Gökkuşağının altından geçerken...

Gökkuşağının altından geçerken...

1 Eylül 2013 Pazar

İstanbul Ayaklar Altında (Demo)


Munchies'den Sesleniş

Munchies'den Sesleniş

23 Haziran 2013 BirGün Pazar Eki

Yazmanın gücü... Şehir alt üst olurken, bir dem huzur ararken, müzik yazısı yazmaktan vazgeçtim. Konserlerin iptal olduğu, ülkenin kaosa sürüklendiği bu gergin ve belirsiz günlerde, ben de önümü göremez oldum. Yazmanın ve beste yapmanın sihrine inandım. Kariyerden öte, varoluş amacı benim için... Nefes almak istediğinde ruhum, kelimelere sığınıyorum. Konserlerin iptalini dert etmiyorum çünkü huzur daha mühim şu anda hatta elzem. Ne yapacağımızı bilmez haldeyiz. Eylemden başka herhangi bir "aktivite" imkansız hale geldi. Evde oturmayı da eylem saymıyoruz tabii.

Müzik dinleme, gitar çalma ve yazma eylemlerinin kişinin kendisine bir şifa olduğu gerçeğini kimse değiştiremez. Bu güzel ülkenin getirildiği hal, beni ne kadar üzüyor, tarif edemem.   

İlham perim, tatile gitti. Dostlarımın açtığı Munchies adlı butik otel ve beach'teyim şu an. Göltürkbükü'nde mekan. Huzurlu ve Bodrum merkeze yakın bir tatil için bu mekana uğramalısınız. Otelde kalmayıp sadece günlük giriş de yapma imkanınız var. Menüsü zengin, odaları klimalı, iskelesi geniş ve ferah, koy manzarası harikulade, fiyatlari uygun Munchies'in. İletişim bilgileri : Munchies Beach 
Yalı Mahallesi    Akdeniz cad.  
Sahil sok. No:6/A  Göltürkbükü / Bodrum / Türkiye
Tel : 0252 357 80 82 
0533 240 09 89 

Şehir gerginliğinden uzaklaşmak isteyen varsa, burayı denemeden geçmesin. Bağımlılık yaratacak bir koy...

Ece Dorsay

ecedorsay@yahoo.com 

Ruhumdaki Park


 Ruhumdaki Park 

16 Haziran 2013 BirGün Pazar Eki

Tüm bu kaosun içinde, kelimeler bir artıyor bir tükeniyor. Şiire sığındığım günler oldu. Küçük İskender okudum biraz… Küçük Prens gibi yürüdüm dizelerde… Az da olsa sevdiğim sokakların yağmalandığı bir şehirde, dört duvara hapsolmuş bir ruh muydum, yemyeşil parkların özlemiyle dolup taşan bir kalp miydim, aslında hepsiydim. Siyaset ve üniforma, bana tamamen kasveti çağrıştırıyor… Rengarenk hippie’lerin birbirlerine parklarda şiirler okudukları 68 ruhu San Fransisco’su , İstanbul’un orta yerinde ucundan yaratılmış mıydı ne….

Hayalperest ve romantik bir ruh olduğum halde, diğer yanımın en karamsar yumruklarını yedim her atılan gaz bombası haberinde…  Herşeye rağmen, güzel sonuçlara inanan insanların seslerini dinledim. O seslere tutundum. Kalbimdeki ses de,  güzellikleri fısıldıyordu bana. Balkondan balkona sohbetlerin sıkıştığı bir sanal mahalle vardı birbirimize güç verip, birbirimizden güç aldığımız…

Bu yaz, bir sürü güzel konserin iptal haberi geldi haliyle.
Kimlerden mahrum kalıyoruz bir liste yapayım. Bu direnişe değecekse, şarkılar kulağımızda ve kalbimizde de çalar, sorun değil…

2011 senesinde sahne aldığım Efes One Love Festival, hem alkol yasası hem olaylar nedeniyle iptal oldu. İptal olan konserlerin bir kısa listesi : 

Dünya yıldızlarının konserleri de iptal edildi!

Pozitif Live tarafından Vodafone İstanbul Calling kapsamında gerçekleşmesi planlanan bazı etkinlikler iptal edildi.
Pozitif Live konserlerin akıbetiyle ilgili bilgilendirmeyi önümüzdeki günlerde yapacak. İptal edilen etkinliklerin listesi:
Zaz: 15 Haziran Parkorman
Indie Park: The National, Noah & The Whale, Emiliana Torrini: 23 Haziran Parkorman
Bloc Party: 26 Haziran Parkorman
Dance Day: The Prodigy, Basement Jaxx & Jaguar Skills: 29 Haziran Parkorman
Alternative Park: Thirty Seconds to Mars, The Maccabees, !!!: 30 Haziran Parkorman
Sigur Ros: 2 Temmuz Parkorman
Urban & Hip-Hop Day: Snoop Dogg, CeeLo Green & Nas: 7 Temmuz Parkorman
Bilet iadeleri için Biletix en kısa zamanda bilet satın alanlarla e-mail ve SMS yoluyla iletişime geçecektir.
Tüm müzikseverlere hassasiyetleri ve konu ile ilgili destekleri için teşekkür ediyoruz.
NOT: Vodafone İstanbul Calling kapsamındaki yan etkinlikler de aynı sebeplerden ötürü iptal edilmiştir.

İPTAL OLAN YAN ETKİNLİKLER:

David Lynch presents Chrysta Bell: 12 Haziran Babylon
A Tribute To Lynch AFTER PARTY: 12 Haziran Babylon Lounge
Derrick May & Jimmy Edgar: 28 Haziran Babylon
Plak Şirketleri Paneli: 13 Haziran Babylon
Derrick May Söyleşisi: 28 Haziran SEA Institute
Başka Bir Ses Mümkün Vol. 2: 19 Haziran Salt Beyoğlu
Başka Bir Ses Mümkün Vol. 3 'Çocuklarla Müzik Atölyesi': 13-21-27 Temmuz SEA Institute
Cam Butler: 27 Haziran Salt Beyoglu
Demonation: 5 Temmuz Babylon
Seramik Atölyesi: 6 Temmuz Zen Seramik
Lori Goldston: 10 Temmuz Salt Beyoğlu
Ebru Atölyesi: 13 Temmuz Galatart Ebru Atölyesi
PANEL NO.3 "Müzik Medyası": 13 Temmuz Pera Müzezi Oditoryu








PUL’dan Sana Şarkılar Yazdım





 PUL’dan Sana Şarkılar Yazdım

2 Haziran 2013 BirGün Pazar Eki

Albümün açılış parçası “Bugün Olmaz”, tanıdık bir melodi ama enerjisi insana iyi geliyor. Albüm ilerledikçe daha tatlı sound’lar duydum. İkinci şarkısı “Daimi Tekil Şahıs”, hem ismi hem düzenlemesiyle etkileyici. Vokal vurguları ve sözler çok mu şaşırtıcı? Değil ama tertemiz bir albüm. Belki “Daimi Tekil Şahıs”’ta sahici duyulan davullar daha etkilerdi beni. Kırgın vokal, bu şarkıda çok güzel işliyor insanın kalbine. Dokunmadan derken ve sonrasında, uzun seslerde, vokalin Chris Martin esintisi, sesini kırması ve kafa sesine çıkması çok güzel olmuş, klasik rock vokalli gruplardan bunaldığımız şu günlerde hele… Koray Candemir de bu tür falsetto’ları ülkemizde ilk yapan modern rock erkek vokallerdendir. Nakarat melodisi çok etkiledi beni. Belki sevdiğim melodilere çok yakın durduğu için. Naif ve kırılgan. Çok iddialı durmadan çarpabilen şarkıları seviyorum. Sonlara doğru biraz klasik rock gitar oyunları var ama şarkıyı kaldırabiliyor. Bu şarkıdaki vokalleri sevdim : “Sen hala kendi kendine oyunlar oynayan, yorulmayan..” 12 telli gitar arpeji duyar gibi oldum ve şarkıya yakıştırdım.
Tiz, arabesk vokallerden hoşlanmayan biriyim. Bu grubun vokalleri yormuyor, samimi geliyor insana… Biraz daha duygu katılabilir.

“Gitme” adlı şarkı da ortalama ama konserlerde gayet güzel olur. Davul atakları başarılı. Güzel melodiler yazıyorlar, sözler de iyi ama çarpmıyor sanki… Aradaki akustik bölüm ve Ayşegül İnci’nin vokali şarkıya boyut katmış. Derli toplu bir şarkı.

Albüme ismini veren 3. şarkı ; “Sana Şarkılar Yazdım” , grubun çizgisini netleştiriyor. Coldplay’ göz kırpan vokaller güzel. Albüme ismini verecek kadar akılda kalıcı olması gerekmiyor şarkının. Vurucu bir şarkı değil ve albüm ismi olarak da iyi ama çarpmıyor.
Tüm bunlara rağmen zaten grubun çizgisi, gereksiz bir iddia peşinde olmaktansa tarzını netleştirmek üzerine olduğu için, albümü taşıyabiliyor. İnleyen, nağmeler atan vokallerden bunaldık ve bu vokaller ferahlatıyor insanı.

“Küçülttüğüm Hayaller” ; hüzünlü, melankolik ama hep soğukkanlılığı koruyan duruşuna devam ediyor. Davul kayıtları ve vokal gücü biraz daha çarpsa, sahiden dinlemekten bıkılmayacak bir albüm. Neler yaptım sana ellerimle dediği bölümde, vokal nüansları sürüklüyor insanı. Grubun, İngiliz akımından etkilendiğini düşündüm ki bunu güzel bir şekilde öğütmüşler. Şarkı sonundaki, sevmediğim tarzdaki solo gitarlar bile batmıyor, tam yerli yerinde. Süresi de gereksiz uzun değil. Düzenlemeler güzel sadece kayıt ve vokal biraz daha cilalanabilirdi sanki.

“Hayal” adlı şarkı intro’suyla direkt sarıyor. Bir süre sonra benzerlik var şarkılarda dedirtse de, her şarkı kendi başına durabiliyor. Albümün önemli şarkılarından biri. Albüme ismini veren şarkı bu olabilirmiş. Hem şarkının çarpıcılığı açısından hem de ismi açısından. Yine de albüm ismi, kendini kabul ettiriyor. Yeterince ikna edici olmasa da… Genel bir laf oluşu itibariyle….Daha özgün laflar bekliyoruz kısacası. Bu şarkıların melodisi çok güzel çünkü…

“Yanlış Hikaye” de ballad türü. “Yeniden” ise melankolinin dozunu arttırıyor. Arabesk bir ağlaklık yerine asilce bir kabulleniş gördüm sözlerde. Soğukkanlı bir hüzün var. Mırıldanma bölümü geldiğinde, güzel bir yere sürükleniyor insan… Hüzünden keyif veren bir eda var şarkıda… “Çizgiler var çizgiler her yerde…”  “Yorulmadan” da gitar sololar güzel. Biraz daha spesifik an’lara ve olaylara odaklanılsa, daha net olunsa anlatılmak istenen de, genellemelerden kurtulunsa (her yeni grubun eğilimleri bunlar) sözler ile bütünleşecek şarkılar o zaman… Daha fazla etkileyecek…
Şiir ile şarkı sözü arasında kalmış insanların savaşı bu : Ara sıra yaşadığım bir durum, şarkı yazarken… Bunu aşmak, emek istiyor gerçekten…

Grubun kısa biyografisine bakarsak :

2006 yılında Onur Çelik (gitar) ve Yasin Aydın (vokal) tarafından kurulan gruba ilk yıllarında; Kemal Eren (bas gitar), Umut Benlidayı (davul), Onur Şeker (davul), Özgür Tarakçıoğlu (keyboard-synth) eşlik etti. Daha sonra grup, Mehmet Karagöz (bas gitar) ve Samet Erbil (davul)'in katılımıyla son halini aldı. Bestelerini ve sahne performansları ve resmi internet sayfasından dinleyicilerinin beğenisine sunan grup dinleyicilerinden olumlu tepkiler aldı ve 10 şarkıdan oluşan "Sana Şarkı Yazdım" adlı ilk albümünü hazırladı. 2013 yılında müzik marketlerde yerini alan albümde bulunan "Gitme" isimli şarkıya rock müziğin iddialı ve başarılı isimlerinden Ayşegül İnci eşlik etti. İlk albümünde kendi besteleriyle dinleyicilerle buluşan grubun sahne performanslarında sıkça yer verdiği cover çalışmalara ise 2. albümlerinde yer vermeyi planlıyor.

Stüdyo kayıtları Arda Kaynak tarafından alınan şarkıların, mix ve mastering aşaması Türkiye’nin önde gelen müzisyenlerinden Alen Konakoğlu tarafından gerçekleştirildi. Klip şarkısı olarak seçilen “Hayal”in yönetmenliğini ve senaryo yazarlığını Umut Kaya’nın “Yanıma Yataydı” klibinden tanıdığımız Yusuf Saygı üstlenmektedir. Bilgen Yurdakul’un oynadığı klibin dış mekan çekimleri Ayvalık/Sarımsaklı’da iç mekan çekimi ise stüdyo haline getirilen İzmir’de bir evde gerçekleşti.

Her bir şarkıyla bir hikayenin, bir düşün anlatıldığı albümde, Teoman’ın sahne grubunun bas gitaristliğinden tanıdığımız ve yakın zamanda kendi albümünü piyasaya süren Ayşegül İnci ile “Gitme” şarkısına yapılan düet ile dikkati çeken albümün başka bir parçası.

Arpej yapımdan, hep yeni albümler bekliyoruz, güzel bir atağa geçtiler şu sıralar. Çeşitliliğe açıklar.

Ece Dorsay

ecedorsay@yahoo.com

Queen’li Müzikal ve Gürültü Ustaları

Queen’li Müzikal ve Gürültü Ustaları 

12 Mayıs BirGün Pazar Eki

Ece Dorsay


ecedorsay@yahoo.com


Londra’da 2003 yılında, bas gitar eğitimine gittiğim sırada, bol da müzikal izlemiştim. Grease müzikalinden, Abba’nın müziklerinin kullanıldığı Mamma Mia’ya, Rent, Madness ve Once gibi daha mütevazi müzikallere… Geçen ay gittiğimnde Once’u izledim ve geçen yazımda anlattım. Müzikallerin keyfi bambaşka. Film olarak çok fazla sevmem mesela müzikalleri. Babam bayılır. Sahnede izleyince çok etkileniyorum. Tüm o danslar, müzikler, sahnede beni daha fazla etkiliyor. Londra’da en uzun süre oynamış olan Cats’e ise hala gitmemiş olmam ilginç. Boy George’un Taboo’suna bilet bulamamıştık. Biletler ates pahası oldukları halde, yer bulunamıyor bazen.


Ülkemize de gelmeye başladı artık bazı müzikaller. Hem de birebir aynı kadroyla. İzlediğim en yüksek büçeli müzikal, ismiyle bunu hak eden We Will Rock You idi.

Londra’da tiyatro binasında, Freddie Mercury’nin heykeli olan muazzam bir girişi var.

Neden We Will Rock You’dan bahsettim, işte sebebi : 



Londra'nın en ünlü müzikali "We Will Rock You", dünya turnesinin 10'uncu yılı olan 2013'te İstanbul'da sahnelenecek.


Albümleri dünyada 300 milyondan fazla satan İngiliz rock grubu Queen'in en iyi 24 şarkısından oluşan ve 17 ülkede 12 milyondan fazla kişi tarafından izlenen ödül rekortmeni “We Will Rock You” müzikali, Avrupa turnesi kapsamında ilk kez Türkiye'ye gelecek.

Müzikal, 3 Mayıs- 12 Mayıs 2013 tarihleri arasında Ülker Sports Arena'da müzikseverlerle buluşacak. Ekip, İstanbul'da müzikali 16 kez sahneleyecek.
“We Will Rock You”nun temel fikri, 1996'da Venice Film Festivali'nde Brian May ve Roger Taylor'ın Robert De Niro ile tanışmasıyla ortaya çıktı. Kızı sıkı bir Queen hayranı olan De Niro'nun ikiliye “Sizin şarkılarınızdan oluşan bir müzikal yapmayı düşünür müsünüz” demesiyle müzikalin temeli atıldı.
Kraliçe 2'nci Elizabeth'in 2002'de düzenlenen 50'nci yıl kutlamaları kapsamında Buckingham Sarayı'nın bahçesinde yapılan gösteriye 12 bin kişi katıldı. Gösteriyi, yüz binlerce kişi sarayın dışından, 200 milyon kişi de televizyondan izledi.
Müzikal aynı yıl “Yılın En İyi Müzikali” dahil 5 ödül aldı. Gösteri, 2003 yılında 5 ayrı dalda, “En iyi Müzikal”, “En İyi Müzikal Aktörü”, “En İyi Aktris”, “En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu” ve “En İyi Yönetmen” ödülü dahil toplam 20 ödülün sahibi oldu.
İspanya'da 2003'te tamamı İspanyolca bir gösteri hazırlandı ve İspanya EMI müzikale “Platinum Disk” ödülü verdi. Bir yıl içinde 405 kez sahnelenen müzikal, sahnede bugüne kadar 800 bin kişi tarafından izlendi.
Ekip, 2005'te bininci gösterisine imza attı. Müzikal, 2008'de Asya turu yaptı ve 38 performans sergiledi.

Gürültü Ustaları


Dün, görüntü formatı Dvd çalarıma uymadığı için bir türlü izleyemediğim Gürültü Ustaları belgesel filminin DVD’sinin Türkçe versiyonunu bulup izledim. The Edge zaten en sevdiğim gitarist olmuştur. Delay pedalını 15 yaşımda koşarak aldığımı hatırlıyorum Tünel’den. İkinci el mavi bir Ibanez Delay. Muazzam sesler çıkarırdı ki hala öyle. Jack White’ında gitarı ne kadar kendine özgü çaldığını ve tek başına hem Robert Plant hem Jimmy Page rüzgarı da estirdiğini söylersem abartmış olmam. Elbette bir PAge değil ama grunge ile blues karışımı sound’u akıllara zarar. İlk aldığı kırmızı plastik gitarını “döverken” de ayrı bir güzeldi. Jimmy PAge zaten üstadların üstadı. Önceleri, güzel sanatlar ile uğraşmak istemiş. Tam da benim kafa bu işte. Çizim yapmaya çok fena ara vermiş biri olarak, çok yönlü sanatçılar motive ediyor. 


The Edge’in efekt pedallarına abanmasına kimisi hep dudak bükmüştür ama o ses katmanlarını yaratmak da, gitarı klavye gibi kullanmak da başka bir yaklaşım. Gitara, alternatif yaklaşan bir adam The Edge. Bu yüzden hep heyecan verici sesler keşfediyor.

İlk U2 albümlerinde bile Electro Harmonix Memory Man Delay ile neler yapabildiğini gösteriyor. Kısacası, imkanları az iken bile sınırları hep zorlamayı sevmiş The Edge.
Bildiğim şeylerdi ama belgesel bu 3 efsane gitaristi bir araya getirerek, olayı boyutlandırmış. Jack White’ın bu iki dev isimle (The Edge ve Jimmy Page) aynı belgeselde olması önce biraz hatalı geldi ama izledikçe Jack’in de sahiden yeni bir renk olduğuna emin oldum. Punk ve blues ruhunu iyi taşıyor Jack White.

Jack White’ın Son House plağı dinlettiği ve o yalınlıktaki öfkeden, tek başına başkaldırıştan bahsettiği sahne beni epey etkiledi. The Edge’in The Jam grubunu Top of the Pops’da görüp, işte farklı bir şey demesi, Delay pedallarıyla oynaması, Page’in Ramble On çalışı ve Led Zeppelin albümüne bir paragraf yazı yazılınca, ne kadar çok şeyi ıskaladıklarını görüp bir daha müzik dergisi okumadım deyişi. Mandolin çalan PAge… Müthişti, tekrar izlerim bu filmi hem de kaç kere….


Müthiş ve sahici bir müzik, gitar, rock and roll yolculuğu…



Marissa’nın Gotik melankolisi

Marissa’nın Gotik melankolisi

5 Mayıs 2013 BirGün Pazar Eki


Ece Dorsay

ecedorsay@yahoo.com

Amerikalı folk şarkıcısı-bestecisi Marissa Nadler, melankolik ve kırılgan ruhuyla, 20 Nisan’da İKSV Salon’da bizleri büyülemeye geldi. Kendisiyle; şarkı yazarlığından Cohen etkisine, ressamlığından, Amerikan Gotik edebiyatına uzanan bir söyleşi gerçekleştirdim.

Benzer yol şeritlerini takip ettiğimizi hissettim.
                                      
Genç yaşına rağmen epey zengin bir diskografin var. Şarkı yaratma sürecin nasıl gelişiyor? 

İlhamın gelmesini bekliyorum. Bu beklediğim kadar sık olmuyor ve üretim sürecimde gerginlik yaratabiliyor.  İlginçtir ki, hayatımda yazdığım en iyi şarkılar, nereden geldiği belli olmayan ilhamlarla ortaya çıktı. Bilinç akışıyla birlikte, dil tufanıyla, bu hikayelerden bazıları satırlarda beliriverdi.  Gerçek anlamda hayaletlere inanmam ama bazı şarkılarımı yazarken, hayaletler tarafından ele geçirildiğimi hissettiğim üç örnek  yaşadım. Bunlar; Box of Cedar, Sylvia, ve yayınlanmamış yeni bir şarkım. Şarkı yazma çabamı daha üstün bir güce mal etmek istemiyorum. Eğer yaratıcılık açısından açık bir kapıysan, içinden ve dışından fikirler akar. Kelimeler, sayfaya bir nehir gibi dökülüverir.


