29 Aralık 2009 Salı
27 Aralık 2009 Pazar
2009 : POP MÜZİKTE BİR DÖNEMİN SONU
16:29 27 Aralık 2009
2009 yılında müzik sektörü muhtemelen, Michael Jackson’ın muhteşem geri dönüş planları yaparken, ani bir şekilde aramızdan ayrılmasıyla ve müzik dünyasını acıya boğmasıyla hatırlanacak. Bizim gibi seksenlerde çocukluğunu yaşamış bir nesil, 'Moonwalker’ı, 'Billie Jean’ı, 'Bad’i ve o masalsı dünyayı asla unutamayacak. Yaşamı ve ölümü hakkındaki tartışmalar asla bitmeyecek gibi gözüküyor. Bence asıl önemli olan, bize bıraktığı muhteşem şarkılar ve sinema sanatıyla yarışan video klipler. Skandallar, büyük sanatçıların büyük başarılarına ödetilen bedeller gibi geliyor bana. Ödenmemesi gereken ama zorla ödetilen bedeller… Meyve veren ağaç taşlanıyor. Bayatlayan atasözleri de her zaman doğruluğunu kanıtlıyor.
Kanımca, Anastacia ile başlayan ve Amy Winehouse, Norah Jones gibi isimlerle devam eden müzikte 'farklı kadın vokaller' akımı 'Pink’in büyük patlamasıyla daha renkli bir hal aldı. Robbie Williams’ın kadın versiyonu gibi gördüğüm 'Pink' müziği her ne kadar biraz 'kaba' da olsa cesareti dolayısıyla pop müzik sektörüne yeni bir soluk getirdi. Klipleriyle de kendinden epey bahsettirdi. Türkiye’de bir 'Pink' konserine gidemediğime pişman olsam da, Londra’da daha sert tavırlı ve sulandırılmamış rock versiyonu 'Skin’i izlemiş olduğum için daha mutluyum. Lily Allen’in “F.. You very much” nakaratlı şarkısına homofobi ve ırkçılık karşıtı bir derneğin çektiği alternatif klip çok ilgi gördü. İngiltere’de bir numaraya yükselen Lily Allen’ın şarkısı pozitif bir rüzgar yarattı.
'Lady Gaga' ve 'The Gossip' gibi farklı, sektöre göre hafiften marjinal, renkli isimler bu yıl sağlam çıkış yaptılar. 'Lady Gaga’nın moda anlayışı ve 'David Bowie' tadındaki dikkat çekici kıyafetleri, ilginç sesiyle, tavrıyla bahsedilmeye değerdi. 'The Gossip' ise gerçek bir indie grubun ana akıma dahil olmasının başarısının hikayesiydi.
Neredeyse 150 kilo gibi duran 'şişman' sayılacak bir kadının, parlak kıyafetlerle ve iddialı makyajıyla, zenci kadınlara taş çıkartan sesiyle, yenilikçi rock altyapılarıyla ana akıma meydan okurcasına başarılı olması, insanların artık benzer imajlardan sıkıldığının bir göstergesiydi bana göre.
Benzer bir etkiyi Susan Boyle’un, İngiltere’de rating rekorları kıran bir pop star yarışmasından 47 yaşında, 'bakımsız' görünen haliyle satış rekorları kıran bir yıldıza dönüşmesinde yaşadık.
Şöhrete ulaşınca 'süslenmeye'” mecbur bırakıldığında, eski halinin doğallığını arar oldum. Bana sorarsanız tüm bu yenilikler ve ilginç durumlar, Marilyn Manson’un sivriliğinden ve imaj-maker’ların kendisine özenle giydirdiği gothic kıyafetlerden ve kliplerden daha radikaldi.
Gittikçe azalan albüm satışları ve plak şirketlerinin şarkı satmak için online yollar arayışı, korsan şarkı indirmenin sınır tanımadığının ve bir türlü engellenemediğinin göstergeleriydi.
EMI gibi büyük şirketlerin küçülmesi hatta batması da satışların hazin bir durumda olduğunu ispatlarken; medya patronlarının, müzisyenlerin ve bu işten ekmek yiyen herkesin yaşamında dramatik etkiler yarattı. Türkiye’deyse satışlar dibe vurdu…
Ülkemizden, Emre Aydın ve Manga’nın yaş grubu belli olan fanatik yerel hayranlarının oylarıyla MTV ödüllerini alarak bizi temsil etmeleri, büyük bir sevinç yaratamasa da Türk rock ve alternatif müziği adına Eurovision başarılarımızdan daha umut vericiydi.
