Babylon’da Yalnız Bir Kadın : Jane Birkin ve Zenne Filmi
22 Ocak 2012 BirGun Pazar Eki
Babylon’dan iki gece üst üste zarif şarkıcı Jane Birkin geçti. İlk geceki konserine gittim. Gerçekten büyüleyici bir atmosferdi. İnsanı boğan kalabalık hariç. İğne atsanız yere düşmüyordu, önce üst kattan izleyeyim sahneyi daha rahat görürüm dedim ama balkon da tıklım tıklımdı ve görmek imkansızdı. Aşağıya indim tekrar ve bara yaslandım, sürekli içki alanlar ve habire sigara molasına çıkmaya çalışanlar arasında konseri izlemeye çalıştım. Açıkçası, insan trafiği yüzünden yeterince odaklanamadım konsere. Çok daha hipnotize olmayı ve atmosferde kaybolmayı umuyordum.
Birkin sahiden büyük tevazu sahibi ve içten bir şarkıcı. Müzik tarihindeki önemine rağmen bu kadar huzurlu, sade, kendiyle barışık kalabilmeyi başarmış Marianne Faithfull’un konseri geldi aklıma. Seyircilerin arasında şarkı söyledi, gezindi, bol bol Gainsbourg anılarını ve Japonya’daki depremzedeler için düzenlediği turnenin detaylarını anlattı. Arkasında uzakdoğulu müzisyenlerden oluşmuş bir orkestra vardı ve onlarla gurur duyduğunu söyledi.
Japonya depreminden bahsederken, Van depremini de unutmadı ve ne yazık ki benzer nedenle gönüldaş oldunuz bu aralar dedi. Bembeyaz karlar altında İstanbul’un nefis bir şehir olduğunu anlattı. Sanırım trafiğe ve kapanan yollara maruz kalmamış İstanbul’da.
“Je t’aime, moi non plus…” beklerdik ama kiminle düet yapacaktı ki Gainsbourg’dan başka… Saçma bir düet olacağına hiç söylememesi daha iyi oldu belki. “Baby Alone in Babylone”’u söylerken hepimiz büyülendik ama özellikle ben sadece bu şarkı için bile konsere gidebilecek biri olarak , ayrı etkilendim. Yaralarıma tuz basıldı o şarkıyı dinlerken…
Geçen hafta radyo programımda Editors çalacaktım ama kesilen elektrikler, çalışmayan metro ve şiddetli kar yağışı derken bu haftaya kaldı. Gerçi bu yazı çıktığında ya Editors çalmış olacağım ya da kafama esecek bambaşka bir konseptle çıkacağım karşınıza.
Ocak ayının Milliyet Sanat dergisi gene dopdolu keza Bir Artı Bir dergisi de öyle. İyi ki böyle dergiler de var diyor insan. Etrafımız “güzellik ve bakım” türevi dergilerden geçilmezken ve hatta blog’lar, müzik dergilerinin satışını dibe vurdurmuşken Milliyet Sanat ve Bir Artı Bir gibi dergilerin varlığı bir mucize. Kapağında The Doors olan bu müthiş sayıyı kaçırmamak lazım. Çok özel ve zengin The Doors dosyası, okumaya değer.
Zenne
Kurgusu ve senaryosu problemli bulunsa da, Türkiye’deki gökkuşağı dünyasını pek gerçekçi anlatmıyor olsa da, Ahmet Yıldız davasını sahiplenmesi ve kamuoyundaki önyargıları kırması açısından devrimci ve önemli bir film. Belki de ilk eşcinsel töre cinayeti filmi bu. Sadece cesareti bile alkışlanmaya değer ki ben filmi gayet sürükleyici buldum, kurgu hatalarına, gerçekçilik eksikliklerine rağmen güzel bir film. Zenne olan eşcinsel karakter fazla karikatürize geldi bana. Türkiye’deki eşcinsel algısındaki klişeleri daha fazla bozan bir karakter olabilirdi. Ekonomik ve sosyal anlamda daha üst düzeyde yaşayan ama kendini belli edemeyen karakterler de eklenebilirdi. Avrupa festivallerine gitmesi ve oralarda da gösterilmesi mühim ama en mühimi Türkiye’de göreceği ilgiydi ve beklenenden daha iyi gittiğini yönetmeni söyledi. PR konusunda BKZ iletişim ve Özlem Demirkıran’ı tebrik etmek lazım. Twitter dahil tüm sosyal medya ortamlarında epey emek veriyorlar filmi tanıtmak için. Bu filmi anne/babalar kesinlikle görmeli hatta en çok da eşcinsellere öcü gibi bakanlar merak edip gitmeli ki bu sayede belki tektip yaşamların olmadığını görüp öteki gördüklerinin acılarını sahiplenirler.
Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com
24 Ocak 2012 Salı
20 Ocak 2012 Cuma
Almodovar filmi ve müzikleri
Almodovar filmi ve müzik dergileri
15 Ocak 2012 BirGün Pazar Eki
Elimde 3 adet nefis dergi var. Nedir onlar? Q dergisi var. Kapağında Coldplay var. Epeyce fazla sevilmiş bir grup bu, müzik sektörü tarafından. Ben de severim ama bu kadar göze sokulunca sanki abartıldıklarını düşünüyor insan, ister istemez. Chris Martin ve Gwyneth Paltrow’un müzik medyasını meşgul eden beraberliklerinden fotoğraflar var. Beni ilgilendiren kısmı ise, Chris’in müzik sektörü ve kendi durdukları yer hakkında söyleyecekleri. Aslında en güzel sürpriz Uncut dergisinin özel The Smiths sayısı. Bulursanız alın, Tabii ingilizceniz varsa. Bağımsız ruhlu güzide grubun tüm hikayesi diyor kapakta. Az bulunan fotoğraflar, The Smiths öncesi zamanlar, sahne arkası hikayeleri (bir rock grubunun olmazsa olmazıdır aslında bu), grubun beyni Morrissey ve Marr röportajları, tüm albümler hakkında yorumlar… The Smiths seven biri zaten kaçırmamalı ama genelde alternatif ve indie sularında gezen hiç kimse kaçırmamalı diyorum. Eskiden Guitar Player gibi gitar tekniği dergilerini daha çok alırdım sonra bir süre hiç dergi almamaya başladım şimdi tekrar dönüş oldu. Daha ziyade önceden de aldığım Q ve tabii daha bir tavırlı Uncut, Mojo gibi dergileri alıyorum zaman zaman. Guitar Player gibi teknik dergilerden de illa ki bir adet oluyor poşetimde.
Geçen Cumartesi radyo programımda Patti Smith çaldım ve Patti’nin Çoluk Çocuk adlı otobiyografisinden bahsettim. Daha evvel bu kitaba bir yazı ayırmıştım. Altmışların sonu ve yetmişlerin başındaki New York’un her tür insanına selam çakan , bir aşk öyküsü gibi başlayıp bir ağıt olarak sona eren muazzam bir gerçek hayat hikayesi. “Dancing Barefoot” yani “ Çıplak Ayak Dansetmek” adlı şarkının ismi her şeyi özetlemiyor mu? Çok azımız çıplak ayak dansetmeyi göze alıyoruz. Çoğunluk, adı üstünde, çoğunluk kolayı seçiyor.
Yüreğinin sesini dinleyip inandıklarını yapana çıplak ayak danseden diyoruz.
Almodovar’ın son filmi “İçinde Yaşadığım Deri” yi gördüm. İsmi gerçekten çok çarpıcı ve güzel filmin. Filmin kendisi, ismin hakkını vermedi sanki. Kişisel bir bakışla, benim beklediğim film değildi diyeyim. Toplumsal cinsiyet rollerinin sorgulanması elbette gerilim/macera dolu bir senaryo ile de yapılabilir ama bana fazla kitsch veya Hollywoodvari geldi birçok absürd olay. Yönetmen bunu bilerek ve isteyerek yapmış belli ki. Hele de filmin sonunda “ Ben seneler evvel o gördüğün erkektim” diyen “yeni kadın” ın son sahneyi böyle kapatması bana biraz banal geldi. Herşeye rağmen, şu ara film seçerken piyasadaki diğer filmlere tercih edilmeli çünkü sarsıcı ve sorgulatan bir film olduğunu inkar edemeyiz. Bir filmin içine bu kadar fazla absürd olay ve bu kadar problem koymak sanki biraz yoruyor. Absürd bir gerilim gibi duruyor. Bazı noktalarda mesajlar çok vurucu yine de. Tenin bir saplantı aracı olarak görüldüğü bir dünyada, estetik ameliyatları kendini Tanrılaştıracak kadar kontrol delisi ve intikamcı bi adamın kontrolden çıkmasıyla olanları izliyoruz. Aslında bu karakter farklı okumalara açık. Yarattığı dram da.