Daha gençken, yaşadığımı hissetmek için, maceralı ve romantik bir hayat yaşadım. Sanatsal açıdan, reddedilmenin ve içine kapanmanın ızdırabını sevdim. Benzinim bu idi ve hayatımı hep ilham alabilmek için yaşadım. Son birkaç senede, böyle yaşamanın delice ve dayanılmaz olduğunu farkettim. Bir kez yaşıyoruz ve hayatımı sabote etmekten vazgeçtim. İnanıyorum ki, sanatsal işler, gayet sağlıklı insanlardan da çıkabilir. Müthiş bir şarkı yazarı olmak için 27 yaşında ölmek zorunda değilsin. Eğer 27 kulübü daha uzun yaşasaydı, duyabileceğimiz şarkıları düşünsene..


Edebiyat, şarkı yazarları için müthiş bir ilham kaynağı. Amerikan Gotik şiirlerinden etkilendiğini biliyorum. Ben de bir şarkımı, Edgar Allen Poe etkisiyle yazmıştım. Son EP’in, The Sister’da, kimlerden etkilendin?


The Sister, benim için romandan ziyade  bir öykü. Kendi ismimi taşıyan albümüm kadar geniş kapsamlı değil. Bu şarkıları yazarken, ciddi bir depresyon geçiriyordum. En büyük ilhamım depresyonum ve içinde bulunduğum çalkantılı ilişkiydi. Kendimi nerdeyse agorafobik ve dış dünyaya karşı paralize edilmiş hissettim. Ben ve erkek arkadaşım, perili bir evde yaşadık ve  hayaletlere inandığımdan bile emin değilim. Viktorya dönemine ait bu evde, karanlık bulutlar vardı. 1890 yılında inşa edilmiş bir evdi ve orada yazdığım çoğu şarkı bu atmosferin etkisiyle çıktı.


Albümü dinleyemiyorum bile. Özellikle, Apostle’yi. Bağımlılıkla savaşmak üzerine bir şarkı bu. Bu şarkıları yazmam lazımdı ama kariyerimdeki en zor şarkılar. Bunu dert etmiyorum.



Bir yerde okuğuma göre, sahne korkun ve sosyal anksiyeten var. Bu durum, sahne hayatına çok engel oluşturdu mu?


Ah evet, sahne korkusu ve sosyal anksiyete, 10 yıllık sahne hayatımı tehdit etti. Maalesef, konserlerimin çoğu sarhoşluğum yüzünden zarar gördü. Bunu itiraf etmek gurur vermiyor. Bir çok pişmanlığım var. Artık içmiyorum ve aklım başımda. Altı ay önce bir olay oldu. Puslu gri buluttan kurtulunca, gözlerimi açtım ve uzun zamandır özlediğim özgüveni yakaladım. Tekrar sahne almak için çaba göstermeye başladım. Jim Jarmusch ve Jozef Van Wissem katkısıyla müthiş bir konser verdik, ve bu olay, sahne hakkındaki hislerimi yeniledi. Kahramanlarımdan biri olan Jim Jarmusch’un bana, “ Müthiş bir gitaristsin, konserine bayıldım,” demesi beni çok etkiledi. O günden beri kendimi iyi hissediyorum.


Nick Drake gibi içe dönük sanatçılarda da sosyal anksiyete var. Onun müziğini de çok özel buluyorum. O da senin gibi, gitarı farklı akortluyor. Şarkı yazarlığını direkt olarak bir erkek sanatçıyla bağdaştırabilir misin? Karşı cinsten bir örnekle, sanatsal paralellik kurmanın ilginç olduğunu düşünmüşümdür hep.


    Sevdiğim erkek sanatçılar : Leonard Cohen, beni daha genç iken etkiledi. Tek başına, beni, yazmakta olduğum şarkı sözlerinin yaklaşımına yöneltti. Neil Young’u seviyorum. Nick Cave’i de. Bob Dylan. Klasiklerle büyümüş bir kızım. Hala onlara yöneliyorum. Yeni müziklerin birçoğu beni tatmin etmiyor.  


Gitarı temel enstrümanın olarak mı görüyorsun yoksa çaldığın diğer enstrümanları da eşit mi seviyorsun?  Şarkı yazmak için başka hangi enstrümanları çalıyorsun?


Temel enstrümanım, gitarım ve sesim arasındaki bağ. Gitarı keşfetmek için ağır çalışıyorum. Sadece tellere vurmuyorum. Gitarın tellerine rastgele vurup çalmak, enstrümana saygısızlık gibi. Punk rock veya heavy rock and roll’da tellere vurmak kabul edilebilir. Ama eğer akustik gitar çalıyorsan, sahiden çal. Şarkı söyleyebilen müthiş bir alet. Hala öğrenecek çok şeyim var, yaşam boyu süren bir yolculuk bu.


Appalacian dulcimer, banjo ve armonikayı amatör olarak çalıyorum. Hep piyano çalmak istedim. Rüya enstrümanımdı. Her nedense, bunu başaramadım.


Bazı çalışmalarında olduğu gibi, gerçek üstü karakterler hakkında mı yazmayı tercih ediyorsun yoksa daha kişisel sözler yazmayı mı? 


Sonradan farkettim ki, gerçek üstü karakterlerin çoğu, sahiden hayatımdan geçmiş insanların vekiliydi. Şarkılarımda sihirli bir ülke yoktu. İnanıyorum ki, işlerim bu yönüyle yanlış anlaşılabiliyor. Uydurma isimler, şiirsel araçlardı.


Entelektüel ve sanatçı bir ailede büyümek, büyük şans. Soyut bir ressam olan annenden nasıl etkilendin? Ağabeyinin yazıları, seni etkiledi mi?


Babamdan yeterince bahsetmiyorum aslında. Ağabeyime ve bana, inanılmaz bir çalışma etiği aşıladı. Bizden yüksek standartlar bekledi. Ailemiz, sanatla uğraşmamız konusunda bizleri yüreklendirdi.


Henüz bir yeni yetmeyken, bodrum katında, Jethro Tull kasetlerini dinleyip, usta ressamların resimlerini kopyalıyordum. Üniversiteye kadar erkek arkadaşımın olmaması, sanatıma biraz yardımcı oldu. Sanatçı olmaya kendimi adamıştım. Ağabeyimin, üzerimde büyük etkisi oldu. Onunla en eski hatıralarımdan biri,  benden , YES grubunun plak kapağındaki çizime bakarak kısa bir öykü yazmamı istemesiydi. Yani evet, yaratıcılık eğitimi.



Sanat eğitmenliği ve resim eğitimi almak müziğini zenginleştirdi mi, hangi yönden?


Yarı zamanlı sanat ve müzik öğretmeniyim. Özel ihtiyaçları olan , duygusal problemli lise öğrencilerine eğitim veriyorum. Evet, görsel gücümü korumama ve gözlerimi hep açık tutmama yarıyor. 



İstanbul konserin için heyecanlı mısın? Türkiye’ye hiç geldin mi? Bu şehir hakkındaki düşüncelerin, seyirciden beklentilerin neler? Marissa Nadler konserinden neler beklemeliyiz?


Çok ama çok heyecanlıyım. Türkiye’ye hiç gelmedim. İstanbul’un inanılmaz olduğunu duydum. Gerçekten görmek için en heyecan duyduğum yer.  Performans, hassas ve sade olacak. Tek başıma çalıyorum. Grup olmayacak. Sadece sesim, gitar ve şarkılar.. Umarım insanlar sever.


Tanita Tikaram Konseri - Londra’da Bowie Sergisi ve Once Müzikali

Tanita Tikaram Konseri - Londra’da Bowie Sergisi ve Once Müzikali

28 Nisan BirGün Pazar Eki

Ece Dorsay

ecedorsay@yahoo.com


Londra’ya gitmeden bir gece önce Ghetto’daki Tanita Tikaram konserine koştum. Epey maceralı bir hafta oldu kısacası. Tanita Tikaram çok sadeydi. Bas gitaristi hasta olduğu için, daha ufak bir orkestra ile sahne aldı. Müziğine yakışan zaten yalınlık. Ara sıra klavye de çaldı. Akustik gitarının askısı gökkuşağı desenliydi. Benim Kırmızı Karanlık klibimdeki askının aynısı diye geçirdim içimden. Tanita’nın da Tracy Chapman ve Ani Difranco kadar net bir duruşu olduğunu gördük bazı konularda. Bir solo gitar daha ve bir üflemeli eşlik etti Tanita’ya… Twist in my Sobriety’ı tahmin ettiğim gibi sonlara saklamıştı.

Ghetto’da biraz problem yaşanabiliyor çünkü sütunlarda sahne görülemiyor, kalabalık konserler bilhassa. Sonunda balkondan izledim. Müthişti. Tanita’nın müziğinde tek kusurlu bulduğum şey, monotonluk. Bir süre sonra, az da olsa ses oyunları istiyor insan. Hep aynı tondan şarkılar, kiminin uykusunu getirdi. Kaçırılmayacak bir konserdi herşeye rağmen. Çıkışta yanına gidip tanışmak çok kolay oldu. Nazikti, birkaç kare de fotoğraf çektirebildim, bu da bana sürpriz oldu aslında.

Bowie Sergisi

Londra’da en büyük bonuslarımdan biri, David Bowie sergisine denk gelmek oldu. Victoria and Albert müzesindeki bu sergi için uzun kuyruklara girmeyi göze aldım. Sergiyi gezmek 2 saatimi aldı. Bir ara belim çıkacak sandım, ayakta durmaktan. Gerçekten tüm yorgunluğa ve bel ağrısına değdi. 23 Mart ile 11 Ağustos tarihleri arasında sergilenmekte olan 300’den fazla Bowie eşyası (birbirinden kıymetli kıyafetler, kendi el yazısından şarkı sözleri, sinema ve fotoğraf sanatıyla ilgili eserleri, Bowie’nin müzik enstrümanları, video görüntüleri, imzalanmış turne anlaşmaları, stüdyo çalışmalarından izler, plak kapakları, konser afişleri)
Bowie’nin şarkıları eşliğinde, insanı bambaşka dünyalara götürüyor. Cinsiyetsizliğinin  ve insanın kendi kimliğini seçebileceğinin vurgusu, cesur kostümleri serginin en çarpıcı yönü…
Zeki Müren için böyle muazzam bir sergi hatta müze yapılsa keşke demeden geçemedim.

Serginin haberi şöyle verilmiş :

“ Londra’nın ünlü Victoria ve Albert Müzesi, David Bowie sergisiyle efsanevi müzisyenin 50 yıllık müzik kariyeri ve çarpıcı kişiliğine bir bakış sunuyor. Bowie’nin bestelerinden konserlerde kullandığı çılgın kostümlerine dek çeşitli nesnelerle sanatçının yaşamının karakteristik özelliklerini yansıtan sergi 300’ü aşkın parçadan oluşuyor.
David Bowie sergisi, sanatçının geçtiğimiz günlerde yayınladığı The Next Day adlı albümünün hemen ardından doğru bir zamanlama ile sanatseverlerle buluşuyor. Ağustos ayına dek sürecek serginin biletleri, açılış tarihi olan 23 Mart’tan çok önce 50 binlik satışla bir rekora imza attı. “

Once Müzikali

2006 tarihli filmin sahne adaptasyonu Once müzikalini Londra’ya giderken görmeyi planlamamıştım. Bir İngiliz gazetesinde Once Dvd’si reklamını gördüm sanıp baktım ve filmi tekrar mı oynuyor acaba dedim. Bir baktım ki, filmden müzikali uyarlanmış. Tam da Londra’da olduğum tarihlere denk geliyor, kaçmaz dedim. Filmin en bilinen şarkısı Falling Slowly’i güzel seslendirdiler. Banjo, mandolin, gitar, çello, keman, bas gitar, bazen davuldan oluşan kalabalık ama sade bir orkestra vardı. Orkestra derken, oyunda yer alan oyuncular çaldı tüm enstrümanları. Elbette oyunun kadın kahramanı, piyano ile eşlik etti.

