29 Aralık 2009 Salı
27 Aralık 2009 Pazar
2009 : POP MÜZİKTE BİR DÖNEMİN SONU
2009 : POP MÜZİKTE BİR DÖNEMİN SONU
16:29 27 Aralık 2009
2009 yılında müzik sektörü muhtemelen, Michael Jackson’ın muhteşem geri dönüş planları yaparken, ani bir şekilde aramızdan ayrılmasıyla ve müzik dünyasını acıya boğmasıyla hatırlanacak. Bizim gibi seksenlerde çocukluğunu yaşamış bir nesil, 'Moonwalker’ı, 'Billie Jean’ı, 'Bad’i ve o masalsı dünyayı asla unutamayacak. Yaşamı ve ölümü hakkındaki tartışmalar asla bitmeyecek gibi gözüküyor. Bence asıl önemli olan, bize bıraktığı muhteşem şarkılar ve sinema sanatıyla yarışan video klipler. Skandallar, büyük sanatçıların büyük başarılarına ödetilen bedeller gibi geliyor bana. Ödenmemesi gereken ama zorla ödetilen bedeller… Meyve veren ağaç taşlanıyor. Bayatlayan atasözleri de her zaman doğruluğunu kanıtlıyor.
Kanımca, Anastacia ile başlayan ve Amy Winehouse, Norah Jones gibi isimlerle devam eden müzikte 'farklı kadın vokaller' akımı 'Pink’in büyük patlamasıyla daha renkli bir hal aldı. Robbie Williams’ın kadın versiyonu gibi gördüğüm 'Pink' müziği her ne kadar biraz 'kaba' da olsa cesareti dolayısıyla pop müzik sektörüne yeni bir soluk getirdi. Klipleriyle de kendinden epey bahsettirdi. Türkiye’de bir 'Pink' konserine gidemediğime pişman olsam da, Londra’da daha sert tavırlı ve sulandırılmamış rock versiyonu 'Skin’i izlemiş olduğum için daha mutluyum. Lily Allen’in “F.. You very much” nakaratlı şarkısına homofobi ve ırkçılık karşıtı bir derneğin çektiği alternatif klip çok ilgi gördü. İngiltere’de bir numaraya yükselen Lily Allen’ın şarkısı pozitif bir rüzgar yarattı.
'Lady Gaga' ve 'The Gossip' gibi farklı, sektöre göre hafiften marjinal, renkli isimler bu yıl sağlam çıkış yaptılar. 'Lady Gaga’nın moda anlayışı ve 'David Bowie' tadındaki dikkat çekici kıyafetleri, ilginç sesiyle, tavrıyla bahsedilmeye değerdi. 'The Gossip' ise gerçek bir indie grubun ana akıma dahil olmasının başarısının hikayesiydi.
Neredeyse 150 kilo gibi duran 'şişman' sayılacak bir kadının, parlak kıyafetlerle ve iddialı makyajıyla, zenci kadınlara taş çıkartan sesiyle, yenilikçi rock altyapılarıyla ana akıma meydan okurcasına başarılı olması, insanların artık benzer imajlardan sıkıldığının bir göstergesiydi bana göre.
Benzer bir etkiyi Susan Boyle’un, İngiltere’de rating rekorları kıran bir pop star yarışmasından 47 yaşında, 'bakımsız' görünen haliyle satış rekorları kıran bir yıldıza dönüşmesinde yaşadık.
Şöhrete ulaşınca 'süslenmeye'” mecbur bırakıldığında, eski halinin doğallığını arar oldum. Bana sorarsanız tüm bu yenilikler ve ilginç durumlar, Marilyn Manson’un sivriliğinden ve imaj-maker’ların kendisine özenle giydirdiği gothic kıyafetlerden ve kliplerden daha radikaldi.
Gittikçe azalan albüm satışları ve plak şirketlerinin şarkı satmak için online yollar arayışı, korsan şarkı indirmenin sınır tanımadığının ve bir türlü engellenemediğinin göstergeleriydi.
EMI gibi büyük şirketlerin küçülmesi hatta batması da satışların hazin bir durumda olduğunu ispatlarken; medya patronlarının, müzisyenlerin ve bu işten ekmek yiyen herkesin yaşamında dramatik etkiler yarattı. Türkiye’deyse satışlar dibe vurdu…
Ülkemizden, Emre Aydın ve Manga’nın yaş grubu belli olan fanatik yerel hayranlarının oylarıyla MTV ödüllerini alarak bizi temsil etmeleri, büyük bir sevinç yaratamasa da Türk rock ve alternatif müziği adına Eurovision başarılarımızdan daha umut vericiydi.
Redd, Vega, Hayko Cepkin, Cem Adrian gibi otantik bulduğum isimlerin MTV’de yabancı oylarla varolacağı ve kendi müzik projelerimin hak ettiği global yerlere geleceği yeni bir yıl diliyorum…. BBC’de 'Later Show with Jools Holland' da Morrissey ile düet olabilir mesela…(tebessüm işareti)
Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com
16:29 27 Aralık 2009
2009 yılında müzik sektörü muhtemelen, Michael Jackson’ın muhteşem geri dönüş planları yaparken, ani bir şekilde aramızdan ayrılmasıyla ve müzik dünyasını acıya boğmasıyla hatırlanacak. Bizim gibi seksenlerde çocukluğunu yaşamış bir nesil, 'Moonwalker’ı, 'Billie Jean’ı, 'Bad’i ve o masalsı dünyayı asla unutamayacak. Yaşamı ve ölümü hakkındaki tartışmalar asla bitmeyecek gibi gözüküyor. Bence asıl önemli olan, bize bıraktığı muhteşem şarkılar ve sinema sanatıyla yarışan video klipler. Skandallar, büyük sanatçıların büyük başarılarına ödetilen bedeller gibi geliyor bana. Ödenmemesi gereken ama zorla ödetilen bedeller… Meyve veren ağaç taşlanıyor. Bayatlayan atasözleri de her zaman doğruluğunu kanıtlıyor.
Kanımca, Anastacia ile başlayan ve Amy Winehouse, Norah Jones gibi isimlerle devam eden müzikte 'farklı kadın vokaller' akımı 'Pink’in büyük patlamasıyla daha renkli bir hal aldı. Robbie Williams’ın kadın versiyonu gibi gördüğüm 'Pink' müziği her ne kadar biraz 'kaba' da olsa cesareti dolayısıyla pop müzik sektörüne yeni bir soluk getirdi. Klipleriyle de kendinden epey bahsettirdi. Türkiye’de bir 'Pink' konserine gidemediğime pişman olsam da, Londra’da daha sert tavırlı ve sulandırılmamış rock versiyonu 'Skin’i izlemiş olduğum için daha mutluyum. Lily Allen’in “F.. You very much” nakaratlı şarkısına homofobi ve ırkçılık karşıtı bir derneğin çektiği alternatif klip çok ilgi gördü. İngiltere’de bir numaraya yükselen Lily Allen’ın şarkısı pozitif bir rüzgar yarattı.