Zenne filminin galası ve basın gösterimine davetiye geldi ama gidemedim. Cuma gösterime girmiş olacak ve ben bu yazı yayınlandığında filmi görmüş olacağım büyük ihtimal. Bir başka yazı da bu film hakkında olabilir. Açık Radyoya filmin müziklerinden bir CD geldi. Onu da dinlemeli. BKZ iletişim çok sıkı çalışıyor sürekli davetiyeler ve haberler gönderiyorlar.
Bu hafta, “İçinde Yaşadığım Deri” ve “ Zenne” filmlerini görün, biraz sarsılın, farklı bakış açıları kazanın diyorum. Her zaman gidilen patlamış mısır filmlerine biraz ara verin. Değişik seçimler yapın bu sefer. Sorgulayan, sorgulatan, farklı dünyaları anlatan filmler lazım şu zamanlarda hepimize. Kafa yapıları örümcek tutanların ise en önde gitmesi gerekiyor aslında.
Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com
15 Ocak 2012 BirGün Pazar Eki
Elimde 3 adet nefis dergi var. Nedir onlar? Q dergisi var. Kapağında Coldplay var. Epeyce fazla sevilmiş bir grup bu, müzik sektörü tarafından. Ben de severim ama bu kadar göze sokulunca sanki abartıldıklarını düşünüyor insan, ister istemez. Chris Martin ve Gwyneth Paltrow’un müzik medyasını meşgul eden beraberliklerinden fotoğraflar var. Beni ilgilendiren kısmı ise, Chris’in müzik sektörü ve kendi durdukları yer hakkında söyleyecekleri. Aslında en güzel sürpriz Uncut dergisinin özel The Smiths sayısı. Bulursanız alın, Tabii ingilizceniz varsa. Bağımsız ruhlu güzide grubun tüm hikayesi diyor kapakta. Az bulunan fotoğraflar, The Smiths öncesi zamanlar, sahne arkası hikayeleri (bir rock grubunun olmazsa olmazıdır aslında bu), grubun beyni Morrissey ve Marr röportajları, tüm albümler hakkında yorumlar… The Smiths seven biri zaten kaçırmamalı ama genelde alternatif ve indie sularında gezen hiç kimse kaçırmamalı diyorum. Eskiden Guitar Player gibi gitar tekniği dergilerini daha çok alırdım sonra bir süre hiç dergi almamaya başladım şimdi tekrar dönüş oldu. Daha ziyade önceden de aldığım Q ve tabii daha bir tavırlı Uncut, Mojo gibi dergileri alıyorum zaman zaman. Guitar Player gibi teknik dergilerden de illa ki bir adet oluyor poşetimde.
Geçen Cumartesi radyo programımda Patti Smith çaldım ve Patti’nin Çoluk Çocuk adlı otobiyografisinden bahsettim. Daha evvel bu kitaba bir yazı ayırmıştım. Altmışların sonu ve yetmişlerin başındaki New York’un her tür insanına selam çakan , bir aşk öyküsü gibi başlayıp bir ağıt olarak sona eren muazzam bir gerçek hayat hikayesi. “Dancing Barefoot” yani “ Çıplak Ayak Dansetmek” adlı şarkının ismi her şeyi özetlemiyor mu? Çok azımız çıplak ayak dansetmeyi göze alıyoruz. Çoğunluk, adı üstünde, çoğunluk kolayı seçiyor.
Yüreğinin sesini dinleyip inandıklarını yapana çıplak ayak danseden diyoruz.