30’lu yaşlarında Dublin’li bir genç müzisyen, kalp kırıklığı ile ilgili şarkılar yazıp barlarda söylemektedir ve para kazanmak için elektrik süpürgesi tamiri yapmaktadır. Hayatından bezmiştir ve müziği bırakmak üzeredir. Ta ki o kadınla karşılaşıncaya dek. Çek Cumhuriyetinden gelen kadın, bir müzisyen ve boşanmış bir annedir. İrlandalı müzisyene yardım etmek ister ve elektrik süpürgesini tamir etmesi konusunda ısrarcı davranır ama bir şartla ; şarkılarını kaydedecektir. Beraber çalarlar ve bu müzikal birliktelikten bir aşk doğar. İkisinin de birbirine tam olarak itiraf edemedikleri bir aşk….

Yer yer komik, yer yer melankolik, büyük bütçeler olmadan tasarlanmış sade bir müzikal.
Teknik aksaklıklar vardı, ses az geliyordu, mikrofon kullanımı eksikti ama tüm bunlara rağmen, konusu ve müzikleri itibariyle etkileyici bir müzikaldi.

Londra’da müzik dükkanlarında kendimi kaybettim yine. Elbette CD ve DVD’den bahsetmiyorum , hatta ikinci el enstrüman satan dükkanlar ve müzğik kitapları satan dükkanlar yegane adresim oldular. Banjo, ukulele ve mandolin arasında gidip gelirken, yahu bunların hepsi bizde bulunur, yıllardır hayalin olan lap steel’i alsana dedim kendime ve ikinci el, 1948 model Gibson Lap Steel’i kaptım. Uçağa el bagajı olarak alabilmekti zaferim.

Bir zaferim de, Bowie sergisinde, yasak da olsa, gazeteci ruhumla bir kac kare çekebilmek oldu…. Ki çeken birkaç insanı görünce, neden olmasın dedim… Paylaşmak istiyor insan gördüklerini… En azından ben böyleyim. Albert Royal Hall’da ise Chris de Burg konseri vardı ve ilk gittiğim konserlerdendir Açıkhava’da 91 yılında. Kulağı bile kapatmıştık, o kadar gürültülü bir sound çıkmıştı o zamanlar. Eskimiş de desek, Chris’in kalabalığına denk gelmek güzeldi. Daha önceki Londra seyahatimde ki , 10 sene önce oluyor, Paul McCartney’, canlı izlemiştim. Bir matraklık daha : Wi-fi, Londra’da tam bir komedi. Free wi fi lar hiçbir yerde çekmiyor ama müzede ve müzikalin olduğu Phoenix salonunda beleş wifi müthiş hızlıydı.
Tanita konseri ve ardından Londra, güzel izler bıraktı.

 Ece Dorsay

32. İstanbul Film Festivali



 32. İstanbul Film Festivali

21 Nisan 2013 BirGün Pazar Eki


İstanbul Film Festivali’ne son bir iki yıldır yeterince ilgi gösterememiştim. Bu sene de pek film göreceğimi sanmazken, haydi dedim bir iki tane göreyim. İşte böyle başladı festivalin ikinci haftasına 14 film sığdırma maceram. O kadar keyif aldım ki filmlerden, festival bitince büyük bir boşluğa düştüm. Bunca olumsuz gelişmeye, biber gazlarına, babamın başına gelenlere, Emek Sineması’nın yıkımına rağmen belki de inat, filmlere sarıldım. Bir nefes aldım, başka dünyalara gittim geldim.

Festival kitapçığını karıştırmayı oldum olası sevmişimdir. İnsan birçok filmi göremedi diye üzülür hatta o kitapçık yüzünden. Bir çok filme son anda rastgele girdiğim oldu ama ilginçtir ki sezgilerim yanıltmadı ve çok güzel filmler gördüm. Gördüklerimin büyük kısmını beğendim de diyebilirim rahatlıkla. Her festival sonrası şunu diyorum : Keşke, en azından birkaç sinema salonunda, daha bağımsız filmler sürekli oynasa ve belli başlı 10-15 gündem filmine mahkum kalmasak. Buradan önerim olsun. 

Polonya filmi “ Adına” epeyce farklı ve cesurdu. Kilise cemaatinin başına geçen rahip Adam’ın hikayesini anlatan film, kendisinin çok sevilen bir rahip olmasına rağmen, sıra dışı ve sessiz bir genç adamla kurduğu yakınlık yüzünden cemaatten dışlanmasını anlatıyor. 
Filmin başrol oyuncusu Andrzej Chrya, bir konuşma yaptı. Epey sempatik ve naifti. Başka film projelerinden ve LGBT dünyasının, Polonya’daki durumundan da bahsetti. Filmi eşinin yönettiğini ve daha önce Binoche ile çalıştıklarını ve yeni projede yine Binoche’u düşündüklerini anlattı.

Festivalde, beni en etkileyen filmlerden biri Disconnect oldu. Festivalin son günü gördüğüm bu film, çağımızın internet hapsini, iletişim kopukluğunu, ailelerdeki iletişim sorununun nasıl bir yıkıma dönüşebileceğini, “öteki”leştirilen öğrencinin aslında müzik ve sanat duyarlılığı olduğunu bize hazin bir şekilde tekrar gösteriyor. 

Sanatçı ve Modeli, fazla şişirilmiş Renoir filminden çok daha etkiledi beni. Oyunculuk muhteşemdi. Bağırmadan çağırmadan, yaşlı ressam ile genç modelinin, birbirlerine öğrettiklerini ve bağlanmalarını anlatan müthiş bir filmdi. Renoir’da da aynı tema vardı. Biraz daha pembe dizi gibiydi Renoir. Olayların ve etkilerinin fazlaca şişirilmişi gereksiz müziklerle gösteriş yaratılmaya çalışılmış, oyunculuklar vasat denilebilecek bir filmdi. Sanatçı ve Modeli ise, daha kenarda ve mütevazi duran bir film olmasına rağman, az bütçeyle benzer temanın çok daha vurucu işlenebildiğini gösterdi adeta. Bu iki filmi ard arda izlerseniz ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız.

Ayıcık, hüzünlü ama bir o kadar da sevimli bir filmdi. Vücut Geliştirme ile uğraşan, hala ana kuzusu bir adamın, aşkı ararken başına gelenler. Morrissey’i andıran yüzü ve utangaçlığıydı filmi ilginç kılan. Tayland’a gidip para karşılığı kadınlarla olmayı dener ama yapamaz. Sonunda, özel biriyle karşılaşır ve ülkesine davet eder ama annesinin engellemelerini aşması gerekir. Filmin güzelliği belki de Dennis’in yalnızlığı ve kendi duvarlarını aşma çabasındaki asalet. Bir filmi en fazla film yapanın oyuncuların doğal gücü  olduğunu düşünüyorum. Çok sıradan bir film de olabilirdi ama Dennis karakterinin derinliği, filmi sıradanlıktan kurtarıyor.

Kenya’nın ilk Oskar adayı Yarım Kalan Hayat filmi de beni etkiledi. Fazlaca romantik bulunabilir, kahramanın özellikle gerçek bir firar sahnesinin ardından tiyatro sahnesine direkt geçtiği final. Bu tür sahnelerin metafor olduğu çok açık, mühim olan, mantık ve müthiş kurgu  aramak yerine, filmdeki öyküye odaklanmak, Nairobi şartlarına ve kahramanın, ufak bir köyden çıkıp oyuncu olmak için neleri göze alması gerektiğine bakmak. 

Uzman bir film eleştirmeni değilim, filmlerin beni en çok etkilediği noktalara odaklanıyorum. Eğer bende bir etki bırakmazsa zaten o filme iyi demem mümkün değil ama etkileniyorsam, filmin kusurlarını biraz geri plana alıyorum. Güçlü yönlerine odaklanıyorum.

Zıt Kardeşler de eğlenceliydi. İki kardeşin iş hayatını reddedişi ve punk hareketinin, yaşamının da ti’ye alınması en az düzenle dalga geçilmesi kadar anlamlıydı.

Festivalde Gördüğüm ve Beğendiğim Filmler :

Zıt Kardeşler
Ayıcık
Başka Bir Hayat
Çocuk Pozu
Disconnect
Kutsal Dörtlü
Lucia’dan Sonra
Montreuil Kraliçesi
Ne Yaptın Richard?
Renoir
Sanatçı ve Modeli
Yarım Kalan Hayat
Öğrenci
Küçük Şeyler

(Unuttuklarım olabilir)

Kaçırdıklarım/Merak ettiklerim :

Two Mothers
Before Midnight
Camille Claudel
Tim Buckley’den Sevgilerle
Sound City

(daha da eklenebilir.)

Ece Dorsay

ecedorsay@yahoo.com

Emek Sineması : Çocukluğumun Mabedi



Emek Sineması : Çocukluğumun Mabedi

14 Nisan 2013 BirGün Pazar Eki

BirGün Gazetesi’nin 18 Aralık 2011 tarihli Pazar ekine Emek Sineması ile ilgili bir yazı yazmıştım. Başlığı ; Emek Sineması : Çocukluğumun Mabedi idi.
Son haftalarda olan olayların hangisinden daha çok yara aldığımı hesap edemiyorum bile. İstanbul film festivali sırasında, Emek Sineması’nın inşaatına bakmaya giden babamın, inşaatta çalışan biri tarafından tartaklanmasından mı, son anda müdahale edilmese kimbilir neler olacağından mı, tüm itirazlara ve çığlıklara rağmen sinema salonunun ve bulunduğu kıymetli binanın buldozerler ile yıkımına başlanmasından mı yoksa sinemacı ve sanatçı aydınların protesto yürüyüşünde biber gazı yemelerinden mi. Converse mağazasına saklanan annem ve babamın mağdur hallerinden mi…
Babamın ısrarla, 15 yıldır yazdığı ve çok okunan bir gazete olan Sabah’ı bırakmasından mı…. Galiba beni en hüzünlendiren, kalemini konuşturabildiği ve geniş kitlelere ulaştığı gazeteyi bırakması oldu…. Bu direnişinden dolayı büyük hayranlık duydum babama ama onu kollayan kızı olarak, kitaplar yazmak dışında bir basın organında da çalışmasını isteyen biriyim…

Durumun anlamlı ve güzel kısmıysa, Can Dündar’dan Yılmaz Özdil’e, Ayşe Arman’dan Yekta Kopan’a, Ahmet Hakan’a ve müzik camiasına, birçok kişiden büyük destek görmesi oldu. Çok güzel insanlar beni ve babamı telefonla bizzat aradılar.