'Lady Gaga' ve 'The Gossip' gibi farklı, sektöre göre hafiften marjinal, renkli isimler bu yıl sağlam çıkış yaptılar. 'Lady Gaga’nın moda anlayışı ve 'David Bowie' tadındaki dikkat çekici kıyafetleri, ilginç sesiyle, tavrıyla bahsedilmeye değerdi. 'The Gossip' ise gerçek bir indie grubun ana akıma dahil olmasının başarısının hikayesiydi.
Neredeyse 150 kilo gibi duran 'şişman' sayılacak bir kadının, parlak kıyafetlerle ve iddialı makyajıyla, zenci kadınlara taş çıkartan sesiyle, yenilikçi rock altyapılarıyla ana akıma meydan okurcasına başarılı olması, insanların artık benzer imajlardan sıkıldığının bir göstergesiydi bana göre.
Benzer bir etkiyi Susan Boyle’un, İngiltere’de rating rekorları kıran bir pop star yarışmasından 47 yaşında, 'bakımsız' görünen haliyle satış rekorları kıran bir yıldıza dönüşmesinde yaşadık.
Şöhrete ulaşınca 'süslenmeye'” mecbur bırakıldığında, eski halinin doğallığını arar oldum. Bana sorarsanız tüm bu yenilikler ve ilginç durumlar, Marilyn Manson’un sivriliğinden ve imaj-maker’ların kendisine özenle giydirdiği gothic kıyafetlerden ve kliplerden daha radikaldi.
Gittikçe azalan albüm satışları ve plak şirketlerinin şarkı satmak için online yollar arayışı, korsan şarkı indirmenin sınır tanımadığının ve bir türlü engellenemediğinin göstergeleriydi.
EMI gibi büyük şirketlerin küçülmesi hatta batması da satışların hazin bir durumda olduğunu ispatlarken; medya patronlarının, müzisyenlerin ve bu işten ekmek yiyen herkesin yaşamında dramatik etkiler yarattı. Türkiye’deyse satışlar dibe vurdu…
Ülkemizden, Emre Aydın ve Manga’nın yaş grubu belli olan fanatik yerel hayranlarının oylarıyla MTV ödüllerini alarak bizi temsil etmeleri, büyük bir sevinç yaratamasa da Türk rock ve alternatif müziği adına Eurovision başarılarımızdan daha umut vericiydi.
Redd, Vega, Hayko Cepkin, Cem Adrian gibi otantik bulduğum isimlerin MTV’de yabancı oylarla varolacağı ve kendi müzik projelerimin hak ettiği global yerlere geleceği yeni bir yıl diliyorum…. BBC’de 'Later Show with Jools Holland' da Morrissey ile düet olabilir mesela…(tebessüm işareti)
Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com
26 Aralık 2009 Cumartesi
23 Aralık 2009 Çarşamba
Ece Dorsay Mor Rüya , ilk siir kitabi
Ece Dorsay in ilk siir kitabi Mor Rüya
Genç şair ve müzisyen Ece Dorsay’ın ilk şiir kitabı...
Fırtınalar esiyor…Araya mizah da karışmış. Gösterişten uzak bir görkemi var aşkın. Aşk için masal dünyaları yaratan, inisiyatifi ele alan şövalye ruhunu ve şairliği çoğunlukla erkeklere yakıştırırlar. Oysa içinde her rengi bulmuş bir ruh Ece Dorsay’ınki. Doludizgin bir çocuğun elindeki plastik kılıcı atıp çiçek buketini uzatması ve en uygunsuz gözüken uçurumlara köprüler kurması gibi bu dizeler… Zaman zaman feminist tandanslı, kendi kimliğini kendi oluşturmayı seçmiş, dayatılan klişe aşk gösterilerine ve kadın/erkek rollerine paye vermemiş, kendi evini tahtalardan inşa etmiş, kendi gibi yalın, dolaysız kelimeler…
Yer yer masal prensesi kırılganlığı, yer yer beat şairi mizahı, yer yer antik çağların sınır tanımaz tutkusu…İddiasız gözüken sade dizelerden iddialı bir aşk ve kendine özgü bir duruş…
Genç şair ve müzisyen Ece Dorsay’ın ilk şiir kitabı...
Fırtınalar esiyor…Araya mizah da karışmış. Gösterişten uzak bir görkemi var aşkın. Aşk için masal dünyaları yaratan, inisiyatifi ele alan şövalye ruhunu ve şairliği çoğunlukla erkeklere yakıştırırlar. Oysa içinde her rengi bulmuş bir ruh Ece Dorsay’ınki. Doludizgin bir çocuğun elindeki plastik kılıcı atıp çiçek buketini uzatması ve en uygunsuz gözüken uçurumlara köprüler kurması gibi bu dizeler… Zaman zaman feminist tandanslı, kendi kimliğini kendi oluşturmayı seçmiş, dayatılan klişe aşk gösterilerine ve kadın/erkek rollerine paye vermemiş, kendi evini tahtalardan inşa etmiş, kendi gibi yalın, dolaysız kelimeler…
Yer yer masal prensesi kırılganlığı, yer yer beat şairi mizahı, yer yer antik çağların sınır tanımaz tutkusu…İddiasız gözüken sade dizelerden iddialı bir aşk ve kendine özgü bir duruş…
16 Aralık 2009 Çarşamba
15 Aralık 2009 Salı
14 Aralık 2009 Pazartesi
13 Aralık 2009 Pazar
Popüler kültür üzerinden ‘Loser’ edebiyatı: Görkemli kaybedenler
Popüler kültür üzerinden ‘Loser’ edebiyatı: Görkemli kaybedenler
Leonard Cohen’in ağlak olmayan asil hüznü, Allen Ginsberg’ün hayatla dalga geçen ama öfke kokan dizeleri, Jack Kerouac’in “Yolda” sı… Beat’lerden etkilenmiş Patti Smith ve Bob Dylan’ın şarkı sözleri.
Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar” romanı… Beat şairlerinin dizelerinden de gelen bir esintiyle dizelerindeki öfkeyi sivrilten Küçük İskender… Kent Fm adlı ilk özel radyo kanallarından birinde gece vakti dinlediğimiz “Kaybedenler Kulübü” programı ve sunucularının yarı kaygısız yarı melankolik kahkahaları… Aklıma ilk gelen isimler bunlar oldu.
Bu satırları tam yazarken yanımdaki devasa cam fırtınadan tuzla buz oldu, yüreğime indi, kaybeden ruhların öfkesi mi yoksa nazar mı bilinmez. Tek bildiğim kaybeden ruhların kinci olmadığı. Öfke ile kin arasında ince bir çizgi var. Kazananlardan korkmuşumdur daha ziyade.Kaybedenler, karakterlerindeki arızaları gizlemezler en azından.
Daha dürüst bulurum onları. Rock kültürünün inşası da varolan değerleri sorgulayan ve yükselen değerlerden rahatsızlık duyan bir karşı duruşun sonucudur denebilir. 50’lerin beat kuşağı, çiçek çocuklarını esinlendirdi. Hippie’ler, Woodstock festivalinde Jimi Hendrix ve Janis Joplin dinlerken, gerçek bir muhaliften ziyade aşkı yücelten ve mutlu görünmekten gocunmayan bir kalabalıktı. Daha apolitik oldukları söylense de Vietnam savaşına karşı en büyük tepkiyi veren de hippie’ler olmuştu.Hayat felsefeleri özetle “savaşma seviş” ti. Beat’ler kesinlikle daha öfkeli ve keskin dilliydi. Steril ve dümdüz yaşamlara karşı, caz müziğin kaosunu ve deneysel ilaçları seçmişlerdi. Belki de hippie’ler orta yoldaydı. Doğaya aykırı olan her şeye karşı sayılırlardı.
Alain De Botton, Amerikalıların acımasızca “loser” demeyi seçtiğini ama eski çağlarda topluma adapte olamamış veya olmamayı seçmiş insanlara “unfortunate” yani bahtsız dendiğini söyler.
Oysa artık günümüzde “loser” kelimesi bazıları için övgüsel alt anlamlar taşıyor. Yükselen değerleri reddeden bir anti-kahraman’dır o. Beck’in MTV’de bir zamanlar sürekli dönen “Loser” şarkısı bu kavramın gittikçe popülerleştiğini mi gösteriyordu acaba?
Belki içinin boşaltıldığının bir göstergesiydi bu kadar popüler bir kavram olması. Herşeye rağmen “Trainspotting” gibi filmlerin popülaritesi, sinemaya da yeni bir renk getirmişti. Chuck Palaknuik’un Fight Club romanından uyarlanan bir film izlenme rekorları kırıyordu artık.
Sıradan bir sigortacının insomnia yani uykusuzluk problemi ile başlayan bu film, anti-kahramanın her şeyi reddedip örgütlenmesine kadar götürüyordu işi.
Sıradan bir dövüş çetesi, nerdeyse terör örgütüne dönüşüyordu. Oysa yıkıcı değil yapıcı olmalıydı bana sorarsanız bu karşı duruş ama işler çığırından çıkıyordu.
Amerikan kültürünün dayattığı Superman ve Spiderman gibi süper kahramanlara bir tepki de Fransız ekolünden Frank Margerin’in Lucien adlı anti-kahramanıyla hayat bulmuştu. Oldum olası keyifle okuduğum Fransız ve Belçika ekolü çizgiromanları, Amerika’nın yaratımı olan klişeleşmiş süper kahramanlara ve onların süper güçlerine, zekaları ve gerçekçi kurgularıyla meydan okuyorlardı.
Ülkemizde, dağıtım sorunlarına rağmen çalışmaya devam eden, çabalarını takdir ettiğim altıkırkbeş yayınları beat edebiyatının ve dolayısıyla alternatif söylemlerin, ülkemizde de farkına varılmasına büyük katkıda bulunmuştur ve bu görevine devam etmektedir.
Bu yazımda daldan dala atlayıp heyecanımı ve bu konuda yapabileceğim açılımları paylaşmayı yani güzel bir girizgah yapmayı uygun buldum. Yazımın sonunda, şiirlerimden birinde alaycı bir üslupla yazdığım dizeyi paylaşmak isterim : “Kendimi temize çektim, ruhsuzlar çağında sondan birinci seçildim.”
Leonard Cohen’in ağlak olmayan asil hüznü, Allen Ginsberg’ün hayatla dalga geçen ama öfke kokan dizeleri, Jack Kerouac’in “Yolda” sı… Beat’lerden etkilenmiş Patti Smith ve Bob Dylan’ın şarkı sözleri.
Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar” romanı… Beat şairlerinin dizelerinden de gelen bir esintiyle dizelerindeki öfkeyi sivrilten Küçük İskender… Kent Fm adlı ilk özel radyo kanallarından birinde gece vakti dinlediğimiz “Kaybedenler Kulübü” programı ve sunucularının yarı kaygısız yarı melankolik kahkahaları… Aklıma ilk gelen isimler bunlar oldu.
Bu satırları tam yazarken yanımdaki devasa cam fırtınadan tuzla buz oldu, yüreğime indi, kaybeden ruhların öfkesi mi yoksa nazar mı bilinmez. Tek bildiğim kaybeden ruhların kinci olmadığı. Öfke ile kin arasında ince bir çizgi var. Kazananlardan korkmuşumdur daha ziyade.Kaybedenler, karakterlerindeki arızaları gizlemezler en azından.
Daha dürüst bulurum onları. Rock kültürünün inşası da varolan değerleri sorgulayan ve yükselen değerlerden rahatsızlık duyan bir karşı duruşun sonucudur denebilir. 50’lerin beat kuşağı, çiçek çocuklarını esinlendirdi. Hippie’ler, Woodstock festivalinde Jimi Hendrix ve Janis Joplin dinlerken, gerçek bir muhaliften ziyade aşkı yücelten ve mutlu görünmekten gocunmayan bir kalabalıktı. Daha apolitik oldukları söylense de Vietnam savaşına karşı en büyük tepkiyi veren de hippie’ler olmuştu.Hayat felsefeleri özetle “savaşma seviş” ti. Beat’ler kesinlikle daha öfkeli ve keskin dilliydi. Steril ve dümdüz yaşamlara karşı, caz müziğin kaosunu ve deneysel ilaçları seçmişlerdi. Belki de hippie’ler orta yoldaydı. Doğaya aykırı olan her şeye karşı sayılırlardı.
Alain De Botton, Amerikalıların acımasızca “loser” demeyi seçtiğini ama eski çağlarda topluma adapte olamamış veya olmamayı seçmiş insanlara “unfortunate” yani bahtsız dendiğini söyler.
Oysa artık günümüzde “loser” kelimesi bazıları için övgüsel alt anlamlar taşıyor. Yükselen değerleri reddeden bir anti-kahraman’dır o. Beck’in MTV’de bir zamanlar sürekli dönen “Loser” şarkısı bu kavramın gittikçe popülerleştiğini mi gösteriyordu acaba?