Almodovar’ın son filmi “İçinde Yaşadığım Deri” yi gördüm. İsmi gerçekten çok çarpıcı ve güzel filmin. Filmin kendisi, ismin hakkını vermedi sanki. Kişisel bir bakışla, benim beklediğim film değildi diyeyim. Toplumsal cinsiyet rollerinin sorgulanması elbette gerilim/macera dolu bir senaryo ile de yapılabilir ama bana fazla kitsch veya Hollywoodvari geldi birçok absürd olay. Yönetmen bunu bilerek ve isteyerek yapmış belli ki. Hele de filmin sonunda “ Ben seneler evvel o gördüğün erkektim” diyen “yeni kadın” ın son sahneyi böyle kapatması bana biraz banal geldi. Herşeye rağmen, şu ara film seçerken piyasadaki diğer filmlere tercih edilmeli çünkü sarsıcı ve sorgulatan bir film olduğunu inkar edemeyiz. Bir filmin içine bu kadar fazla absürd olay ve bu kadar problem koymak sanki biraz yoruyor. Absürd bir gerilim gibi duruyor. Bazı noktalarda mesajlar çok vurucu yine de. Tenin bir saplantı aracı olarak görüldüğü bir dünyada, estetik ameliyatları kendini Tanrılaştıracak kadar kontrol delisi ve intikamcı bi adamın kontrolden çıkmasıyla olanları izliyoruz. Aslında bu karakter farklı okumalara açık. Yarattığı dram da.
Zenne filminin galası ve basın gösterimine davetiye geldi ama gidemedim. Cuma gösterime girmiş olacak ve ben bu yazı yayınlandığında filmi görmüş olacağım büyük ihtimal. Bir başka yazı da bu film hakkında olabilir. Açık Radyoya filmin müziklerinden bir CD geldi. Onu da dinlemeli. BKZ iletişim çok sıkı çalışıyor sürekli davetiyeler ve haberler gönderiyorlar.
Bu hafta, “İçinde Yaşadığım Deri” ve “ Zenne” filmlerini görün, biraz sarsılın, farklı bakış açıları kazanın diyorum. Her zaman gidilen patlamış mısır filmlerine biraz ara verin. Değişik seçimler yapın bu sefer. Sorgulayan, sorgulatan, farklı dünyaları anlatan filmler lazım şu zamanlarda hepimize. Kafa yapıları örümcek tutanların ise en önde gitmesi gerekiyor aslında.
Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com
8 Ocak 2012 Pazar
KIRMIZILIKLAR içinde BİR KADIN
KIRMIZILIKLAR içinde BİR KADIN
8 Ocak 2012 BirGun Pazar Eki
Kırmızılıklar içinde bir kadın. Yolunu arıyorken rastladığı bir palyaçoya yolu soruyor. Palyaço ona diyor ki : İzleri takip et. Hangi izler diyor kadın. O izleri görebilmen için mizahı ve melankoliyi derinden hissetmelisin diyor palyaço kadına. Kadın devam ediyor yoluna. Teşekkür ediyor bu tavsiye için. Minnettar sayılmaz ama kafası karışık kadının. Bulutlar çekilirken, güneşe doğru kaldırıyor kafasını. Yüzüne çarpan güneş ışıkları iyi geliyor.
Bir atı var sadece yol alabilmek için. Bu at epey huysuz. Bazen yoruluyor ve mola vermek zorunda kalıyorlar. Kadın aslında Jeanne D’Arc gibi. Cesur ve gözü kara.
Kırmızı yollardan geldim diyor kadın gökyüzüne bakarak. Hem güzel hem kaotik yollardı diyor. Kan kırmızı mı, kalp kırmızısı mı, gül kırmızısı mı, ruj kırmızısı mı; aslında hepsi. Kırmızının her türlüsünü görüyor ve yaşıyor kadın. Bazen coşku bazen keder. Orta yolu bulamadım diyor. Modern zamanların asansörlerinin verdiği klostrofobik hissin ruhani versiyonu. En üst kat ile en alt kat arasında iniş çıkışlar. An’lık bir mutluluk ve an’lık dibe vuruşlar. Asla yanıt bulamayan sorular. Huzur , çok nadiren ziyarete gelse de çabuk kaçıyor.