Babamın en can yakan cümleleriyse : “Benim için artık ne sözün, ne de yazının önemi kaldı. Bu belki, artık sessiz kalmanın çığlık atmaktan daha önem kazandığı bir durumdu. Ve bırakmak kaçınılmaz oldu.” 


İşte bu hafta, Emek için yazdığım 2011 tarihli yazımı sizlerle paylaşma gereği duyuyorum ; gözden kaçıranlara ve tabii ki asla eskimeyecek tarihi bir sembol adına :



Emek Sineması : Çocukluğumun Mabedi 

BirGun Pazar Eki 18 Aralık Pazar 2011

“Her yerde yazılıp çiziliyor. Bütün sağduyulu yazarlar ve sinemaya emek vermiş, gerçekten sinema sevgisi olan hatta birazcık şehir kültürü olan insanlar Emek sinemasının yıkım kararını sonuna kadar protesto ediyor. Gene de yetmiyor ve yetmez de. Keşke çok daha fazla insan bir tarihin yıkımına duyarlı olsa… Twitter’da TT olan (yani en popüler olan konular) İnci Sözlük kapatılmasın gibi veya magazinsel konular. Emek Sineması sağ köşedeki listede kendine yer bulamıyor. Sanal ortamlardaki bu duyarsızlığa tanık oldukça, kimi yaşıtlarımın benim kadar şanslı olmadığını görüyorum. Ben, bu nefis yapının içinde nefis filmler gördüm. En tepedeki müthiş E harfi amblemini çocukken kendi ismimin baş harfi farzederek, orayı sarayım ilan ettim. Siyah beyaz filmlerden fırlamış gibi duran tonton müdür Hikmet bey’in biz dahil oraya gelen herkesi sıcacık karşıladığı günler, festival koşturmacaları, dünya çapında yönetmenlerin ve oyuncuların ziyaretleri, babamın büyük bir heyecan ve keyifle sohbete ve röportajlara koşması, günde 4 film görüp rekor kıran annemle babamın zombi olduklarından şüphe ederken, benim de bizzat günde 3 film görerek kendi rekorunu kırmam…



Emek sinemasında, Siyad’ın ilk ödül gecelerini düzenleme kahramanlığını gösteren babama orada yardımcı olduğumuz günler dün gibi aklımda. Ödülleri tören boyunca tutmak, ödül vereceklere dağıtmak, babamın ödül zarflarını tek tek kapatması, içlerine ödül alacakların isimlerini özenle yazması; ne büyük EMEK’ler var bugünlere getirilmiş başarıların ardında…

Siyad (Sinema Yazarları Derneği)’nin açıklaması şöyle : “Emek, tüm sinemaseverler için Türkiye’nin “Cennet Sineması”dır, “Splendor”udur. Onlarca yıldır binlerce filmde “Sinema Bir Şenliktir” dediğimiz salondur... Ahmet Uluçay’ın sinema sevdasının ve “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak”ının somut halidir… Emek, Lütfi Akad’dır, Ken Russell’dır… Emek, bizimdir. Emek, biziz. “Beyoğlu Sinema Mezarlığı”nın Emek’i de yutmasına izin vermeyecek, Emek’i yıktırmayacağız! “

SİYAD’ın Onursal Başkanı Atilla Dorsay dün Sabah gazetesinin Cumartesi ekinde yayımlanan yazısında Emek Sineması’na kazma vurulduğu gün gazeteciliği bırakacağını açıkladı. İlk kez bir yazımda babamın ismini anıyorum. Gerçekten bu olay beni etkiledi.

Babamın samimiyetinden en ufak bir şüphesi olana, akan gözyaşlarına bizzat tanıklık etmiş kızı olarak, derinden yara aldığını rahatlıkla söyleyebilirim.
Emek sinemasının fuayesinde mükemmel insanlar tanıdım ve sohbet imkanı buldum. Sinema aşkıyla dolup taşan büyüklerim ve hocalarım da sık sık oradaydılar. Sevin Okyay’dan, Mithat Alam’a; Prof. Oya Başak’tan Vecdi Sayar’a… saymakla bitmez.

Her yere AVM, gökdelen yapılarak ruhsuzlaştırılıp, kimliksizleştirilmesine şu anda karşı çıkmazsak, yaşanmışlığı ve hatıraları olan, bize tüm güzellikleri hatırlatan hiçbir binamız, mekanımız kalmayacak. Rant sahipleri, kısa vadeli hesaplarla koskoca tarihi şehri yerle bir etmeye devam edecekler. Acilen ses çıkarmamız lazım. Avrupa ülkelerinde tarihi binalar hep bozulmadan korunarak yalnızca restore edilir. Bizde ise modernizasyon adı altında, şehrin dokusuna tecavüz var. Bu da maalesef, şehir kültürü, bilinci ve planlaması olmayan kısa vadeli rantçı zihinler tarafından yapılıyor.


24 Aralık Cumartesi günü saat 16:00’da Taksim meydanında toplanılıp Emek sinemasına yürünecek ve basın açıklaması okunacak. Şehrinin ve tarihinin elden gitmesini istemeyen tüm duyarlı insanları bekleriz : "Çadırınızı, uyku tulumunuzu, battaniyenizi, çayınızı, kahvenizi ve isyanınızı alın, gelin" ! Kapitalizmin tek tipleştirmeye yönelik, şehir ve onun tarihinin tecavüzüne boyun eğmeyelim. “


Bu sene İstanbul Film Festivali’nde müthiş filmler gördüm, en başta biraz geri dururum sanıyordum, bu sene pek film görmem zannediyordum ama dayanamadım ve 5 güne 9 film sığdırdım. Ne de olsa kanımda var sinema. Tim Buckley’i kaçırdım ki, o filmi de bulmam gerekli. Emek sinemasının yıkımı sırasında gerçekleştiği için hüzünlü bir festival oluyor.


Ece Dorsay

ecedorsay@yahoo.com

DEPAR

DEPAR
7 Nisan 2013 BirGun Pazar Eki

Kadın vokalli rock grupları sayıca az’dır ülkemizde. Elbette epeyce var ama sırf erkekten kurulu gruplara kıyasla daha az’dır. Vega, Egoist, Volvox, Pin-Up , Model aklıma gelen gruplar arasında. Depar da kadın vokalli bir grup. Vokaller çarpmadı beni ama açıkçası kadın vokalli rock grubu duyduğum anda daha fazla dikkat kesiliyorum. Albümün sound’u gayet doyurucu, yeni bir şey duymadım ama temiz bir rock.

Depar, 2008 yılında Yeliz Üstadımız, Ferhat Üstün, Yeşim Kayman, Sefa Şenel tarafından kuruldu.

İlk yıllarını İstanbul’un çeşitli popüler mekanlarında neredeyse kesintisiz sahne alarak geçirdiler. Kendi yazdıkları şarkılara vakit ayırmaya başladıklarında prodüktör Cenk Eroğlu ile tanıştılar ve böylece albüm kayıtları başladı. 

Yaptıkları müziği pop rock ve hard rock arası gidip gelen, neşeli ve deli dolu bir melankoli olarak tarif eden Depar, bu tarzı Beyoğlu Rock olarak tanımlamaktan memnunluk duyuyor.
Onlara göre, o sokaklarda yaşanan, yaşanmış ve yaşanacak olan birbirine benzemez bir sürü hayattan sekip yüzlerine yansıyan duygular grubun müziğine de yön veriyor.

Kayıtlar sırasında Cenk Eroğlu’nun yanı sıra Arbak Dal gibi tanınmış ve tecrübeli müzisyenlerle de çalışma fırsatı bulan Depar'ın Gözyaşlarım Dinmez parçası Seyhan Müzik Yapım'dan 2011 Kasım ayında single olarak yayınlandı.
2012 Temmuz ayında ise grubun ilk albümü "Hediye" yine Seyhan Müzik etiketiyle raflardaki yerini aldı.


TEMAS

Temas grubunun sound’u da çok yeni gelmedi kulağıma. Vokaller sanırım grubun nispeten daha zayıf noktası, sözler ve besteler daha güçlü. Daha slow şarkılarda vokalleri daha başarılı buldum. Bu grup bolluğunda, vokalin önemi fazla. Front man’in karizması da elbette.
Gitarlarda epeyce emek var, düzenlemelerde de. Albümün kapağı, albümlerde çok fazla kullanılmış saat teması ama grafik olarak başarılı.

Her biri kendilerine ait 11 şarkıdan oluşan ilk albümleri "Hayata Dokun" ile Türk rock müziğine aranılan taze kanı getiren "Temas", görselliğin de en az müzik kadar önemli olduğuna inanarak, şarkının ilk demo halini koydukları bir internet sitesinde tüm dünyadaki kullanıcılar arasında yapılan oylamada 29.000 şarkının içinde ilk beşte haftalarca yerini korudu. Dinleyiciler tarafından en çok beğenilen, kendi uyanışlarının habercisi olan "Uyan Dostum" isimli şarkıya Anıl Tütüncüoğlu, Kaan Demirçelik ve Manga grubunun solisti Ferman Akgül yönetiminde ilk kliplerini çektiler.

Çocukluk arkadaşları olan Tolga Yükseloğlu ve Savaş Ateşoğlu'nun yıllarca farklı gruplarda müzik yaptıktan sonra yeni bir grup projesi için biraraya gelmesi ile oluşumuna başlayan Temas, 2007 yılının ikinci yarısında beste çalışmalarına hız vererek, bas gitarda Murat Kanlı, davulda Altuğ Özgün ile 2007 yılının sonunda albüm kayıtlarına başladı. İlk albümleri "Hayata Dokun" 2009'da yayınlandı. Temas, 2009'un sonunda vokalde Alper Fıratlı'nın katılımıyla bugünkü kadrosuna ulaştı.

Yaşadıkları şehir olan İstanbul gibi kozmopolit bir yapıda, farklı müzik tarzlarından beslenen, farklı zevk ve kulvarda kişilerden oluşan Temas grubu, şarkılarında kendi tarzını yansıtmaktan taviz vermeyerek, hayata ve topluma dair söylemlerinin yanında aşklarını, kavgalarını ve umutlarını da anlattığı müziklerini, daha geniş bir kitle ile paylaşmayı hedefliyor.

Marissa Nadler Söyleşim     

Milliyet Sanat dergisinde de, global müzisyenlerle söyleşilerimle varım bundan böyle. Nisan sayısında, Amerikalı folk besteci/şarkıcı Marissa Nadler ile söyleşim okunabilir. IKSV Salon’da Nisan ayında kendisini kaçırmayın. Tek gitar ve vokal olacak. Söyleşiyi yaparken, benzer yol şeritlerinden geçtiğimizi hissettim. İlerde bir yazımda Marissa’dan daha detaylı bahsederim.