Redd, Vega, Hayko Cepkin, Cem Adrian gibi otantik bulduğum isimlerin MTV’de yabancı oylarla varolacağı ve kendi müzik projelerimin hak ettiği global yerlere geleceği yeni bir yıl diliyorum…. BBC’de 'Later Show with Jools Holland' da Morrissey ile düet olabilir mesela…(tebessüm işareti)
Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com
26 Aralık 2009 Cumartesi
23 Aralık 2009 Çarşamba
Ece Dorsay Mor Rüya , ilk siir kitabi
Genç şair ve müzisyen Ece Dorsay’ın ilk şiir kitabı...
Fırtınalar esiyor…Araya mizah da karışmış. Gösterişten uzak bir görkemi var aşkın. Aşk için masal dünyaları yaratan, inisiyatifi ele alan şövalye ruhunu ve şairliği çoğunlukla erkeklere yakıştırırlar. Oysa içinde her rengi bulmuş bir ruh Ece Dorsay’ınki. Doludizgin bir çocuğun elindeki plastik kılıcı atıp çiçek buketini uzatması ve en uygunsuz gözüken uçurumlara köprüler kurması gibi bu dizeler… Zaman zaman feminist tandanslı, kendi kimliğini kendi oluşturmayı seçmiş, dayatılan klişe aşk gösterilerine ve kadın/erkek rollerine paye vermemiş, kendi evini tahtalardan inşa etmiş, kendi gibi yalın, dolaysız kelimeler…
Yer yer masal prensesi kırılganlığı, yer yer beat şairi mizahı, yer yer antik çağların sınır tanımaz tutkusu…İddiasız gözüken sade dizelerden iddialı bir aşk ve kendine özgü bir duruş…
16 Aralık 2009 Çarşamba
15 Aralık 2009 Salı
14 Aralık 2009 Pazartesi
13 Aralık 2009 Pazar
Popüler kültür üzerinden ‘Loser’ edebiyatı: Görkemli kaybedenler
Leonard Cohen’in ağlak olmayan asil hüznü, Allen Ginsberg’ün hayatla dalga geçen ama öfke kokan dizeleri, Jack Kerouac’in “Yolda” sı… Beat’lerden etkilenmiş Patti Smith ve Bob Dylan’ın şarkı sözleri.
Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar” romanı… Beat şairlerinin dizelerinden de gelen bir esintiyle dizelerindeki öfkeyi sivrilten Küçük İskender… Kent Fm adlı ilk özel radyo kanallarından birinde gece vakti dinlediğimiz “Kaybedenler Kulübü” programı ve sunucularının yarı kaygısız yarı melankolik kahkahaları… Aklıma ilk gelen isimler bunlar oldu.
Bu satırları tam yazarken yanımdaki devasa cam fırtınadan tuzla buz oldu, yüreğime indi, kaybeden ruhların öfkesi mi yoksa nazar mı bilinmez. Tek bildiğim kaybeden ruhların kinci olmadığı. Öfke ile kin arasında ince bir çizgi var. Kazananlardan korkmuşumdur daha ziyade.Kaybedenler, karakterlerindeki arızaları gizlemezler en azından.
Daha dürüst bulurum onları. Rock kültürünün inşası da varolan değerleri sorgulayan ve yükselen değerlerden rahatsızlık duyan bir karşı duruşun sonucudur denebilir. 50’lerin beat kuşağı, çiçek çocuklarını esinlendirdi. Hippie’ler, Woodstock festivalinde Jimi Hendrix ve Janis Joplin dinlerken, gerçek bir muhaliften ziyade aşkı yücelten ve mutlu görünmekten gocunmayan bir kalabalıktı. Daha apolitik oldukları söylense de Vietnam savaşına karşı en büyük tepkiyi veren de hippie’ler olmuştu.Hayat felsefeleri özetle “savaşma seviş” ti. Beat’ler kesinlikle daha öfkeli ve keskin dilliydi. Steril ve dümdüz yaşamlara karşı, caz müziğin kaosunu ve deneysel ilaçları seçmişlerdi. Belki de hippie’ler orta yoldaydı. Doğaya aykırı olan her şeye karşı sayılırlardı.
Alain De Botton, Amerikalıların acımasızca “loser” demeyi seçtiğini ama eski çağlarda topluma adapte olamamış veya olmamayı seçmiş insanlara “unfortunate” yani bahtsız dendiğini söyler.
Oysa artık günümüzde “loser” kelimesi bazıları için övgüsel alt anlamlar taşıyor. Yükselen değerleri reddeden bir anti-kahraman’dır o. Beck’in MTV’de bir zamanlar sürekli dönen “Loser” şarkısı bu kavramın gittikçe popülerleştiğini mi gösteriyordu acaba?
Belki içinin boşaltıldığının bir göstergesiydi bu kadar popüler bir kavram olması. Herşeye rağmen “Trainspotting” gibi filmlerin popülaritesi, sinemaya da yeni bir renk getirmişti. Chuck Palaknuik’un Fight Club romanından uyarlanan bir film izlenme rekorları kırıyordu artık.