Kadın, inatla yol almaya devam ediyor. Bazen çok ağır bazen çok hızlı ilerliyor. Aslında hep aynı yerde dönüp duran çocuklar değil miyiz diye düşünüyor.
Çözümsüz olan şeyler varsa diyor, yolun sonunda ya da başında değiller. Aslında çözümler içimizde klişesine tutunuyor çünkü her şey zamanla bir şekil alıyor ama genelde acıdan geçerek oluyor bu ne yazık ki. Bir sefer de güzel kağıt gelse diyor. Joker mi olur, Vale mi…
Hayat bir iskambil oyunuysa, elimize dağıtılmış kartlarla idare etmek en asaletlisi olur diye iç çekiyor. Kırmızılıklardan sıyrılamayacağını biliyor çünkü yaradılışı bu.
Kadının tek kaygısı gideceği yerin yolunu bulmakken, yolun tadını çıkarmak istiyor ama bu yol engebeli elbet. İlerisi öyle net görülmüyor hatta bayağı flu. Aslında bu bilinmezlik,yolculuğa heyecan ve mana katıyor ama bazen işaretler arıyor yolda. Sığınacak limanı bulmak istiyor.
Yola devam derken, hava şartları sürekli değişiyor. Bu kadar değişken hava şartları olan bir şehrin yollarında çok dayanıklı olmak gerekiyor. Birgün içinde dört mevsim aslında metaforik olarak da doğru. Kırmızılı kadın, dört mevsimi her saat yaşıyor. Artık bir alışkanlık oluyor. Eklenen her yaş, bir bilgelik de getiriyor sanki beraberinde ama aynı zamanda yükü de artıyor sanki. Beklentiler ve sorular, yaş eklendikçe ağırlaşıyor sanki. Bir tarafı hafiflerken omzunun, diğer omzu ağırlaşıyor. Tuhaf bir denge veya dengesizlik.
Kendi dengesizliğine sarılıyor ki hayatın mevsimlerinin dengesizliği onu yıkmasın. Kendindeki dengeleri, hayatınkiler ile dengelemeye çalışıyor. Tam bir kelime ve hayat oyunu bu aslında. Ağır bir oyun. Ağırlığı oranında bazen güzel ama aynı oranda da zor.
Kırmızılardan silkelenmek istedi kadın ama onu kendine yaklaştıran da aynı kırmızılardı.
Sevdiği, inandığı, korktuğu, çekindiği, canını yakan kırmızılar… Kendiyle yüzleştiren ama sonra dünyanın ne kadar gaddar bir yer olduğunu hatırlatan, inatla yola devam ederken düşünmemeyi ve bu sayede habire düşmemeyi öğütleyen ve düşüncenin bazen kalbi boğduğunu kalbine çarpan kırmızılar.
Kırmızılar ile başa çıkmayı bilmeli… Zamanın öğrettiği en doğru dersti bu, kendi yolunda giden yani “yoldan çıkmış” güzel kadına…
Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com
8 Ocak 2012 BirGun Pazar Eki
Kırmızılıklar içinde bir kadın. Yolunu arıyorken rastladığı bir palyaçoya yolu soruyor. Palyaço ona diyor ki : İzleri takip et. Hangi izler diyor kadın. O izleri görebilmen için mizahı ve melankoliyi derinden hissetmelisin diyor palyaço kadına. Kadın devam ediyor yoluna. Teşekkür ediyor bu tavsiye için. Minnettar sayılmaz ama kafası karışık kadının. Bulutlar çekilirken, güneşe doğru kaldırıyor kafasını. Yüzüne çarpan güneş ışıkları iyi geliyor.
Bir atı var sadece yol alabilmek için. Bu at epey huysuz. Bazen yoruluyor ve mola vermek zorunda kalıyorlar. Kadın aslında Jeanne D’Arc gibi. Cesur ve gözü kara.