Bu aralar en çok dinlediğim isimler :

Ara Dinkjian
Marissa Nadler
Daughter
Sezen Aksu
Editors
Tracy Chapman
Ani Difranco
Janis Joplin
Coldplay
Atoms For Peace








AŞK MERDİVENLERİ ve MOJO Listesi

AŞK MERDİVENLERİ ve MOJO Listesi

31 Mart 2013 BirGun Pazar Eki

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

Bağlama ve saz çalarak çok küçük yaşta müziğe başlayan, çocuk yaşta Beatles ve Bob Dylan’ı keşfettiğinde gitar aşkına kapılan Hakan Küçükçınar, 90’lardan itibaren çeşitli gruplarla bas gitar çalarak ve şarkı söyleyerek devam ettiği müzik hayatına, bir de solo bir albüm ekledi. Sözleri ve müzikleri tamamen kendisine ait olan 10 şarkıdan oluşan albümde şiirselliği ve romantizmi rock müzikle buluşturan Küçükçınar’ın “Aşk Merdivenleri” isimli ilk albümü We Play etiketiyle müzik marketlerde yerini aldı.

Sade bir sound, akustik gitar ön planda. Ferah bir şarkıyla açılışı yapılıyor albümün : Aşk Merdivenleri. Ankara’lı bir müzisyen Hakan Küçükçınar. Ankara’dan hep iyi müzisyenler çıktığı mitine çok inanmam çünkü bu, kadın şoförlerin sayıca az olduğu gibi göze batması gibidir. İyi müzisyenler elbette çıkar ama en az  bir o kadar iyi müzisyen İstanbul’dan da çıkmakta. Konuyu genelleştirmeden bağlayayım.
Hakan Küçükçınar’ın albümü samimi ve içten geldi bana. Özlediğim bir sound’u buldum. Daha evvel örneği elbet çok yapıldı ama akustik gitara ağırlık veren ve şarkı formunu öne çıkaran, sesiyle bizi dövmeyen, sakince duyguları katan bir vokal bulmak hoş…

Sıkıntılı mekanlardan daha fazla derin adam çıktığını söylüyor Hakan. Bir bakıma haklı. İnsan kendini kapatınca veya bunalınca, daha fazla üretkenliğe, düşünceye yöneliyor ama bunları besleyen kimi olaylar da gerekli tabii.. Söz ve müzikler tamamen Hakan Küçükçınar’a ait. İlhamını John LEnnon, Paul Simon, Bob Dylan ve Leonard Cohen gibilerden aldığını söylüyor, aynı zamanda Bülent Ortaçgil, Mazhar Alanson ve Fikret Kızılok’u üç büyüklerden sayıyor. 1993’ten beri yazıp biriktirdiği şarkılardan bir seçki yapmış Küçükçınar.

Albümdeki en büyük problem bence kapak ve kartonet tasarımı. Sadelikte problem yok ama bir reklam ajansının grafik tasarımı gibi olmasaydı da, biraz daha sıcak fotoğraflar kullanılsaydı, albümdeki sound’un organikliğine daha yakışır bir kapak olabilirdi.

Sarsıcı bir albüm ya da vokalle karşılaşmadım ama şarkıların melodileri, etkisinde kaldıkları sanatçılara güzel bir selam çakıyor.

2 Nisan Salı akşamı 21:30’da ALT caz adlı mekanda Neslihan Engin ile konserimiz var. Neslihan Engin, piyano ve hammond, vokaller, ben gitar ve vokalde. Sahnede ikimiz olacağız.
Yabancı ve Türkçe cover’lardan oluşan, bestelerimizi de kattığımız hoş bir konser olacak, okuyucularımı bekliyorum. Mekan, Galatasaray’ yakın. Adresi, Tomtom Mh., Acara Sk No:5, Beyoğlu (0212) 244 8567

Yazın gene konserden geçilmeyecek ve bu şehirde mi kalsak yoksa güneye mi insek sorusuyla geçecek ; Sigur Ros kaçmaz ki aynı gece Alicia Keys konseri var. Gerçekten böyle durumlar trajikomik oluyor. Başka gün mü kaldı ey gövde gösterisi yapan organizatörler?
Adeta bir konser ve festival rekabeti yaşayacağız gibi görünüyor.

Mojo dergisinin, seçtiği şarkıların top 30’unu  paylaşayım bugün :
  1. Nirvana…Smells Like Teen Spirit (1991)
  2. The Ronettes…Be My Baby (1963)
  3. Oasis…Live Forever (1994)
  4. Sex Pistols…God Save the Queen (1977)
  5. Marvin Gaye…I Heard It Through the Grapevine (1968)
  6. Ike & Tina Turner…River Deep, Mountain High (1966)
  7. Queen…Bohemian Rhapsody (1975)
  8. Aretha Franklin…Respect (1967)
  9. The Miracles…The Tracks of My Tears (1965)
  10. Stevie Wonder…Superstition (1972)
  11. Grandmaster Flash & the Furious Five…The Message (1982)
  12. The Beach Boys…God Only Knows (1966)
  13. The La’s…There She Goes (1990)
  14. The Kingsmen…Louie Louie (1963)
  15. Bob Dylan…Like a Rolling Stone (1965)
  16. The Beatles…Revolution (1968)
  17. The Rolling Stones…(I Can’t Get No) Satisfaction (1965)
  18. The Beatles…Hey Jude (1968)
  19. The Rolling Stones…Jumpin’ Jack Flash (1968)
  20. The Beatles…Paperback Writer (1966)
  21. The Beatles…Rain (1966)
  22. The Righteous Brothers…You’ve Lost That Lovin’ Feelin’ (1965)
  23. Billie Holiday…Strange Fruit (1939)
  24. Procol Harum…A Whiter Shade of Pale (1967)
  25. The Beatles…I Want to Hold Your Hand (1963)
  26. Chuck Berry…Johnny B. Goode (1958)
  27. The Smiths…This Charming Man (1983)
  28. The Who…My Generation (1966)
  29. Ray Charles…What’d I Say (1959)
  30. The Jimi Hendrix Experience…Purple Haze (1967)


Barış Atomları

Barış Atomları
24 Mart 2013 BirGun Pazar Eki

2009’un sonlarına doğru, Los Angeles, California’da kurulan experimental, elektronik grup Atoms For Peace ekibi çok tanıdık. Grubun vokalisti, Radiohead’den tanıdığımız Thom Yorke, Red Hot Chili Peppers basçısı Flea, uzun zamandır Radiohad’in prodüktörlüğünü yapmış olan Nigel Godrich, Beck ve R.E.M’den tanıdğımız davulcu Joey Waronker, Brezilyalı enstrümancı Mauro Refosco. (perküsyon). İlk albümleri Amok, 18 Şubat 2013’te internetten yayınlandı daha sonra 25 Şubatta mağazalara dağıtıldı.

Grubun ilk performansı, Los Angeles’da, 2 Ekim 2009’da Echoplex adlı mekanda oldu. Thom Yorke’un ilk solo albümü, The Eraser’ı tamamen çaldıkları bir konserdi. Daha sonra konserler vermeye devam ederek bu gruptan oluşan ilginç füzyonu pekiştirdiler. Coachella festivali’nde çaldılar. Amerika’nın dışında çaldıkları festival ise FujiRock oldu. Grbuun ilk single’ı Default, itunes’dan yayınlandı. Amok adlı albümün ilk single’ı ilgi gördü. XL Recordings’den çıkan albüm, yalnızca ekibiyle dahi ilgiyi hak ediyor.

Grup, ismini hem Thom Yorke’un Eraser albümündeki bir şarkıdan, hem de Amerikan başkanı Dwight Eisenhower’ın 1953 tarihli konuşmasından almış. Web sitelerinde, Nükleer Güç mü? Hayır, teşekkürler yazmakta. Albüm sürecinde bolca Fela Kuti dinlediklerini söyleyen Thom Yorke; Afrika ritmlerine ve müziğine, tüm grubun büyük bir sevgisi olduğunu açıklamış.

Grubun web sitesi ve şarkıları, web sitenin arka plan müziği bile, çağımızın karanlığını, kasvetini, içine düştüğü çaresiz durumu iyi yansıtıyor. Güzel illüstrasyonlar karşılıyor bizi web sitede. Şarkıları tekrar dinlerken fark ediyorum ki, aslında fazlaca elektronik olan bu albüm, Thom’un solo projesinden çok farklı gelmiyor kulağa. Eminim bir çok kişi bunu düşünebilir. Diğer müzisyenler ve özellikle Flea ile Joey’un katkısını daha fazla arıyor kulak.

Daughter

Yakında ülkemizde konser verecek olan Daughter grubundan bahsedelim. Grup, 3 kişiden oluşuyor. Vokal ve gitarda Elena Tonra, gitarda Igor Haefeli, davulda Remi Aguilella. 2010 yılında Londra’dan çıkan grup indie folk müziği yapıyor. İlk zamanlarda solo olarak ortaya çıkmış Elena, yanına gitarcı ve davulcuyu da katmış. 2010 ve 2011 yıllarında 3 adet EP çıkaran grup, 4AD plak şirketiyle anlaşma imzalıyor ve ilk full albümleri “If  you leave” i , Mart 2013’te piyasaya sürüyor.

İlk single2ları “Smother” BBC radyosu tarafından çalınıyor. 4Ad gibi saygın ve ilginç işler basmayı şiar edinmiş bir şirketle albüm anlaşması imzalamaları onları mutlu ediyor. NME dergisine de röportaj veriyorlar. Youth adlı şarkıları şiddete karşı bir kampanyada yer alıyor. Televizyonda tarihi bir belgeselde de kullanılıyor. “Medicine” adlı şarkıları bir Amerikan şovu olan Vampir’in Günlükleri’nde yer alıyor. “Home” adlı şarkıları, Grey’s Anatomy dizisinde yer alıyor. İngiliz gençlik dizisi “Skins” ise , “Youth” ve “Love” şarkılarına yer veriyor. “Youth” şarkısı aynı zamanda, Norveçli bir havayolu şirketi reklamında kullanılıyor.
Grubun dizi, reklam ve kampanya müzikleri konusunda şansı açılıyor. Artık bir müzisyenin ya da grubun, geniş kitlelere ulaşmasının en hızlı yolu, ne yazık ki reklam müziği olmasından geçiyor. Film ve veya dizi müziği yapmak nispeten daha güzel, özellikle de film müziği.

Merak Edenlere Thom Yorke :

Önderliğini Thom Yorke’un yaptığı Barış Atomları grubunu anlattık. Thom’un kariyerine göz atalım : Radiohead grubuyla birçok albüme ve başarılara imza atan Thom, solo projesine yönelmişti.

Radiohead adı altında ilk yaptıkları single olan Creep, dünya çapında bir başarı kazanarak grubun albüm oluşturma sürecini hızlandırdı. İlk albümleri Pablo Honey, 1993 yılında piyasaya sürüldü ve İngiltere listelerinde 22. sıraya kadar tırmandı. İkinci albümleriThe Bends, ilk albümün başarısı üzerine R.E.M. grubu ile beraber gerçekleştirdikleri başarılı bir Avrupa turu sonrasında yayınlandı ve büyük bir başarı elde etti.

