Gökkuşağının altından geçerken...

Gökkuşağının altından geçerken...

13 Aralık 2009 Pazar

Popüler kültür üzerinden ‘Loser’ edebiyatı: Görkemli kaybedenler

Popüler kültür üzerinden ‘Loser’ edebiyatı: Görkemli kaybedenler


Leonard Cohen’in ağlak olmayan asil hüznü, Allen Ginsberg’ün hayatla dalga geçen ama öfke kokan dizeleri, Jack Kerouac’in “Yolda” sı… Beat’lerden etkilenmiş Patti Smith ve Bob Dylan’ın şarkı sözleri.
Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar” romanı… Beat şairlerinin dizelerinden de gelen bir esintiyle dizelerindeki öfkeyi sivrilten Küçük İskender… Kent Fm adlı ilk özel radyo kanallarından birinde gece vakti dinlediğimiz “Kaybedenler Kulübü” programı ve sunucularının yarı kaygısız yarı melankolik kahkahaları… Aklıma ilk gelen isimler bunlar oldu.
Bu satırları tam yazarken yanımdaki devasa cam fırtınadan tuzla buz oldu, yüreğime indi, kaybeden ruhların öfkesi mi yoksa nazar mı bilinmez. Tek bildiğim kaybeden ruhların kinci olmadığı. Öfke ile kin arasında ince bir çizgi var. Kazananlardan korkmuşumdur daha ziyade.Kaybedenler, karakterlerindeki arızaları gizlemezler en azından.
Daha dürüst bulurum onları. Rock kültürünün inşası da varolan değerleri sorgulayan ve yükselen değerlerden rahatsızlık duyan bir karşı duruşun sonucudur denebilir. 50’lerin beat kuşağı, çiçek çocuklarını esinlendirdi. Hippie’ler, Woodstock festivalinde Jimi Hendrix ve Janis Joplin dinlerken, gerçek bir muhaliften ziyade aşkı yücelten ve mutlu görünmekten gocunmayan bir kalabalıktı. Daha apolitik oldukları söylense de Vietnam savaşına karşı en büyük tepkiyi veren de hippie’ler olmuştu.Hayat felsefeleri özetle “savaşma seviş” ti. Beat’ler kesinlikle daha öfkeli ve keskin dilliydi. Steril ve dümdüz yaşamlara karşı, caz müziğin kaosunu ve deneysel ilaçları seçmişlerdi. Belki de hippie’ler orta yoldaydı. Doğaya aykırı olan her şeye karşı sayılırlardı.
Alain De Botton, Amerikalıların acımasızca “loser” demeyi seçtiğini ama eski çağlarda topluma adapte olamamış veya olmamayı seçmiş insanlara “unfortunate” yani bahtsız dendiğini söyler.
Oysa artık günümüzde “loser” kelimesi bazıları için övgüsel alt anlamlar taşıyor. Yükselen değerleri reddeden bir anti-kahraman’dır o. Beck’in MTV’de bir zamanlar sürekli dönen “Loser” şarkısı bu kavramın gittikçe popülerleştiğini mi gösteriyordu acaba?
Belki içinin boşaltıldığının bir göstergesiydi bu kadar popüler bir kavram olması. Herşeye rağmen “Trainspotting” gibi filmlerin popülaritesi, sinemaya da yeni bir renk getirmişti. Chuck Palaknuik’un Fight Club romanından uyarlanan bir film izlenme rekorları kırıyordu artık.
Sıradan bir sigortacının insomnia yani uykusuzluk problemi ile başlayan bu film, anti-kahramanın her şeyi reddedip örgütlenmesine kadar götürüyordu işi.
Sıradan bir dövüş çetesi, nerdeyse terör örgütüne dönüşüyordu. Oysa yıkıcı değil yapıcı olmalıydı bana sorarsanız bu karşı duruş ama işler çığırından çıkıyordu.
Amerikan kültürünün dayattığı Superman ve Spiderman gibi süper kahramanlara bir tepki de Fransız ekolünden Frank Margerin’in Lucien adlı anti-kahramanıyla hayat bulmuştu. Oldum olası keyifle okuduğum Fransız ve Belçika ekolü çizgiromanları, Amerika’nın yaratımı olan klişeleşmiş süper kahramanlara ve onların süper güçlerine, zekaları ve gerçekçi kurgularıyla meydan okuyorlardı.
Ülkemizde, dağıtım sorunlarına rağmen çalışmaya devam eden, çabalarını takdir ettiğim altıkırkbeş yayınları beat edebiyatının ve dolayısıyla alternatif söylemlerin, ülkemizde de farkına varılmasına büyük katkıda bulunmuştur ve bu görevine devam etmektedir.
Bu yazımda daldan dala atlayıp heyecanımı ve bu konuda yapabileceğim açılımları paylaşmayı yani güzel bir girizgah yapmayı uygun buldum. Yazımın sonunda, şiirlerimden birinde alaycı bir üslupla yazdığım dizeyi paylaşmak isterim : “Kendimi temize çektim, ruhsuzlar çağında sondan birinci seçildim.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder