Yunan tiyatrolarında acıya mesafeli durmak gibi bir kavram varmış. İnsanlar acıları ve dramatik olayları sahnede izlerken, kendi sıkıntılarına karşı biraz mesafeli durmayı öğrenirlermiş. Ruhun arınması denirmiş buna. İşte bu zamanda, tam da buna ihtiyacımız var. Bizi üzen şeylerden biraz sıyrılmak için, kendi derdimize bile mesafeli durmak. Uzaktan kendimizi izlediğimizi farzetmek. İyi bir müzik veya romanla kendimizi yeniden tanımak ve belki inşa etmek, en azından yaralarımızı sarmak…Buna herkesin ihtiyacı var, istisnasız herkesin. Ruhu hassas olan azınlık yani benim gibiler ise belki sanatın dozajını arttırmakla yükümlü. Başka çare yok, tek seçenek bu.
Unuttuğum en önemli diğer silah : Mizah. Şart, şart, şart. Mizah, hem zeka, hem merhamet belirtisi çünkü. Olaylarla ve insanlarla başa çıkabilmenin en etkin diğer yolu. Bazense tek yolu. Hele de akıl almaz derecede saçma ve yersiz davranışlara maruz kalıyorsanız, mizah en güçlü silahınız olabilir. Şükran duygusu da demode olmuş ama bir o kadar etkili bir silah.
Bunlar, o aptal yardım kitaplarında yazan şeylerden hiç değil, inanın bana. Bunlar, kendi ruhundaki şiddetli devinimlerden yorulmuş bir sanatçının kendine çıkardığı dersler…Belki başka bir ruha da damlar ve yolunu bulur.
Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com
13 Mart 2011 BirGun Pazr Eki
Arap saçına çevirdiler hayallerimi. Hepsinden hala eminken, dünyaya cömertlik saçarken güneşimi kestiler. Karanlıklarında boğulan o kişiliksiz insanların saçtığı zehirden uzak durmak gerektiği aşikar. Geriye ne kalıyor diyor insan? Bu çağda en büyük ve sıcak liman, insanın kendi kalbi. Orada, derinlerde bir içsel güç var, işte tam da o güce tutunmak ve adeta sığınmak gerekiyor. Bazı insanların içi öyle pis ki. Sanırım sosyal paylaşım alanları da insanların bilinçaltı konusunda çok aydınlattı. Kimi her daim ilginç veya her daim tatlı, kimi her daim papağan, kimi negatiflik yayıyor, kimi kendi kusmuğunda boğuluyor. Bunun sonu gelmiyor. Birkaç güzel dostluk, uzaktan da olsa birkaç tatlı söz belki de yetmeli bizlere…
Laf oyunları, şakalar, imalar, paylaşımlar, müzik vesaire…Bunlar güzel şeyler..
Zehirli oyunlar ise bana göre değil. Ne yazık ki birçok kişi maskelerin ardından savaşmayı seviyor. Dürüstseniz, dobraysanız, açık kalpliyseniz fellik fellik kaçtıkları gibi bir de sizi çarmıha geriyorlar. Şeytani fikirlerini size yakıştırıyorlar. İçi güzel olan, kendisine sunulan güzellikleri görebiliyor ama kirli camı olanlara ne yapsanız boş. Kendi kirli camlarından değerlendiriyorlar tüm yaptıklarınızı.
Bukowski denemelerinin edebi değeri tartışılabilir ama çok doğru laflar eder bazen eserlerinde :” Her şeye yaslanın ama insan denen varlığa asla…” Bu cümlesi o kadar vurucu ki… Sanata yaslanabilirsiniz, hobilere, hayallere, bir bitkiye, bir hayvana… İnsanlar, mucizevi oldukları kadar karanlık varlıklar. Bunu bir kez daha öğretti hayat. Hele de bu bireysel ve rekabetin pohpohlandığı çağda öyle kalın ve görünmez duvarlar var ki…
Ya adapte olursun ya ölürsün. Resmen bunu görüyor insan. Eğer sanatçı ruhunuz yani ince düşünen ve hassas bir yapınız varsa vay halinize. Bir yandan yöntemler geliştirmek lazım, daha az yara almak için. Tabii, herkesin yöntemleri kendine ama bu yöntemler verimliliği arttıran pozitif şeyler olmalı. Delice bile gözükse önemi yok. Önemli olan içerde bir denge sağlamak.
Sanat, gerçekten bir ilaç. En basidinden sadece müzik dinlemek bile insanı çukurdan çıkarıyor bazen. Müzik bu gücünü asla kaybetmemeli. Yoksa mahvoluruz. Hepimizi koruyan bir güç varsa lütfen insanlığa biraz daha duyarlılık getirsin. 70’lerdeki insancıllığın dostluğun, 60’lardaki dayanışmanın ve muhalifliğin özlemini şiddetle duyuyorum. O dönemleri yaşadığım için değil elbette. Tam aksine, o dönemleri hiç yaşama şansınm olamadığı ve olamayacağı için. Yazarak ve üreterek, kendi içindeki o taze, genç, dahi güce biraz olsun dokunuyor insan. Dengesizlikte bile denge yaratmak o kadar önemli ki. Antik Yunan tiyatrolarında acıya mesafeli durmak gibi bir kavram varmış. İnsanlar acıları ve dramatik olayları sahnede izlerken, kendi sıkıntılarına karşı biraz mesafeli durmayı öğrenirlermiş. Ruhun arınması denirmiş buna. İşte bu zamanda, tam da buna ihtiyacımız var. Bizi üzen şeylerden biraz sıyrılmak için, kendi derdimize bile mesafeli durmak. Uzaktan kendimizi izlediğimizi farzetmek. İyi bir müzik veya romanla kendimizi yeniden tanımak ve belki inşa etmek, en azından yaralarımızı sarmak…Buna herkesin ihtiyacı var, istisnasız herkesin. Ruhu hassas olan azınlık yani benim gibiler ise belki sanatın dozajını arttırmakla yükümlü. Başka çare yok, tek seçenek bu.
Unuttuğum en önemli diğer silah : Mizah. Şart, şart, şart. Mizah, hem zeka, hem merhamet belirtisi çünkü. Olaylarla ve insanlarla başa çıkabilmenin en etkin diğer yolu. Bazense tek yolu. Hele de akıl almaz derecede saçma ve yersiz davranışlara maruz kalıyorsanız, mizah en güçlü silahınız olabilir. Şükran duygusu da demode olmuş ama bir o kadar etkili bir silah.
Bunlar, o aptal yardım kitaplarında yazan şeylerden hiç değil, inanın bana. Bunlar, kendi ruhundaki şiddetli devinimlerden yorulmuş bir sanatçının kendine çıkardığı dersler…Belki başka bir ruha da damlar ve yolunu bulur.
Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com
6 Mart 2011 Pazar
Film Haftası : Siyah Kuğu ve Kendi Karanlığımızla Yüzleşmek
Film Haftası : Siyah Kuğu ve Kendi Karanlığımızla Yüzleşmek
BirGun Pazar Eki 6 Mart 2011
Başlığı okuyan !F’e gittim sanabilir ama henüz iyileştiğim için bana nispeten daha yakın olan ve ortamını çok sevdiğim Kanyon sinemalarına gittim. Tek sevdiğim AVM orası, belki de açık olmasındandır. Bu hafta epey film gördüm : Siyah Kuğu, Zoraki Kral ve127 Saat…
Oskar ödül dağıtımını pek adil bulmadım sonuç olarak. Natalie Portman bileğinin hakkıyla Oskar aldı ama bu film daha fazla ödüle layıktı şüphesiz. Sosyal Ağ’a göre hele. Siyah Kuğu filmini kimi çok sevdi kimi yerden yere vurdu ama son zamanlarda gördüğüm en çarpıcı filmdi.
Sinematografik olarak çok başarılı, nefesiniz kesilmiş şekilde izliyorsunuz filmi.
Psikolojik alt anlamlar derseniz bolca var. Haneke’nin Piyanist filmi ile yarışamaz belki
ama rahatsız ediciliği, rekabeti ve modern insanın takıntılarını sorgulaması, ana-kız ilişkisinin ne kadar hassas olduğuna değinmesi filmdeki kusurları örtüyor.
Bale hocasının da bencil ve maço davranışları aslında ayrı bir analiz konusu.Bu filmdeki karakterler onaylanmak için değil, hepimizin karanlık taraflarıyla yüzleşmesi için yaratılmış ve filmden en fazla rahatsız olanlar kendilerinden en çok kaçanlar gibi geliyor bana.En beteri ise daha filmi görmeden, olumsuz yazılardan etkilenip gitmeme kararı alanlar. Tam da filmin bahsettiği kontrol deliliği ve kendi seçimlerini yapamayış tuzağına düşüyorlar ironik bir şekilde. Kısacası, sizin okumanıza bağlı bir film bu. Filmi ne kadar derin okursanız o kadar alt anlam çıkarıyor ve günümüze dair o kadar portre görüyorsunuz.