1997 yılında, grup en çok bilinen albümleri OK Computer’i yayınladı. Albümün büyük başarısının ve eleştirmenlerden aldığı pozitif yorumların sonucunda Thom Yorke, eleştirmenler tarafından 90’lı yılların en üretken alternatif rock isimlerinden birisi olarak gösterilmeye başlandı. OK Computer sonrasında grup 2000 tarihli Kid A, 2001 tarihli Amnesiac ve 2003 tarihli Hail to the Thief ile beraber daha elektronik müzik etkileşimli, caz ve avant-garde’dan da etkilenen bir tarzda eserler ortaya koymaya başladı. Grubun son stüdyo albümü In Rainbows, 2007 yılında, internet üzerinden ücretsiz olarak yayınlandı.

Thom Yorke, 2006 yılında, ilk solo albümü olan The Eraser’i yayınladı. Nigel Godrich’in prodiktörlüğünde hazırlanan albüm, İngiltere listelerinde 3. ve Amerika listelerinde 2. sıraya kadar yükselmeyi başardı. Albümün en beğenilen şarkılarından birisi olan Analyse,The Prestige filminin soundtrackinde kullanıldı.

Grubuyla beraber Özgür Tibet konseri ve Ticaret Adaleti Hareketi gibi aktivist etkinliklerde konser veren Yorke, kendisini insan hakları taraftarı ve de savaş karşıtı olarak tanımlıyor.

Halen Oxford, İngiltere’de yaşayan Yorke, üniversiteden bu yana beraber olduğu kız arkadaşından Noah ve Agnes adında iki çocuğa sahip.

Ece Dorsay

ecedorsay@yahoo.com


Biz Hariç Herkes


Biz Hariç Herkes

17 Mart 2013 BirGun Pazar Eki

 Elime geçen albümlere bakıyorum. En fazla sayıda albüm, WePlay şirketinden geliyor. Dokuz Sekiz Müzik’ten de epey albüm geçiyor elime. WePlay’den gelen albümlerinde illa ki aradan sıyrılan ve kulaklarımdan öte kalbime de hitap edebilen bir ya da birkaç isim çıkıyor.

Çok şişirilen isimlerden ziyade, yeterince dikkat çekemeyen ama daha fazlasını hak edenlerin albümlerine eğiliyorum. Kısacası müziğine inandıklarıma…

Onlar grubunun, grup ismi ve albüm kapağı olarak çok iyi bir seçim yaptığını söyleyemem ama albümü dinleyince, düzenlemeler ve besteler direkt etkiliyor insanı. Aslında pop bile sayılabilecek şarkılar var ama global anlamda pop’tan bahsediyorum. Bıktım adlı şarkının düzenlemesi ve melodileri çok başarılı. Melodi biraz tanıdık gelse de.. Keyifli ve içine girilmesi kolay bir albüm. Var mısın? Akustik gitarla başlıyor ve direkt sürüklüyor. Vokaller biraz daha çarpıcı olsaydı desem de, müziğin gerektirdiği kadar iyi. Aranjmanlar genel olarak başarılı. Hala adlı şarkının vokalleri çok sıcak, akustik gitarlar sade ve güzel. Kapak tasarımı ve vokaller üzerine daha titizlenilseydi, tam on ikiden vuracaktı. Hatice, çok orijinal bir şarkı olmuş, özellikle düzenlemesi.

2012 Roxy Müzik Günleri’nde finale kalıp “En İyi Baterist” Ödülünü kucaklayan, sahne şovlarıyla Ankara başta olmak üzere, çaldıkları her şehirde, dinleyicilere kendi şarkılarını söyletmeyi başararak bir şehir efsanesine dönüşen “Onlar”, prodüktörlüğünü Cem Adrian ve Pamela Spence albümlerinin de prodüksiyonlarını gerçekleştiren Veyasin’in üstlendiği ilk albümleri “Biz Hariç Herkes” ile müzik marketlerdeki yerini aldı.

Grubun solisti Doğan Aşkıner albümdeki tüm şarkı sözlerine imza atarken; “Onlar” ikilisinin diğer yıldızı Uğur Ersözlü de birbirinden özgün besteleri ve gitarıyla karşımıza çıkıyor. Elektronik, pop, rock ve hatta tango gibi farklı türleri buluşturan “Onlar” ve ilk albümleri “Biz Hariç Herkes”, We Play etiketiyle müzik marketlerde.

Kuruldukları ilk günden beri Ankara başta olmak üzere pek çok şehirde konserler vererek kendilerine henüz hiç albüm yayınlamadan bile büyük bir hayran kitlesi edinen Onlar ( İlk adıyla Mono) nihayet ilk albümlerinin heyecanını yaşıyor. Doğan Aşkıner ve Uğur Ersözlü’den oluşan “Onlar”  doğu ve batı müziklerini ve elektronikten, pop müziğe kadar farklı türlerle şarkılarını zenginleştirirken, müzik tarzlarını alternatif rock olarak tanımlıyor. Grubun ilk albümleri “Biz Hariç Herkes”  11 yeni şarkıyla karşımıza çıkarken Hala isimli şarkının farklı bir versiyonuyla albümde toplam 12 şarkı bulunuyor. Veyasin’in prodüktörlüğünü gerçekleştirdiği albümde ayrıca Veyasin’in vokallerde de eşlik ettiği ve sözlerini Doğan Aşkıner ile beraber yazdığı “Bıktım” adında sürpriz bir şarkı da yer alıyor. Veyasin “Bahane” isimli şarkının müziklerine de Uğur Ersözlü ile birlikte imza atmış.


Kung Fu’dan Tüm Bu Başlangıçlar

Albümün kapağı, grubun dinamizm içeren müziğini çok iyi yansıtıyor.

Vokalistin yüzünü görmediğimiz bir kapak daha nihayet geldi. 
2000'li yılların başından beri canlı müzik dinleyicileri arasında kendisine bir seyirci edinen KUNG FU ‘nun ilk albümü elimde.

Öykü Akgürgen (vokal), Murat Altınöz (gitar), Alp Okçu (bas), Osman Konuray (davul)'dan oluşan Kung Fu, “Tüm Bu Başlangıçlar” isimli albümlerinin ilk videosunu Burak Ertaş imzası ile 'Her Şey Sende' parçasına çekti. Kung Fu bu albümde, 2008 yılında Miller Music Factory'de cover kategorisinde birinciliği elde ettikleri, Barış Manço'nun 'Eğri Büğrü' bestesine yaptıkları düzenlemeye de yer veriyor.

Albüm, 2006-2012 yılları arasında TaşOda, kendi stüdyoları, evleri başta olmak üzere farklı mekanlarda ve farklı ruh hallerinde kaydedilmiş.

Vokalin rengi güzel ama şarkı sözleri konusunda biraz problemler var gibi geldi.

Artık Benle Oynama, intro arpejiyle, albüme direkt dalmamızı sağlıyor. Vokal, müziğe gerçekten yakışıyor. Hatta bazı ses vurguları İlhan İrem’i andırıyor. Slide gitar gibi tınlayan riff’ler , renk katmış. Sözlerde bol tekrardan kaçınılsaydı sözler daha etkili olabilirdi.

Barış Manço yorumu da başarılı ama artık yorumlardan bayıldığımız bir dönemde, ne kadar gerekli bilmiyorum. Aklıma, Replikas grubunu getirdi. Bu tür yorumlara doyduk gibi geldi dinlerken.

Memlekette bolca rock albümü çıkıyor. Maalesef hala erkek egemen bir sektör , rock müzik sektörü. Günümüzdeki distorsion sound’ları ve kayıt kalitesi, 90’lar için bir rüyaydı ama 2000’lerin ilk onunu geçtiğimiz şu günlerde artık daha farklı şeyler arıyor insan.

Her şey Sende adlı rock ballad’ı dinlerken, kalbimin yaraları biraz sızladı. “Gelmek artık, önümde durma, beni durdurma” gibi çok basit sözler, müzikle beraber güzel olmuş. Mırıldanmak istiyor insan.  Oyunbozan şarkısını da sevdim. Beste gücü olarak daha gelişebilir grup  ama vokalde potansiyel var. Yer yer İlhan İrem’i andıran özgün bir erkek vokal. Özel ses rengi, daha nadir bulunan bir şey olduğu için, üzerinde durulması gerekiyor. Yazıyı, albümün kilit sözüyle bitirelim : “Artık korkutmuyor beni tüm bu başlangıçlar”

Ece Dorsay


ecedorsay@yahoo.com

11 Mart 2013 Pazartesi

Baler'den Kahve Molası



Baler’den Kahve Molası
10 Mart 2013 BirGün Pazar Eki

Önce bir grup ismi sandığım ve daha sonra solo proje olduğunu anladığım Baler’in Kahve Molası adlı albümünün dezavantajı, kapağındaki kahve fincanı ve ismi. İlk bakışta bir restoranın tanıtım CD’si ya da farklı tasarlanmış menüsü gibi duruyor.

Biraz geç gelmiş bir albüm gibi. Müzikal yapı ve sanatçının duruşu, 90’ların sonunda taze bir soluk olabilirdi. Fotoğraflardaki Fender Marcus Miller bas gitarı, benim bas gitarın aynısı diye sevindim çocuksu bir heyecanla. Basçı birinin ön planda olması her zaman renkli bir boyut katar müziğe. Sting edası var bu durumda. Gereksiz adlı şarkının sözleri klişelerle dolu , keza Söyle Sevgili de öyle. “Sensizliğin günleri acıtmadan geçer mi?” “Hala sımsıcak anılar, hiç kapanmadı yaralar” gibi sözlerin artık tedavülden kalkması gerekmiyor mu?

Basın bülteni bize şunları diyor :

“Baler, basçı/solist olarak Ankara ve İstanbul sahnelerinde 25. yılını tamamlarken, ilk albümü Kahve Molası’nı müzikseverlerin beğenisine sunuyor...

Tarsus Amerikan Koleji’nde başlayan müzik hayatına, AAAL ve ODTÜ’de devam eden Baler, iş hayatı yıllarında da müzikten hiç kopmadı. Bir yandan çok uluslu şirketlerde pazarlama/proje yöneticiliği kariyerini sürdürürken, diğer tarafta efsane grup Mustafa Hadi Dedi ile on yıl boyunca Ankaralılar ile buluştu.

Bir kahve molası keyfinde...

Günü yaşamak, hayatı ve hayalleri ertelememek temalarını blogunda ve pop rock tarzındaki bestelerinde sıkça işleyen Baler, albümü baştan sona Cenk Eroğlu ile Xcarnation stüdyolarında tamamladı. 8 parçanın hepsinin söz ve müziği Baler’e ait.

İşte, okulda, trafikte başınızı kaldırıp bir soluk almak isterseniz, kahve molası keyfindeki bu albüm We Play etiketi ile Eylül ayının ikinci haftasında müzik marketlerde...”