Sıradan bir sigortacının insomnia yani uykusuzluk problemi ile başlayan bu film, anti-kahramanın her şeyi reddedip örgütlenmesine kadar götürüyordu işi.
Sıradan bir dövüş çetesi, nerdeyse terör örgütüne dönüşüyordu. Oysa yıkıcı değil yapıcı olmalıydı bana sorarsanız bu karşı duruş ama işler çığırından çıkıyordu.
Amerikan kültürünün dayattığı Superman ve Spiderman gibi süper kahramanlara bir tepki de Fransız ekolünden Frank Margerin’in Lucien adlı anti-kahramanıyla hayat bulmuştu. Oldum olası keyifle okuduğum Fransız ve Belçika ekolü çizgiromanları, Amerika’nın yaratımı olan klişeleşmiş süper kahramanlara ve onların süper güçlerine, zekaları ve gerçekçi kurgularıyla meydan okuyorlardı.
Ülkemizde, dağıtım sorunlarına rağmen çalışmaya devam eden, çabalarını takdir ettiğim altıkırkbeş yayınları beat edebiyatının ve dolayısıyla alternatif söylemlerin, ülkemizde de farkına varılmasına büyük katkıda bulunmuştur ve bu görevine devam etmektedir.
Bu yazımda daldan dala atlayıp heyecanımı ve bu konuda yapabileceğim açılımları paylaşmayı yani güzel bir girizgah yapmayı uygun buldum. Yazımın sonunda, şiirlerimden birinde alaycı bir üslupla yazdığım dizeyi paylaşmak isterim : “Kendimi temize çektim, ruhsuzlar çağında sondan birinci seçildim.”
9 Aralık 2009 Çarşamba
POPSTAR YARIŞMASINI ALT ÜST EDEN KADIN
17:13 06 Aralık 2009
İTÜ’de konservatuar öğrencilerime Roll dergisi kapandı duydunuz mu dedim. Öyle baktılar yüzüme. Dergiyi duydunuz mu dedim. Hayır dediler. Hüzünlensem mi bilemedim…
Pırıl pırıl öğrencilerim var. Yanlış anlaşılmasın. Kaleme almak isterim birgün çalıştığım yerdeki müzik sohbetlerini… Müziğe bakış ve duruş, müziğin kendisinden daha mı önemliydi ne…Bunu iyiden iyiye özümsüyorum. Belki de çok yönlülük daha güzel… Farklı alanlardan beslenmek insanı daha sağduyulu ve zengin ruhlu yapıyor. Ben buna inanıyorum.
Edebiyat eğitimi alıp bir yandan müzik yapmak bir şansmış meğer. Sadece notalara dayanan bir eğitim insanı kapana kıstırabiliyor. Buradan geleceğim nokta aslında rating amaçlı müzik yarışmaları. Nota bilgisi yarışı bile değil daha da beter : Popüler olabilme kriterlerine sahip olma veya bu kriterlere ulaşma yarışı. Kısaca kabus. Gencecik insanların rating uğruna milyonların önünde küçük düşürüldüğü, egoların çarpıştığı, sektöre dair öğütlerin verildiği yani gözler önünde “star hamurlarının” yoğrulduğu varsayılan bir çarpışma. Adeta metaforik olarak kan gövdeyi götürür gibi… Sözlü şiddete yaklaşan durumlar… İlgiyi arttıran öğeler bunlar olsa gerek…”Rating” kelimesinin nasıl bir şeytan olduğunu gösteren bu yarışmalardan bazen küçük devrimler yaratan ve günümüzün sığ ve ucuz değer yargılarını sarsan insanlar da çıkabiliyor. Bunun en büyük örneği İngiltere’deki “Britain’s Got Talent” yarışması sayesinde keşfedilen Susan Boyle. İskoçya’da yaşayan 47 yaşındaki Susan Boyle sergilediği performansla sadece jüriyi değil, kendisine dudak büken seyirciyi de şaşkına çevirdi.