Elbette kusursuz bir film değil. Bale hocasının ve özgür takılan rakip kızımızın, kahramanımıza hayat dersleri vermeye çalışmaları biraz sığ kalmış belki. Yine de siyah ile beyazın, iyi ile kötünün, yanlış ile doğrunun ikiliklerine meraklı varlıklar olan insanları ilgilendirecek düzeyde sorgulama var. Ahlağı, aile bağlarını, özgürlüğü, rekabeti, mükemmeliyetçiliği, dostluğu, cinselliği sorgulatması bile övmek için yeterli bu filmi. Görmezden gelinecek veya tamamen tu kaka denilecek bir film hiç değil. Aynı yönetmenin Bir Rüya’ya Ağıt filmi (Requiem For a Dream) filmi de çok ses getirmişti. Odamda afişi asılıdır. Yaşlı bir kadının, genç ve güzel haline dönmek istemesi, yarışma programına katılması gibi yine bize vaad edilen dünyaları sorgulatan, rahatsızlık veren bir filmdi. Rahatsız eden filmler iyidir, insanı biraz silkeler, biraz kabuğundan çıkarır, yeni bakış açıları getirir. Arkadaşları “Adına da derler Swan” diye güldürdüm ya, mizah iyi geldi hepimize. Lezbiyen ilişkilerin görünürlüğü de çok az filmde vardır. Rüya bile olsa, filmde kahramanın böyle bir arzu duyması, olmak isteyebileceği insandan etkilenmesi aşkı da sorgulatabilir.Arzuyu öldürme çabası da, psikolojik ve toplumsal bir savaş olarak okunabilir.
127 Saat filminde adamın kendi kolunu koparma sahnesi dışında tüm filmi izleyebildim.
Belki o sahne de filme gerçeklik ve etki katmak için vardı ama bence o kadar uzun bir sahneye gerek yoktu. Ailesine haber vermeden bisikletini alıp Utah’daki uçsuz bucaksız kanyona giden asi gencin, bir kayaya kolunun sıkışmasıyla orada geçirdiği korkunç saatler ve geçmişi, ailesi ile içsel yüzleşmesi alatılıyor.“Into The Wild” (Özgürlük Yolu) filmi kesinlikle daha çok boyutlu bir dünyaya götürmüştü bizi. Bu filmdeyse biraz eksiklik var. Kahramanın geçmişine dair çok fazla etkileyici olay yok ve sıradan bir “hayatta kalma” mücadelesinden öteye gidememiş film.Yine de iyimser bakışımla diyorum ki, bu filmi gördükten sonra insan ne gibi lükslere sahip olduğunu ve insan iradesinin gerçek gücünü görüyor.
Zoraki Kral’da ise kralın kekeme olmasından ziyade, doktoru ile arasındaki dostluk ve tüm sınıf farklarını/hiyerarşiyi ezip geçen iletişimleri etkiledi. Ödülleri Colin Firth almış olsa da ben doktor rolünü oynayan Geoffrey Rush’ın insancıllığından ve derinliğinden daha fazla etkilendim. Filme en büyük rengi onun karakteri katmış. Kıssadan hisse, filmler bu hafta ruhumu içsel bir yıkımdan daha kurtardı. En azından sıyrıkları az oldu. Biz sanatçılar, şiddetli iniş çıkışlar yaşarız işte tam da bu yüzden kaçarız ara sıra. 7 Mart Pazartesi akşamı saat 20:00’da Atilla Dorsay’a Saygı Gecesi’nde, Akatlar Kültür Merkezi’nde Cahit Berkay, Ayten Alpman ve Nil Burak ile sahne alacağım. Beklerim. Giriş biletsiz yani serbest.
BirGun Pazar Eki 6 Mart 2011
Başlığı okuyan !F’e gittim sanabilir ama henüz iyileştiğim için bana nispeten daha yakın olan ve ortamını çok sevdiğim Kanyon sinemalarına gittim. Tek sevdiğim AVM orası, belki de açık olmasındandır. Bu hafta epey film gördüm : Siyah Kuğu, Zoraki Kral ve127 Saat…
Oskar ödül dağıtımını pek adil bulmadım sonuç olarak. Natalie Portman bileğinin hakkıyla Oskar aldı ama bu film daha fazla ödüle layıktı şüphesiz. Sosyal Ağ’a göre hele. Siyah Kuğu filmini kimi çok sevdi kimi yerden yere vurdu ama son zamanlarda gördüğüm en çarpıcı filmdi.
Sinematografik olarak çok başarılı, nefesiniz kesilmiş şekilde izliyorsunuz filmi.
Psikolojik alt anlamlar derseniz bolca var. Haneke’nin Piyanist filmi ile yarışamaz belki
ama rahatsız ediciliği, rekabeti ve modern insanın takıntılarını sorgulaması, ana-kız ilişkisinin ne kadar hassas olduğuna değinmesi filmdeki kusurları örtüyor.