Cenk Eroğlu, gizli kahraman. Bu albümde emeği büyük.
Güzel bir renk olabilecekken klişelerin arasında sıkışmış kalmış Baler’in albümü…

Şirket : WePlay

NME dergisinin, bu hafta dinlemeniz gereken 10 şarkı önerisi ilginç ve güzel :

James Blake – Digital Lion
AlunaGeorge – Attracting Flies
Best Coast – Fear of My Identity
Joey Bada$$ Feat. Chance The Rapper – 'Wendy N Becky
Tyler, The Creator – 'Treehome'
Dirty Projectors – There is a Fire
Findlay – Off and On
Father Sculptor – Lowlands
Iggy Azalea – Work
Fucked-up – 21st Century Cling-Ons








CEM ÖZEL’den Funk Tınılı Bir Başlangıç




CEM ÖZEL’den Funk Tınılı Bir Başlangıç
 3 Mart 2013 BirGün Pazar Eki

Elimdeki yerli alternatif albümleri tekrar gözden geçirirken, Cem Özel’in İnim İnim adlı  ilk albümüne yeterince dikkat kesilmediğimi farkettim. Dinleyeme başladığımda, içine zor girilen ama girildi mi kaybolunan çok zengin bir albüm keşfettim. İlginç şahsiyet Cem Özel’i önce bir tanıyalım :

Londra doğumlu multi-enstrümentalist Cem Özel, ilk solo albumü “İnim İnim”i We Play etiketiyle yayınladı. 13 şarkıdan oluşan albümün tüm şarkılarının söz, müzik, düzenleme ve yapımı yine Cem Özel’e ait.

Eğlenceli; ama bir o kadar da anlamlı şarkı sözleri ve samimi müzikal dokunuşlarıyla dikkatleri hızla üzerine çeken ve müzik tutkunu bir aileden gelen 1985 doğumlu multi yetenek Cem Özel, oldukça küçük yaşta önce klavye, ardından da gitar çalmaya başladı. En sevdiği gruplardan biri olan The Beatles şarkılarını yorumlamaya başlayan Cem, lise döneminde de tiyatro ve müzikle yakından ilgilendi. Londra’da popüler müzik çalışmaları ve müzik prodüksiyonu eğitimi aldıktan hemen sonra profesyonel müzik kariyerine Türkiye’de ‘Wufi’ adlı electro funk grubuyla başladı. Üç sene boyunca Wufi ile Türkiye’nin çeşitli şehirlerinde konser veren Cem Özel, bu seneki Eurovision temsilcisi Can Bonomo’nun ilk albümüne bir beste verdi ve çeşitli parçalarda gitar ve klavyede eşlik etti. Wufi grubunun müziğe ara vermesinden sonra solo kariyere adım atmaya karar veren Özel, 2 yıl önce Türkçe şarkılar yazıp ilk albümünün hazırlıklarına başladı. 

İki yıllık çalışmanın ardından The FatLab’de kaydedilen “İnim İnim” albümünün mix ve mastering’i ise yine Wufi grubundan Ali Rıza Şahenk’e ait. Rock, psychedelic ve funk türlerini ilginç şarkı sözleri ile harmanlayan Cem Özel, konserlerindeki akustik düzenlemeleriyle de ilgi çekiyor.

Prince’in Türkiye şubesi değil elbet ama bir çok enstrümana hakimiyeti, kattığı renkler, zor şarkılarına ve kimine anlaması zor klibine bir sos gibi. Cem’in soyadı gibi Özel bir albümle karşı karşıyayız. Vokalden çok düzenlemelere taktım. Vefasız adlı şarkıda slide gitarlar çok başarılı. Zen, Replikas ve BabaZula etkilenimleri fazlaca görülmekte. Bu biraz dezavantaj mı bilemiyorum ama Can Bonomo duruşundan da uzaklaşırsa, tamamen kendine özgü olabilir.

Tarzını Psychedelic / Rock / Funk olarak tanımlayan Cem Özel’in ekibi :

Cem Özel: Vokal, Gitar
Mahmut Albulak: Vokal, Gitar
Toros Energin: Vokal, Klavye
Umut Şimşekli: Bas gitar
Barış Baykan: Davullar

Sözleri, müziği kendisine ait olan İnim İnim adlı parçanın klibi de hiç ticari değil.
Oldukça ilginç bir klip . Klibin yönetmeni: Can ESKİNAZİ Yapımcı: Yoel MERANDA Görüntü Yönetmeni : Meryem YAVUZ Kurgu: Eytan İPEKER- Can ESKİNAZİ Styling - Kostüm: Ece SONER

Aslında funk dışında Reggae ritmleri de çok kullanılmış. Şarkılar birbirinden farklı ilginç düzenlemeler içeriyor. Vokallere daha fazla ruh katılsa çok daha etkileyici olabilirdi albüm ama sözler melodilere yakışmış. Kevgir çok ilginç bir ballad. Tam alternatif diyebileceğimiz bir düzenleme. Slide gitar ve reggae /funk ritmlerini özellikle sevdim.

Bu aralar neler dinliyorum :

Cem Özel – İnim İnim
Sezen Aksu – 1945
Nükhet Duru – Melankoli
Keziah Jones – Million Miles From Home
Keziah Jones – Rhythm is Love
Bülent Ortaçgil – Denize Doğru
Yora – Karşılaşma
Mauna Kea – Gaia
Psychedelic Furs - Heaven
Editors – And End has a Start 

Ricochet ve Sakareller



RICOCHET ve SAKARELLER
24 Şubat 2013 BirGün Pazar Eki

Peyote Müzik’ten çıkan albümler, karakterleri itibariyle biraz geri planda kalabiliyorlar.
Metaforum şu : alternatif oldukları için sesleri çok duyulmuyor. Günümüzde alternatif diye lanse edilen ama alakası olmayanlara inat, çok farklı albümler çıkıyor Peyote müzik’ten.
Sorunları, biraz daha üzerinde uğraşılsaydı dedirtenlerin çok olması….
Demo gibi tınlayan şarkılar içerenler var : Ricochet’nin The Burning One albümünü beğendim. Gitar sound’ları, aradaki vokaller ve hafif kirlenebilen yalın gitar akorları, grubun bir arada çaldıklarında, canlı çalınırken hissedilen sahne enerjisini albüme taşımış.

Yaklaşık on yıldır değişen kadro ve isimler altında müzik yapan İstanbullu topluluk Ricochet‘nin “Burning One” adlı ilk albümü Peyote Müzik bünyesinden çıkan albümler arasında. Kayıt ve mikslerin Barkın Engin’e, mastering’in ise yine Replikas’tan Burak Tamer’e ait olduğu albüm grubun uzun yıllardır birlikte yapmış olduğu müzik üretiminin, en çiğ haliyle, davul, bas, gitar ve vokallerin güçlü bir birleşimi. 10 parçadan oluşan albüm farklı dönemlerin akımlarından referanslar taşıyor.

Replikas gibi tecrübeli ve müzikal anlamda başarılı bir grubun, kendi izinden giden veya farklı tattaki gruplara böyle kol kanat germesi, güzel bir hareket. Psychedelic kelimesini çok fazla kullanır oldu müzisyenler ama albümde grunge tonları hatta Pixies’in ruhunu da sezdim.
Referanslar her zaman iyidir, hiçbir müzik türü gökten zembille inmez. İlk klipleri Monkey’s Heart’ı , Portecho ve Mira’dan tanıdığımız değerli müzik adamı Tan Tunçağ çekmiş. Miray Kurtuluş da klibin asistanlığını yapmış. Böyle dirsek temasları, çok değerli benim gözümde.
Çoğu kimsenin birbirine dokunmadığı, yardımlaşmanın sadece gövde gösterisi olduğu sözde “rock”  müzik ortamlarında, daha iddiasız alternatif akımlarda bu güzellikleri görmek sevindirici.

Grubu tanımak gerekirse :

Ricochet:
Çağrı Küçükay (vokal)
Erol Arman (gitar)
Hakan J. Dedeoğlu (gitar)
Onur Güven (bas)
Taylan Turan (davul)

Fugazi ve Sonic Youth gibi gruplardan esinlenmelerine rağmen, buldukları hissiyat kendine özgü. Clean gitarlar ve tekrar eden nakaratlar, insanı biraz hipnotize ediyor ve melodiler akılda kalıyor. Albümün ingilizce olması, müziğin tarzına biçilmiş kaftan gibi uymuş.

Gelelim, ismi gibi ilginç müzik yapan Sakarller’e. Onlar da bir Peyote Müzik grubu.

Kendilerini "21. yüzyılda oluşmuş bir nevi rok grubudur." şeklinde betimleyen Sakareller, lokal sahnenin bizim de takipte olduğumuz ve beğendiğimiz nev-i şahsına münhasır gruplarından. 2010 yılında, Peyote Müzik etiketiyle "Beş Dakika Daha" isimli ilk albümlerini yayınladılar.

Albümde en sevdiğim parçalar : Anı Hırsızı , Beş Dakika Daha, Delinin Defteri. Ki daha fazla mesai ayrıldığında daha da sevilecek bir albümle karşı karşıyayız. Vokaller bazen demo tadı verse de, gitarlarda bulunan riff’ler, akor döngüleri, birbirini tamamlayan alternatif akorlar çok başarılı. Bıkmadan usanmadan dinleniyor ve insanı tütsülerle dolu, tuhaf bir odaya hapsediyor sanki. Ferahlama değil daralma albümü ama kötü anlamda değil. Çok fazla aşina olmadığımız akorlar, riff’ler insanda farklı bir etki bırakıyor.

Kısa tanıtımlarına bakmalı :

Sakareller, İstanbul'da konuşlanmış, bir nevi rok grubu.
Şöyle: Başar Uğur ve Barış Fidaner liseden beridir birlikte müzik yapıyorlardı. 2003'te Boğaziçi Üniversitesi müzik kulübünün prova stüdyosu Taşoda'da Bahadır Maşa ve Uğur Güney gruba katıldı. Sonrasında Tünel'deki ortak bir stüdyoya giren grup Sakareller isminde karar kıldı. Boğaziçi'nde, Peyote'de ve muhtelif birkaç mekanda konserler verdi.
Başından beri kendi şarkıları üzerinde çalışan grup, geçen zamanda bir albüm dolduracak kadar şarkı (ve katlarınca da taslak) biriktirdi. 2009 sonbaharında kayıtları ve miksi yapılan albüm, "Beş Dakika Daha" adı altında Mayıs 2010'da Peyote Müzik etiketiyle yayınlandı.
Ağustos 2010'da Uğur'un Amerika'ya teorik fizik doktorası yapmaya gitmesiyle birlikte gruba Emir Aksoy dahil oldu.

Albüm sonrası ilk kayıt niteliğinde olan Sandık, Karga'nın yayınladığı "Kompile Karga 2"nin giriş şarkısı. Sandık'ın bir diğer özelliği; Uğur Güney'in yerine Sakareller kadrosuna dahil olan Emir Aksoy ilk kez bu kayıtta vokali ve gitarıyla şarkıya katkıda bulunuş.

Peyote müzik etiketiyle çıkalı epey olmuş ve biraz köşede kalmış bu albümleri tanıtmak gerektiğine inandım. Epey ilginç albümler ve biraz olsun, klişe rock’dan bıkanlar için bir hazine. Batı kökenli alternatif akımlara aşina olanlar ise daha eleştirel bir kulakla dinleyeceklerdir bu albümleri.

Ece Dorsay

ecedorsay@yahoo.com