Kırmızı yollardan geldim diyor kadın gökyüzüne bakarak. Hem güzel hem kaotik yollardı diyor. Kan kırmızı mı, kalp kırmızısı mı, gül kırmızısı mı, ruj kırmızısı mı; aslında hepsi. Kırmızının her türlüsünü görüyor ve yaşıyor kadın. Bazen coşku bazen keder. Orta yolu bulamadım diyor. Modern zamanların asansörlerinin verdiği klostrofobik hissin ruhani versiyonu. En üst kat ile en alt kat arasında iniş çıkışlar. An’lık bir mutluluk ve an’lık dibe vuruşlar. Asla yanıt bulamayan sorular. Huzur , çok nadiren ziyarete gelse de çabuk kaçıyor.
Kadın, inatla yol almaya devam ediyor. Bazen çok ağır bazen çok hızlı ilerliyor. Aslında hep aynı yerde dönüp duran çocuklar değil miyiz diye düşünüyor.
Çözümsüz olan şeyler varsa diyor, yolun sonunda ya da başında değiller. Aslında çözümler içimizde klişesine tutunuyor çünkü her şey zamanla bir şekil alıyor ama genelde acıdan geçerek oluyor bu ne yazık ki. Bir sefer de güzel kağıt gelse diyor. Joker mi olur, Vale mi…
Hayat bir iskambil oyunuysa, elimize dağıtılmış kartlarla idare etmek en asaletlisi olur diye iç çekiyor. Kırmızılıklardan sıyrılamayacağını biliyor çünkü yaradılışı bu.
Kadının tek kaygısı gideceği yerin yolunu bulmakken, yolun tadını çıkarmak istiyor ama bu yol engebeli elbet. İlerisi öyle net görülmüyor hatta bayağı flu. Aslında bu bilinmezlik,yolculuğa heyecan ve mana katıyor ama bazen işaretler arıyor yolda. Sığınacak limanı bulmak istiyor.
Yola devam derken, hava şartları sürekli değişiyor. Bu kadar değişken hava şartları olan bir şehrin yollarında çok dayanıklı olmak gerekiyor. Birgün içinde dört mevsim aslında metaforik olarak da doğru. Kırmızılı kadın, dört mevsimi her saat yaşıyor. Artık bir alışkanlık oluyor. Eklenen her yaş, bir bilgelik de getiriyor sanki beraberinde ama aynı zamanda yükü de artıyor sanki. Beklentiler ve sorular, yaş eklendikçe ağırlaşıyor sanki. Bir tarafı hafiflerken omzunun, diğer omzu ağırlaşıyor. Tuhaf bir denge veya dengesizlik.
Kendi dengesizliğine sarılıyor ki hayatın mevsimlerinin dengesizliği onu yıkmasın. Kendindeki dengeleri, hayatınkiler ile dengelemeye çalışıyor. Tam bir kelime ve hayat oyunu bu aslında. Ağır bir oyun. Ağırlığı oranında bazen güzel ama aynı oranda da zor.
Kırmızılardan silkelenmek istedi kadın ama onu kendine yaklaştıran da aynı kırmızılardı.
Sevdiği, inandığı, korktuğu, çekindiği, canını yakan kırmızılar… Kendiyle yüzleştiren ama sonra dünyanın ne kadar gaddar bir yer olduğunu hatırlatan, inatla yola devam ederken düşünmemeyi ve bu sayede habire düşmemeyi öğütleyen ve düşüncenin bazen kalbi boğduğunu kalbine çarpan kırmızılar.
Kırmızılar ile başa çıkmayı bilmeli… Zamanın öğrettiği en doğru dersti bu, kendi yolunda giden yani “yoldan çıkmış” güzel kadına…
Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com
5 Ocak 2012 Perşembe
2011'i 2012'ye Bağlayan Yazı
2011’i 2012’ye Bağlayan Yazı
1 Ocak Pazar BirGün Pazar Eki
Yıl sonunda yazılan yazı, yılın ilk günlerinde okunacak. Yılın bir değerlendirmesini geçen hafta yaptım. Kendi açımdan ve ülkemiz açısından önemli bulduğum kültür-sanat olaylarını yazdım. Bu yazı basıldığında yeni bir seneye başlamış olacağız. Her ne kadar tarihler önemsiz olsa da, her yeni sene ve başlangıcı bende 2 tür zıt his yaratıyor . Birinci his, daha iyimser; umutlarla dolu ve yenilenmeye hazır bir kişinin iyimserliği. İkinci his ise; bir sene daha geçti ve ben bazı konularda hala istediğim sonuçları alamadım karamsarlığı. Üstüne üstlük, bir çok hatıranın üzerinden bir sene geçmiş olması da hep içimi acıtır. Ne zaman ve nasıl geçti serzenişi olur içimde. Öte yandan, tüm yaptıklarımı düşününce, gezdiğim yerler, yaşadıklarım, hayatıma giren yeni insanlar, dostlar derken dolu dolu geçmiş aslında da dedirtir.