Belki içinin boşaltıldığının bir göstergesiydi bu kadar popüler bir kavram olması. Herşeye rağmen “Trainspotting” gibi filmlerin popülaritesi, sinemaya da yeni bir renk getirmişti. Chuck Palaknuik’un Fight Club romanından uyarlanan bir film izlenme rekorları kırıyordu artık.
Sıradan bir sigortacının insomnia yani uykusuzluk problemi ile başlayan bu film, anti-kahramanın her şeyi reddedip örgütlenmesine kadar götürüyordu işi.
Sıradan bir dövüş çetesi, nerdeyse terör örgütüne dönüşüyordu. Oysa yıkıcı değil yapıcı olmalıydı bana sorarsanız bu karşı duruş ama işler çığırından çıkıyordu.
Amerikan kültürünün dayattığı Superman ve Spiderman gibi süper kahramanlara bir tepki de Fransız ekolünden Frank Margerin’in Lucien adlı anti-kahramanıyla hayat bulmuştu. Oldum olası keyifle okuduğum Fransız ve Belçika ekolü çizgiromanları, Amerika’nın yaratımı olan klişeleşmiş süper kahramanlara ve onların süper güçlerine, zekaları ve gerçekçi kurgularıyla meydan okuyorlardı.
Ülkemizde, dağıtım sorunlarına rağmen çalışmaya devam eden, çabalarını takdir ettiğim altıkırkbeş yayınları beat edebiyatının ve dolayısıyla alternatif söylemlerin, ülkemizde de farkına varılmasına büyük katkıda bulunmuştur ve bu görevine devam etmektedir.
Bu yazımda daldan dala atlayıp heyecanımı ve bu konuda yapabileceğim açılımları paylaşmayı yani güzel bir girizgah yapmayı uygun buldum. Yazımın sonunda, şiirlerimden birinde alaycı bir üslupla yazdığım dizeyi paylaşmak isterim : “Kendimi temize çektim, ruhsuzlar çağında sondan birinci seçildim.”
9 Aralık 2009 Çarşamba
POPSTAR YARIŞMASINI ALT ÜST EDEN KADIN
POPSTAR YARIŞMASINI ALT ÜST EDEN KADIN
17:13 06 Aralık 2009
İTÜ’de konservatuar öğrencilerime Roll dergisi kapandı duydunuz mu dedim. Öyle baktılar yüzüme. Dergiyi duydunuz mu dedim. Hayır dediler. Hüzünlensem mi bilemedim…
Pırıl pırıl öğrencilerim var. Yanlış anlaşılmasın. Kaleme almak isterim birgün çalıştığım yerdeki müzik sohbetlerini… Müziğe bakış ve duruş, müziğin kendisinden daha mı önemliydi ne…Bunu iyiden iyiye özümsüyorum. Belki de çok yönlülük daha güzel… Farklı alanlardan beslenmek insanı daha sağduyulu ve zengin ruhlu yapıyor. Ben buna inanıyorum.
Edebiyat eğitimi alıp bir yandan müzik yapmak bir şansmış meğer. Sadece notalara dayanan bir eğitim insanı kapana kıstırabiliyor. Buradan geleceğim nokta aslında rating amaçlı müzik yarışmaları. Nota bilgisi yarışı bile değil daha da beter : Popüler olabilme kriterlerine sahip olma veya bu kriterlere ulaşma yarışı. Kısaca kabus. Gencecik insanların rating uğruna milyonların önünde küçük düşürüldüğü, egoların çarpıştığı, sektöre dair öğütlerin verildiği yani gözler önünde “star hamurlarının” yoğrulduğu varsayılan bir çarpışma. Adeta metaforik olarak kan gövdeyi götürür gibi… Sözlü şiddete yaklaşan durumlar… İlgiyi arttıran öğeler bunlar olsa gerek…”Rating” kelimesinin nasıl bir şeytan olduğunu gösteren bu yarışmalardan bazen küçük devrimler yaratan ve günümüzün sığ ve ucuz değer yargılarını sarsan insanlar da çıkabiliyor. Bunun en büyük örneği İngiltere’deki “Britain’s Got Talent” yarışması sayesinde keşfedilen Susan Boyle. İskoçya’da yaşayan 47 yaşındaki Susan Boyle sergilediği performansla sadece jüriyi değil, kendisine dudak büken seyirciyi de şaşkına çevirdi.
Geçmişi de, yarışmada seslendirdiği “Les Miserables” (Sefiller) romanından uyarlanan oyunun müziği “I dreamed a dream” (Bir Hayal Kurdum) şarkısı gibi ilginç ve sıkıntılı…
Kilise korolarında yıllarca şarkı söylemiş ve işsiz dolaşmış, 91 yaşındayken ölüm döşeğinde olan annesine verdiği sözü tutup tanınmış bir şarkıcı olmak için büyük bir adım atmaya karar vermiş. Şansı dönünce de yarışmaya kabul edilmiş. "I Dreamed A Dream" albümü ilk haftalarda elde ettiği satış rakamıyla ABD’de kadın sanatçıların çıkardığı ilk albüm rekorunu kırdı. Birinci haftasında 410 bin satan albüm, İngiltere müzik listeleri tarihinin en çok satan ilk albümü oldu. Tüm bunlar kulağa peri masalı gibi gelse de aslında işin en kayda değer kısmı, görüntüsü ve yaşı ile dalga geçilen bir kadının sesi ve yeteneğiyle sığ önyargıları kırıp geçmesi oldu. Popüler kültürün sığ değerlerini ters yüz eden gayet feminist bir devrim bana sorarsanız. The Washington Post’a verdiği röportajda şu cümleleri güzeldi : “Modern toplum, insanları dış görünüşlerine bakarak aniden yargılamaya çok alışık. Bu konuda kişinin yapabileceği fazla bir şey yok çünkü bu düşünce sistemi içselleştirilmiş ama belki bu başarım bu tarzda düşünüp çabuk karar veren insanlara bir çeşit ders olmuştur veya bir şeyler kazandırmıştır.” R.M. Campbell adlı müzik eleştirmeninin görüşüne göre günümüzde bir kadın eğer çekici değilse müzik kariyeri yapması çok zor. Letty Pogrebin adlı müzik yazarıysa : “Çoğunluk, yılları boşa giden bir yeteneğe üzülse de aslında Boyle’un 47 yaşına gelince başarıyı elde etmiş olması, orta yaşlı kadınlar için bir zaferdir.” diyor. Feminist düşünürleri ve popüler kültür hakkında yazan müzik yazarlarını da meşgul etmiş bir fenomen oldu Boyle’un keşfedilişi. Dilerim aslında popüler kültüre ve sektöre hizmet etmek için yapılan bu kar amaçlı programlar, böyle ilginç ve manalı durumlara vesile olur. Bu sayede insanların dar kalıpları ve hergün pohpohlanan görüntülere kaymış algılar başka renkleri ve güzellikleri de görmeye başlayıp kendini zenginleştirir. Gerçek sanatın amacı da bu değil midir zaten? Sorgulamak, sorgulatmak, yeni kapılar açmak, güzeli çirkin, çirkini güzel yapmak yani algılarımızla oynamak, topluma ve yerleşik değerlere meydan okumak ve daha nicesi…
Ece Dorsay
17:13 06 Aralık 2009
İTÜ’de konservatuar öğrencilerime Roll dergisi kapandı duydunuz mu dedim. Öyle baktılar yüzüme. Dergiyi duydunuz mu dedim. Hayır dediler. Hüzünlensem mi bilemedim…
Pırıl pırıl öğrencilerim var. Yanlış anlaşılmasın. Kaleme almak isterim birgün çalıştığım yerdeki müzik sohbetlerini… Müziğe bakış ve duruş, müziğin kendisinden daha mı önemliydi ne…Bunu iyiden iyiye özümsüyorum. Belki de çok yönlülük daha güzel… Farklı alanlardan beslenmek insanı daha sağduyulu ve zengin ruhlu yapıyor. Ben buna inanıyorum.
Edebiyat eğitimi alıp bir yandan müzik yapmak bir şansmış meğer. Sadece notalara dayanan bir eğitim insanı kapana kıstırabiliyor. Buradan geleceğim nokta aslında rating amaçlı müzik yarışmaları. Nota bilgisi yarışı bile değil daha da beter : Popüler olabilme kriterlerine sahip olma veya bu kriterlere ulaşma yarışı. Kısaca kabus. Gencecik insanların rating uğruna milyonların önünde küçük düşürüldüğü, egoların çarpıştığı, sektöre dair öğütlerin verildiği yani gözler önünde “star hamurlarının” yoğrulduğu varsayılan bir çarpışma. Adeta metaforik olarak kan gövdeyi götürür gibi… Sözlü şiddete yaklaşan durumlar… İlgiyi arttıran öğeler bunlar olsa gerek…”Rating” kelimesinin nasıl bir şeytan olduğunu gösteren bu yarışmalardan bazen küçük devrimler yaratan ve günümüzün sığ ve ucuz değer yargılarını sarsan insanlar da çıkabiliyor. Bunun en büyük örneği İngiltere’deki “Britain’s Got Talent” yarışması sayesinde keşfedilen Susan Boyle. İskoçya’da yaşayan 47 yaşındaki Susan Boyle sergilediği performansla sadece jüriyi değil, kendisine dudak büken seyirciyi de şaşkına çevirdi.
Geçmişi de, yarışmada seslendirdiği “Les Miserables” (Sefiller) romanından uyarlanan oyunun müziği “I dreamed a dream” (Bir Hayal Kurdum) şarkısı gibi ilginç ve sıkıntılı…
Kilise korolarında yıllarca şarkı söylemiş ve işsiz dolaşmış, 91 yaşındayken ölüm döşeğinde olan annesine verdiği sözü tutup tanınmış bir şarkıcı olmak için büyük bir adım atmaya karar vermiş. Şansı dönünce de yarışmaya kabul edilmiş. "I Dreamed A Dream" albümü ilk haftalarda elde ettiği satış rakamıyla ABD’de kadın sanatçıların çıkardığı ilk albüm rekorunu kırdı. Birinci haftasında 410 bin satan albüm, İngiltere müzik listeleri tarihinin en çok satan ilk albümü oldu. Tüm bunlar kulağa peri masalı gibi gelse de aslında işin en kayda değer kısmı, görüntüsü ve yaşı ile dalga geçilen bir kadının sesi ve yeteneğiyle sığ önyargıları kırıp geçmesi oldu. Popüler kültürün sığ değerlerini ters yüz eden gayet feminist bir devrim bana sorarsanız. The Washington Post’a verdiği röportajda şu cümleleri güzeldi : “Modern toplum, insanları dış görünüşlerine bakarak aniden yargılamaya çok alışık. Bu konuda kişinin yapabileceği fazla bir şey yok çünkü bu düşünce sistemi içselleştirilmiş ama belki bu başarım bu tarzda düşünüp çabuk karar veren insanlara bir çeşit ders olmuştur veya bir şeyler kazandırmıştır.” R.M. Campbell adlı müzik eleştirmeninin görüşüne göre günümüzde bir kadın eğer çekici değilse müzik kariyeri yapması çok zor. Letty Pogrebin adlı müzik yazarıysa : “Çoğunluk, yılları boşa giden bir yeteneğe üzülse de aslında Boyle’un 47 yaşına gelince başarıyı elde etmiş olması, orta yaşlı kadınlar için bir zaferdir.” diyor. Feminist düşünürleri ve popüler kültür hakkında yazan müzik yazarlarını da meşgul etmiş bir fenomen oldu Boyle’un keşfedilişi. Dilerim aslında popüler kültüre ve sektöre hizmet etmek için yapılan bu kar amaçlı programlar, böyle ilginç ve manalı durumlara vesile olur. Bu sayede insanların dar kalıpları ve hergün pohpohlanan görüntülere kaymış algılar başka renkleri ve güzellikleri de görmeye başlayıp kendini zenginleştirir. Gerçek sanatın amacı da bu değil midir zaten? Sorgulamak, sorgulatmak, yeni kapılar açmak, güzeli çirkin, çirkini güzel yapmak yani algılarımızla oynamak, topluma ve yerleşik değerlere meydan okumak ve daha nicesi…
Ece Dorsay
POPSTAR YARIŞMASINI ALT ÜST EDEN KADIN
POPSTAR YARIŞMASINI ALT ÜST EDEN KADIN
17:13 06 Aralık 2009
İTÜ’de konservatuar öğrencilerime Roll dergisi kapandı duydunuz mu dedim. Öyle baktılar yüzüme. Dergiyi duydunuz mu dedim. Hayır dediler. Hüzünlensem mi bilemedim…
Pırıl pırıl öğrencilerim var. Yanlış anlaşılmasın. Kaleme almak isterim birgün çalıştığım yerdeki müzik sohbetlerini… Müziğe bakış ve duruş, müziğin kendisinden daha mı önemliydi ne…Bunu iyiden iyiye özümsüyorum. Belki de çok yönlülük daha güzel… Farklı alanlardan beslenmek insanı daha sağduyulu ve zengin ruhlu yapıyor. Ben buna inanıyorum.
Edebiyat eğitimi alıp bir yandan müzik yapmak bir şansmış meğer. Sadece notalara dayanan bir eğitim insanı kapana kıstırabiliyor. Buradan geleceğim nokta aslında rating amaçlı müzik yarışmaları. Nota bilgisi yarışı bile değil daha da beter : Popüler olabilme kriterlerine sahip olma veya bu kriterlere ulaşma yarışı. Kısaca kabus. Gencecik insanların rating uğruna milyonların önünde küçük düşürüldüğü, egoların çarpıştığı, sektöre dair öğütlerin verildiği yani gözler önünde “star hamurlarının” yoğrulduğu varsayılan bir çarpışma. Adeta metaforik olarak kan gövdeyi götürür gibi… Sözlü şiddete yaklaşan durumlar… İlgiyi arttıran öğeler bunlar olsa gerek…”Rating” kelimesinin nasıl bir şeytan olduğunu gösteren bu yarışmalardan bazen küçük devrimler yaratan ve günümüzün sığ ve ucuz değer yargılarını sarsan insanlar da çıkabiliyor. Bunun en büyük örneği İngiltere’deki “Britain’s Got Talent” yarışması sayesinde keşfedilen Susan Boyle. İskoçya’da yaşayan 47 yaşındaki Susan Boyle sergilediği performansla sadece jüriyi değil, kendisine dudak büken seyirciyi de şaşkına çevirdi.
Geçmişi de, yarışmada seslendirdiği “Les Miserables” (Sefiller) romanından uyarlanan oyunun müziği “I dreamed a dream” (Bir Hayal Kurdum) şarkısı gibi ilginç ve sıkıntılı…
Kilise korolarında yıllarca şarkı söylemiş ve işsiz dolaşmış, 91 yaşındayken ölüm döşeğinde olan annesine verdiği sözü tutup tanınmış bir şarkıcı olmak için büyük bir adım atmaya karar vermiş. Şansı dönünce de yarışmaya kabul edilmiş. "I Dreamed A Dream" albümü ilk haftalarda elde ettiği satış rakamıyla ABD’de kadın sanatçıların çıkardığı ilk albüm rekorunu kırdı. Birinci haftasında 410 bin satan albüm, İngiltere müzik listeleri tarihinin en çok satan ilk albümü oldu. Tüm bunlar kulağa peri masalı gibi gelse de aslında işin en kayda değer kısmı, görüntüsü ve yaşı ile dalga geçilen bir kadının sesi ve yeteneğiyle sığ önyargıları kırıp geçmesi oldu. Popüler kültürün sığ değerlerini ters yüz eden gayet feminist bir devrim bana sorarsanız. The Washington Post’a verdiği röportajda şu cümleleri güzeldi : “Modern toplum, insanları dış görünüşlerine bakarak aniden yargılamaya çok alışık. Bu konuda kişinin yapabileceği fazla bir şey yok çünkü bu düşünce sistemi içselleştirilmiş ama belki bu başarım bu tarzda düşünüp çabuk karar veren insanlara bir çeşit ders olmuştur veya bir şeyler kazandırmıştır.” R.M. Campbell adlı müzik eleştirmeninin görüşüne göre günümüzde bir kadın eğer çekici değilse müzik kariyeri yapması çok zor. Letty Pogrebin adlı müzik yazarıysa : “Çoğunluk, yılları boşa giden bir yeteneğe üzülse de aslında Boyle’un 47 yaşına gelince başarıyı elde etmiş olması, orta yaşlı kadınlar için bir zaferdir.” diyor. Feminist düşünürleri ve popüler kültür hakkında yazan müzik yazarlarını da meşgul etmiş bir fenomen oldu Boyle’un keşfedilişi. Dilerim aslında popüler kültüre ve sektöre hizmet etmek için yapılan bu kar amaçlı programlar, böyle ilginç ve manalı durumlara vesile olur. Bu sayede insanların dar kalıpları ve hergün pohpohlanan görüntülere kaymış algılar başka renkleri ve güzellikleri de görmeye başlayıp kendini zenginleştirir. Gerçek sanatın amacı da bu değil midir zaten? Sorgulamak, sorgulatmak, yeni kapılar açmak, güzeli çirkin, çirkini güzel yapmak yani algılarımızla oynamak, topluma ve yerleşik değerlere meydan okumak ve daha nicesi…
Ece Dorsay
17:13 06 Aralık 2009
İTÜ’de konservatuar öğrencilerime Roll dergisi kapandı duydunuz mu dedim. Öyle baktılar yüzüme. Dergiyi duydunuz mu dedim. Hayır dediler. Hüzünlensem mi bilemedim…
Pırıl pırıl öğrencilerim var. Yanlış anlaşılmasın. Kaleme almak isterim birgün çalıştığım yerdeki müzik sohbetlerini… Müziğe bakış ve duruş, müziğin kendisinden daha mı önemliydi ne…Bunu iyiden iyiye özümsüyorum. Belki de çok yönlülük daha güzel… Farklı alanlardan beslenmek insanı daha sağduyulu ve zengin ruhlu yapıyor. Ben buna inanıyorum.
Edebiyat eğitimi alıp bir yandan müzik yapmak bir şansmış meğer. Sadece notalara dayanan bir eğitim insanı kapana kıstırabiliyor. Buradan geleceğim nokta aslında rating amaçlı müzik yarışmaları. Nota bilgisi yarışı bile değil daha da beter : Popüler olabilme kriterlerine sahip olma veya bu kriterlere ulaşma yarışı. Kısaca kabus. Gencecik insanların rating uğruna milyonların önünde küçük düşürüldüğü, egoların çarpıştığı, sektöre dair öğütlerin verildiği yani gözler önünde “star hamurlarının” yoğrulduğu varsayılan bir çarpışma. Adeta metaforik olarak kan gövdeyi götürür gibi… Sözlü şiddete yaklaşan durumlar… İlgiyi arttıran öğeler bunlar olsa gerek…”Rating” kelimesinin nasıl bir şeytan olduğunu gösteren bu yarışmalardan bazen küçük devrimler yaratan ve günümüzün sığ ve ucuz değer yargılarını sarsan insanlar da çıkabiliyor. Bunun en büyük örneği İngiltere’deki “Britain’s Got Talent” yarışması sayesinde keşfedilen Susan Boyle. İskoçya’da yaşayan 47 yaşındaki Susan Boyle sergilediği performansla sadece jüriyi değil, kendisine dudak büken seyirciyi de şaşkına çevirdi.