Bale hocasının da bencil ve maço davranışları aslında ayrı bir analiz konusu.Bu filmdeki karakterler onaylanmak için değil, hepimizin karanlık taraflarıyla yüzleşmesi için yaratılmış ve filmden en fazla rahatsız olanlar kendilerinden en çok kaçanlar gibi geliyor bana.En beteri ise daha filmi görmeden, olumsuz yazılardan etkilenip gitmeme kararı alanlar. Tam da filmin bahsettiği kontrol deliliği ve kendi seçimlerini yapamayış tuzağına düşüyorlar ironik bir şekilde. Kısacası, sizin okumanıza bağlı bir film bu. Filmi ne kadar derin okursanız o kadar alt anlam çıkarıyor ve günümüze dair o kadar portre görüyorsunuz.
Elbette kusursuz bir film değil. Bale hocasının ve özgür takılan rakip kızımızın, kahramanımıza hayat dersleri vermeye çalışmaları biraz sığ kalmış belki. Yine de siyah ile beyazın, iyi ile kötünün, yanlış ile doğrunun ikiliklerine meraklı varlıklar olan insanları ilgilendirecek düzeyde sorgulama var. Ahlağı, aile bağlarını, özgürlüğü, rekabeti, mükemmeliyetçiliği, dostluğu, cinselliği sorgulatması bile övmek için yeterli bu filmi. Görmezden gelinecek veya tamamen tu kaka denilecek bir film hiç değil. Aynı yönetmenin Bir Rüya’ya Ağıt filmi (Requiem For a Dream) filmi de çok ses getirmişti. Odamda afişi asılıdır. Yaşlı bir kadının, genç ve güzel haline dönmek istemesi, yarışma programına katılması gibi yine bize vaad edilen dünyaları sorgulatan, rahatsızlık veren bir filmdi. Rahatsız eden filmler iyidir, insanı biraz silkeler, biraz kabuğundan çıkarır, yeni bakış açıları getirir. Arkadaşları “Adına da derler Swan” diye güldürdüm ya, mizah iyi geldi hepimize. Lezbiyen ilişkilerin görünürlüğü de çok az filmde vardır. Rüya bile olsa, filmde kahramanın böyle bir arzu duyması, olmak isteyebileceği insandan etkilenmesi aşkı da sorgulatabilir.Arzuyu öldürme çabası da, psikolojik ve toplumsal bir savaş olarak okunabilir.
127 Saat filminde adamın kendi kolunu koparma sahnesi dışında tüm filmi izleyebildim.
Belki o sahne de filme gerçeklik ve etki katmak için vardı ama bence o kadar uzun bir sahneye gerek yoktu. Ailesine haber vermeden bisikletini alıp Utah’daki uçsuz bucaksız kanyona giden asi gencin, bir kayaya kolunun sıkışmasıyla orada geçirdiği korkunç saatler ve geçmişi, ailesi ile içsel yüzleşmesi alatılıyor.“Into The Wild” (Özgürlük Yolu) filmi kesinlikle daha çok boyutlu bir dünyaya götürmüştü bizi. Bu filmdeyse biraz eksiklik var. Kahramanın geçmişine dair çok fazla etkileyici olay yok ve sıradan bir “hayatta kalma” mücadelesinden öteye gidememiş film.Yine de iyimser bakışımla diyorum ki, bu filmi gördükten sonra insan ne gibi lükslere sahip olduğunu ve insan iradesinin gerçek gücünü görüyor.
Zoraki Kral’da ise kralın kekeme olmasından ziyade, doktoru ile arasındaki dostluk ve tüm sınıf farklarını/hiyerarşiyi ezip geçen iletişimleri etkiledi. Ödülleri Colin Firth almış olsa da ben doktor rolünü oynayan Geoffrey Rush’ın insancıllığından ve derinliğinden daha fazla etkilendim. Filme en büyük rengi onun karakteri katmış. Kıssadan hisse, filmler bu hafta ruhumu içsel bir yıkımdan daha kurtardı. En azından sıyrıkları az oldu. Biz sanatçılar, şiddetli iniş çıkışlar yaşarız işte tam da bu yüzden kaçarız ara sıra. 7 Mart Pazartesi akşamı saat 20:00’da Atilla Dorsay’a Saygı Gecesi’nde, Akatlar Kültür Merkezi’nde Cahit Berkay, Ayten Alpman ve Nil Burak ile sahne alacağım. Beklerim. Giriş biletsiz yani serbest.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)