Galiba ağır basan duygum hüzün. Umutları korusam da,inişli çıkışlı bu yılın sonunda buruk bir hüzün var içimde. Kafamda tam belirginleşmeyen cevap arayışlarım olsa da, bazen korkarız ya cevaplardan, işte o durumdayım belki. Birçok sorumluluk da var hep ötelediğim.
Bu ülkede sanatla uğraşırken o kadar saçma şeyler başına geliyor ki insanın, çok ağırdan alıyor insan akli huzuru için. Oysa doğru ekip ve doğru düzeni kurabilsem kısacası şansım yaver gitse her şey farklı olacak. Güzel insanlar tanıdım bu sene. Çalışmaya devam.
Birçok blog var ve evet önüne gelen blog açıyor ama kimilerinin blog’u sahiden iyi ki var dedirtiyor. 2011’de çıkan ve en beğendiği çalışmaları paylaşmış olan Vordven adlı blogger mesela. Güzel bir liste yapmış. Alternatif müzik adına çok ilginç çalışmaları listesine almış.
Kendisi de diğer blogger dostlarından öneriler almış. Zincirleme gider bu öneriler zaten. İndie albümleri paylaşmak istedim :
OTHER LIVES – TAMER, STEVEN WILSON - GRACE FOR DROWNING, BURZUM – FALLEN, RUSSIAN CIRCLES – EMPROS, MOGWAI - HARDCORE WILL NEVER... + EARTH DIVISION (EP), MARISSA NADLER - MARISSA NADLER, RIVERSIDE - MEMORIES IN MY HEAD (EP), JAMIE WOON – MIRRORWRITING, *SHELS - PLAINS OF THE PURPLE BUFFALO, LAURA - TWELVE HUNDRED TIMES, PESTE NOIRE - L'ORDURE A L'ETAT PUR
, GRAILS - DEEP POLITICS, ERIK ENOCKSSON – APAN, LOW - C'MON, THE UNTHANKS - LAST
, THE ANTLERS - BURST APART, JULIA KENT - GREEN AND GREY, OCOAI - THE ELECTRIC HAND
, OPETH – HERITAGE, TAAKE - NOREGS VAAPEN
Gördüğünüz gibi, kulaklardan ve gözden kaçabilen birçok alternatif isim var ki zaten çok sıkı takipçiler ve interneti didik didik edenler ancak ulaşabiliyor çoğuna çünkü reklamları yapılmıyor. Ülkemizde de albümü olmayan ama birçok demo sahibi gruptan geçilmiyor. Kimi kayboluyor, kimi sessiz sakin ama istikrarlı bir şekilde yoluna devam ediyor.
Ülkemizdeki alternatif isimlere de yer vermek istiyorum başka yazılarımda. Radyo programlarımda da ilerde böyle bir konsept olabilir. Alternatif isimleri konuk alabilirim. Şimdilik konsept programlara devam ediyorum. Geçtiğimiz haftalar Oasis programı ve yılın son Cumartesisi olan 31 Aralık’ta tüm programlardan en sevdiğim parçaları çaldım ve yılın önemli sanatsal başlıklarını saydım.
Bu sene, dilerim tüm güzel hayallerin gerçekleştiği ve özellikle aşka layık olanlarımızın (kendimi en başta kabul ediyorum bir tebessümle) tüm dileklerine kavuştuğu bir sene olur.
Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com
1 Ocak Pazar BirGün Pazar Eki
Yıl sonunda yazılan yazı, yılın ilk günlerinde okunacak. Yılın bir değerlendirmesini geçen hafta yaptım. Kendi açımdan ve ülkemiz açısından önemli bulduğum kültür-sanat olaylarını yazdım. Bu yazı basıldığında yeni bir seneye başlamış olacağız. Her ne kadar tarihler önemsiz olsa da, her yeni sene ve başlangıcı bende 2 tür zıt his yaratıyor . Birinci his, daha iyimser; umutlarla dolu ve yenilenmeye hazır bir kişinin iyimserliği. İkinci his ise; bir sene daha geçti ve ben bazı konularda hala istediğim sonuçları alamadım karamsarlığı. Üstüne üstlük, bir çok hatıranın üzerinden bir sene geçmiş olması da hep içimi acıtır. Ne zaman ve nasıl geçti serzenişi olur içimde. Öte yandan, tüm yaptıklarımı düşününce, gezdiğim yerler, yaşadıklarım, hayatıma giren yeni insanlar, dostlar derken dolu dolu geçmiş aslında da dedirtir.
Galiba ağır basan duygum hüzün. Umutları korusam da,inişli çıkışlı bu yılın sonunda buruk bir hüzün var içimde. Kafamda tam belirginleşmeyen cevap arayışlarım olsa da, bazen korkarız ya cevaplardan, işte o durumdayım belki. Birçok sorumluluk da var hep ötelediğim.
Bu ülkede sanatla uğraşırken o kadar saçma şeyler başına geliyor ki insanın, çok ağırdan alıyor insan akli huzuru için. Oysa doğru ekip ve doğru düzeni kurabilsem kısacası şansım yaver gitse her şey farklı olacak. Güzel insanlar tanıdım bu sene. Çalışmaya devam.
Birçok blog var ve evet önüne gelen blog açıyor ama kimilerinin blog’u sahiden iyi ki var dedirtiyor. 2011’de çıkan ve en beğendiği çalışmaları paylaşmış olan Vordven adlı blogger mesela. Güzel bir liste yapmış. Alternatif müzik adına çok ilginç çalışmaları listesine almış.
Kendisi de diğer blogger dostlarından öneriler almış. Zincirleme gider bu öneriler zaten. İndie albümleri paylaşmak istedim :
OTHER LIVES – TAMER, STEVEN WILSON - GRACE FOR DROWNING, BURZUM – FALLEN, RUSSIAN CIRCLES – EMPROS, MOGWAI - HARDCORE WILL NEVER... + EARTH DIVISION (EP), MARISSA NADLER - MARISSA NADLER, RIVERSIDE - MEMORIES IN MY HEAD (EP), JAMIE WOON – MIRRORWRITING, *SHELS - PLAINS OF THE PURPLE BUFFALO, LAURA - TWELVE HUNDRED TIMES, PESTE NOIRE - L'ORDURE A L'ETAT PUR
, GRAILS - DEEP POLITICS, ERIK ENOCKSSON – APAN, LOW - C'MON, THE UNTHANKS - LAST
, THE ANTLERS - BURST APART, JULIA KENT - GREEN AND GREY, OCOAI - THE ELECTRIC HAND
, OPETH – HERITAGE, TAAKE - NOREGS VAAPEN
Gördüğünüz gibi, kulaklardan ve gözden kaçabilen birçok alternatif isim var ki zaten çok sıkı takipçiler ve interneti didik didik edenler ancak ulaşabiliyor çoğuna çünkü reklamları yapılmıyor. Ülkemizde de albümü olmayan ama birçok demo sahibi gruptan geçilmiyor. Kimi kayboluyor, kimi sessiz sakin ama istikrarlı bir şekilde yoluna devam ediyor.
Ülkemizdeki alternatif isimlere de yer vermek istiyorum başka yazılarımda. Radyo programlarımda da ilerde böyle bir konsept olabilir. Alternatif isimleri konuk alabilirim. Şimdilik konsept programlara devam ediyorum. Geçtiğimiz haftalar Oasis programı ve yılın son Cumartesisi olan 31 Aralık’ta tüm programlardan en sevdiğim parçaları çaldım ve yılın önemli sanatsal başlıklarını saydım.
Bu sene, dilerim tüm güzel hayallerin gerçekleştiği ve özellikle aşka layık olanlarımızın (kendimi en başta kabul ediyorum bir tebessümle) tüm dileklerine kavuştuğu bir sene olur.
Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)