Geçmişi de, yarışmada seslendirdiği “Les Miserables” (Sefiller) romanından uyarlanan oyunun müziği “I dreamed a dream” (Bir Hayal Kurdum) şarkısı gibi ilginç ve sıkıntılı…
Kilise korolarında yıllarca şarkı söylemiş ve işsiz dolaşmış, 91 yaşındayken ölüm döşeğinde olan annesine verdiği sözü tutup tanınmış bir şarkıcı olmak için büyük bir adım atmaya karar vermiş. Şansı dönünce de yarışmaya kabul edilmiş. "I Dreamed A Dream" albümü ilk haftalarda elde ettiği satış rakamıyla ABD’de kadın sanatçıların çıkardığı ilk albüm rekorunu kırdı. Birinci haftasında 410 bin satan albüm, İngiltere müzik listeleri tarihinin en çok satan ilk albümü oldu. Tüm bunlar kulağa peri masalı gibi gelse de aslında işin en kayda değer kısmı, görüntüsü ve yaşı ile dalga geçilen bir kadının sesi ve yeteneğiyle sığ önyargıları kırıp geçmesi oldu. Popüler kültürün sığ değerlerini ters yüz eden gayet feminist bir devrim bana sorarsanız. The Washington Post’a verdiği röportajda şu cümleleri güzeldi : “Modern toplum, insanları dış görünüşlerine bakarak aniden yargılamaya çok alışık. Bu konuda kişinin yapabileceği fazla bir şey yok çünkü bu düşünce sistemi içselleştirilmiş ama belki bu başarım bu tarzda düşünüp çabuk karar veren insanlara bir çeşit ders olmuştur veya bir şeyler kazandırmıştır.” R.M. Campbell adlı müzik eleştirmeninin görüşüne göre günümüzde bir kadın eğer çekici değilse müzik kariyeri yapması çok zor. Letty Pogrebin adlı müzik yazarıysa : “Çoğunluk, yılları boşa giden bir yeteneğe üzülse de aslında Boyle’un 47 yaşına gelince başarıyı elde etmiş olması, orta yaşlı kadınlar için bir zaferdir.” diyor. Feminist düşünürleri ve popüler kültür hakkında yazan müzik yazarlarını da meşgul etmiş bir fenomen oldu Boyle’un keşfedilişi. Dilerim aslında popüler kültüre ve sektöre hizmet etmek için yapılan bu kar amaçlı programlar, böyle ilginç ve manalı durumlara vesile olur. Bu sayede insanların dar kalıpları ve hergün pohpohlanan görüntülere kaymış algılar başka renkleri ve güzellikleri de görmeye başlayıp kendini zenginleştirir. Gerçek sanatın amacı da bu değil midir zaten? Sorgulamak, sorgulatmak, yeni kapılar açmak, güzeli çirkin, çirkini güzel yapmak yani algılarımızla oynamak, topluma ve yerleşik değerlere meydan okumak ve daha nicesi…
Ece Dorsay
4 Aralık 2009 Cuma
3 Aralık 2009 Perşembe
ROLL DERGİSİNE BURUK VEDA
ROLL DERGİSİNE BURUK VEDA
13:51 29 Kasım 2009
U2’dan sonra müziğe bakışımı şekillendiren ikinci isim Roll’dur. Evet Roll bir dergidir ama benim için bir rock grubu gibidir. Gibiydi demek istemiyorum çünkü içimdeki ses geri döneceklerini söylüyor, er ya da geç. 1996 yılının kasım ayında henüz 17 yaşımdayken elime geçen ilk sayısının heyecanını dün gibi hatırlıyorum. Sararmış bir kapak üzerinde Michael Stipe ve Kurt Cobain’in silüetleri… Diğer dergiler darılmasın ama ‘nihayet’ demiştim içimden. Nihayet hayalime yakın bir dergi ilk sayısıyla merhaba dedi bizlere. NME dergisinin zeki ve incelikli ama kimi zaman çok acımasız görünen seçici tavrı çeviriler yoluyla yeni bir nesil olan bizlere ulaşıyordu. Mojo dergisindeki sağlam röportajlar da keza. Eğer günümüzde bu kadar zeki ve seçici bir azınlık dinleyici kitlesi oluşmuşsa bu Roll dergisi sayesindedir. Hazır sunumlarla ve televizyonun dayatılarıyla yetinmeyen, müziğin aynı zamanda bir yaşam felsefesini yansıttığını ve muhalif bir tavrı olmasının anlamlı olacağını özümseten çok değer verdiğim bir dergiydi Roll. Kilerimde nerdeyse bütün eski sayıları halen durmakta. Renkli ve kuşe kâğıda baskılı ‘meslektaşları’ bir şaka gibi kaldılar yanında. Yıllar evvel Number One’dan Ömer Karacan’a ilk demo kasetimi götürmüştüm. Roll dergisi için ‘sıkıcı’ demişti. O an içimden ‘içerik değil janjanlı kâğıtla mı eğlenceli olunuyor’ diye düşünüp tebessüm etmiştim.
Edebiyatı da kenardaki şiir dizelerinden okuyucuya tattıran Roll dergisinde yer almak benim için bir onurdu. 2002 yılında Derya Bengi’nin sorularıyla hem terlemiş hem de röportajdan büyük keyif almıştım. Benimle yapılan en derin ve manalı röportaj olmuştu. Mp3.com ile nasıl tanındınız ve babanızdan ne anlamda etkilendiniz gibi sorulardan çok daha öteye gidilmişti çünkü.Herşeyi tersten okuyabilme yeteneğimden ilk Roll dergisine bahsetmiştim basında. Frank Margerin adlı Belçikalı çizgi karakteri Roll’a tanıtmak ve arkadaki sözlüğe kazandırmak bir gurur kaynağıydı benim için. Ne yazık ki hayat gailesi yüzünden ikinci röportajım yer alamadan yani ikinci albümüm çıkamadan kapandı güzelim dergimiz… Elbette bazen de eleştirdik ve kızdık Roll’a. Kimi zaman sadece kendi arzularına göre konular seçip bizlerin beğenilerini pek önemsemediklerini düşündük ve küstüğümüz anlar oldu. Belli grupları göğe çıkarırken bazılarını görmezden geldiklerini de hissettik. Daha sonra fark ettik ki Roll’un bu seçiciliği aslında tamamen kendilerine ve inandıkları değerlere karşı dürüst bir dergi ekibi olmalarındandı. Roll’un daha evvel Post Express dergisinin bir sayfasında yer alan ufak bir açılım olduğunu daha sonra öğrenmiştim.
Biliyorum ki sarardıkça güzelleşen dergiye sağlam bir yazı yazmak kolay değil. Bu satırlar da yeterli değil. İçimdeki burukluğu tarif etmem zor. Zaten 1997’den beri takip eden tüm okuyucular benim gibi hissediyorlardır. Sonradan keşfeden ve bağlanan okuyucuların da bir farkı yoktur eminim. Ekşi sözlük gibi yıkıcı bir devrim değildi Roll. Yapıcı bir devrimdi. Hepimizin kafasında yeni yollar ve çiçekler açmasına sebep oldu. Çoğu çeviriden oluşan bir dergi bu kadar samimi bir bağ kurabiliyorsa bunun sebebi duruşunun ve tavrının sağlamlığıdır. Benim kendimce en güzel cevabım bu yazıdan ziyade, ürettiklerimde kendi inandıklarımı ve tavrımı sergilemem oldu. Kaos dergisine yazarken durdurğum yerin daha iyi farkına vardım. İlk Roll röportajımda heyecanlı bir çocuktum, şarkı sözlerim benden daha olgundu.30 yaşımda, şarkı sözlerime ve Roll röportajıma tekrar dönüp baktığımda çok daha anlamlı buluyorum şimdiki yerimi. Yani durduğum yeri…
Roll, Hayalet Gemi, Post Express, Kaos, Amargi gibi muhalif oluşumlar daimi olmalı. Bir toplumun gelişmişliğinin ispatı farklı renklerin de var olduğunu gösteren, her şeyin daha güzel olabileceğine inanan, farklı alternatifler sunan oluşumların ve yayınların sayısının çokluğudur. Dilerim ani kan kaybımız bir an evvel son bulur ve bizlere enjekte edilmiş güzel değerler geri kazanılır.
13:51 29 Kasım 2009
U2’dan sonra müziğe bakışımı şekillendiren ikinci isim Roll’dur. Evet Roll bir dergidir ama benim için bir rock grubu gibidir. Gibiydi demek istemiyorum çünkü içimdeki ses geri döneceklerini söylüyor, er ya da geç. 1996 yılının kasım ayında henüz 17 yaşımdayken elime geçen ilk sayısının heyecanını dün gibi hatırlıyorum. Sararmış bir kapak üzerinde Michael Stipe ve Kurt Cobain’in silüetleri… Diğer dergiler darılmasın ama ‘nihayet’ demiştim içimden. Nihayet hayalime yakın bir dergi ilk sayısıyla merhaba dedi bizlere. NME dergisinin zeki ve incelikli ama kimi zaman çok acımasız görünen seçici tavrı çeviriler yoluyla yeni bir nesil olan bizlere ulaşıyordu. Mojo dergisindeki sağlam röportajlar da keza. Eğer günümüzde bu kadar zeki ve seçici bir azınlık dinleyici kitlesi oluşmuşsa bu Roll dergisi sayesindedir. Hazır sunumlarla ve televizyonun dayatılarıyla yetinmeyen, müziğin aynı zamanda bir yaşam felsefesini yansıttığını ve muhalif bir tavrı olmasının anlamlı olacağını özümseten çok değer verdiğim bir dergiydi Roll. Kilerimde nerdeyse bütün eski sayıları halen durmakta. Renkli ve kuşe kâğıda baskılı ‘meslektaşları’ bir şaka gibi kaldılar yanında. Yıllar evvel Number One’dan Ömer Karacan’a ilk demo kasetimi götürmüştüm. Roll dergisi için ‘sıkıcı’ demişti. O an içimden ‘içerik değil janjanlı kâğıtla mı eğlenceli olunuyor’ diye düşünüp tebessüm etmiştim.
Edebiyatı da kenardaki şiir dizelerinden okuyucuya tattıran Roll dergisinde yer almak benim için bir onurdu. 2002 yılında Derya Bengi’nin sorularıyla hem terlemiş hem de röportajdan büyük keyif almıştım. Benimle yapılan en derin ve manalı röportaj olmuştu. Mp3.com ile nasıl tanındınız ve babanızdan ne anlamda etkilendiniz gibi sorulardan çok daha öteye gidilmişti çünkü.Herşeyi tersten okuyabilme yeteneğimden ilk Roll dergisine bahsetmiştim basında. Frank Margerin adlı Belçikalı çizgi karakteri Roll’a tanıtmak ve arkadaki sözlüğe kazandırmak bir gurur kaynağıydı benim için. Ne yazık ki hayat gailesi yüzünden ikinci röportajım yer alamadan yani ikinci albümüm çıkamadan kapandı güzelim dergimiz… Elbette bazen de eleştirdik ve kızdık Roll’a. Kimi zaman sadece kendi arzularına göre konular seçip bizlerin beğenilerini pek önemsemediklerini düşündük ve küstüğümüz anlar oldu. Belli grupları göğe çıkarırken bazılarını görmezden geldiklerini de hissettik. Daha sonra fark ettik ki Roll’un bu seçiciliği aslında tamamen kendilerine ve inandıkları değerlere karşı dürüst bir dergi ekibi olmalarındandı. Roll’un daha evvel Post Express dergisinin bir sayfasında yer alan ufak bir açılım olduğunu daha sonra öğrenmiştim.
Biliyorum ki sarardıkça güzelleşen dergiye sağlam bir yazı yazmak kolay değil. Bu satırlar da yeterli değil. İçimdeki burukluğu tarif etmem zor. Zaten 1997’den beri takip eden tüm okuyucular benim gibi hissediyorlardır. Sonradan keşfeden ve bağlanan okuyucuların da bir farkı yoktur eminim. Ekşi sözlük gibi yıkıcı bir devrim değildi Roll. Yapıcı bir devrimdi. Hepimizin kafasında yeni yollar ve çiçekler açmasına sebep oldu. Çoğu çeviriden oluşan bir dergi bu kadar samimi bir bağ kurabiliyorsa bunun sebebi duruşunun ve tavrının sağlamlığıdır. Benim kendimce en güzel cevabım bu yazıdan ziyade, ürettiklerimde kendi inandıklarımı ve tavrımı sergilemem oldu. Kaos dergisine yazarken durdurğum yerin daha iyi farkına vardım. İlk Roll röportajımda heyecanlı bir çocuktum, şarkı sözlerim benden daha olgundu.30 yaşımda, şarkı sözlerime ve Roll röportajıma tekrar dönüp baktığımda çok daha anlamlı buluyorum şimdiki yerimi. Yani durduğum yeri…
Roll, Hayalet Gemi, Post Express, Kaos, Amargi gibi muhalif oluşumlar daimi olmalı. Bir toplumun gelişmişliğinin ispatı farklı renklerin de var olduğunu gösteren, her şeyin daha güzel olabileceğine inanan, farklı alternatifler sunan oluşumların ve yayınların sayısının çokluğudur. Dilerim ani kan kaybımız bir an evvel son bulur ve bizlere enjekte edilmiş güzel değerler geri kazanılır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)