Geçmişi de, yarışmada seslendirdiği “Les Miserables” (Sefiller) romanından uyarlanan oyunun müziği “I dreamed a dream” (Bir Hayal Kurdum) şarkısı gibi ilginç ve sıkıntılı…
Kilise korolarında yıllarca şarkı söylemiş ve işsiz dolaşmış, 91 yaşındayken ölüm döşeğinde olan annesine verdiği sözü tutup tanınmış bir şarkıcı olmak için büyük bir adım atmaya karar vermiş. Şansı dönünce de yarışmaya kabul edilmiş. "I Dreamed A Dream" albümü ilk haftalarda elde ettiği satış rakamıyla ABD’de kadın sanatçıların çıkardığı ilk albüm rekorunu kırdı. Birinci haftasında 410 bin satan albüm, İngiltere müzik listeleri tarihinin en çok satan ilk albümü oldu. Tüm bunlar kulağa peri masalı gibi gelse de aslında işin en kayda değer kısmı, görüntüsü ve yaşı ile dalga geçilen bir kadının sesi ve yeteneğiyle sığ önyargıları kırıp geçmesi oldu. Popüler kültürün sığ değerlerini ters yüz eden gayet feminist bir devrim bana sorarsanız. The Washington Post’a verdiği röportajda şu cümleleri güzeldi : “Modern toplum, insanları dış görünüşlerine bakarak aniden yargılamaya çok alışık. Bu konuda kişinin yapabileceği fazla bir şey yok çünkü bu düşünce sistemi içselleştirilmiş ama belki bu başarım bu tarzda düşünüp çabuk karar veren insanlara bir çeşit ders olmuştur veya bir şeyler kazandırmıştır.” R.M. Campbell adlı müzik eleştirmeninin görüşüne göre günümüzde bir kadın eğer çekici değilse müzik kariyeri yapması çok zor. Letty Pogrebin adlı müzik yazarıysa : “Çoğunluk, yılları boşa giden bir yeteneğe üzülse de aslında Boyle’un 47 yaşına gelince başarıyı elde etmiş olması, orta yaşlı kadınlar için bir zaferdir.” diyor. Feminist düşünürleri ve popüler kültür hakkında yazan müzik yazarlarını da meşgul etmiş bir fenomen oldu Boyle’un keşfedilişi. Dilerim aslında popüler kültüre ve sektöre hizmet etmek için yapılan bu kar amaçlı programlar, böyle ilginç ve manalı durumlara vesile olur. Bu sayede insanların dar kalıpları ve hergün pohpohlanan görüntülere kaymış algılar başka renkleri ve güzellikleri de görmeye başlayıp kendini zenginleştirir. Gerçek sanatın amacı da bu değil midir zaten? Sorgulamak, sorgulatmak, yeni kapılar açmak, güzeli çirkin, çirkini güzel yapmak yani algılarımızla oynamak, topluma ve yerleşik değerlere meydan okumak ve daha nicesi…
Ece Dorsay
POPSTAR YARIŞMASINI ALT ÜST EDEN KADIN
17:13 06 Aralık 2009
İTÜ’de konservatuar öğrencilerime Roll dergisi kapandı duydunuz mu dedim. Öyle baktılar yüzüme. Dergiyi duydunuz mu dedim. Hayır dediler. Hüzünlensem mi bilemedim…
Pırıl pırıl öğrencilerim var. Yanlış anlaşılmasın. Kaleme almak isterim birgün çalıştığım yerdeki müzik sohbetlerini… Müziğe bakış ve duruş, müziğin kendisinden daha mı önemliydi ne…Bunu iyiden iyiye özümsüyorum. Belki de çok yönlülük daha güzel… Farklı alanlardan beslenmek insanı daha sağduyulu ve zengin ruhlu yapıyor. Ben buna inanıyorum.
Edebiyat eğitimi alıp bir yandan müzik yapmak bir şansmış meğer. Sadece notalara dayanan bir eğitim insanı kapana kıstırabiliyor. Buradan geleceğim nokta aslında rating amaçlı müzik yarışmaları. Nota bilgisi yarışı bile değil daha da beter : Popüler olabilme kriterlerine sahip olma veya bu kriterlere ulaşma yarışı. Kısaca kabus. Gencecik insanların rating uğruna milyonların önünde küçük düşürüldüğü, egoların çarpıştığı, sektöre dair öğütlerin verildiği yani gözler önünde “star hamurlarının” yoğrulduğu varsayılan bir çarpışma. Adeta metaforik olarak kan gövdeyi götürür gibi… Sözlü şiddete yaklaşan durumlar… İlgiyi arttıran öğeler bunlar olsa gerek…”Rating” kelimesinin nasıl bir şeytan olduğunu gösteren bu yarışmalardan bazen küçük devrimler yaratan ve günümüzün sığ ve ucuz değer yargılarını sarsan insanlar da çıkabiliyor. Bunun en büyük örneği İngiltere’deki “Britain’s Got Talent” yarışması sayesinde keşfedilen Susan Boyle. İskoçya’da yaşayan 47 yaşındaki Susan Boyle sergilediği performansla sadece jüriyi değil, kendisine dudak büken seyirciyi de şaşkına çevirdi.
Geçmişi de, yarışmada seslendirdiği “Les Miserables” (Sefiller) romanından uyarlanan oyunun müziği “I dreamed a dream” (Bir Hayal Kurdum) şarkısı gibi ilginç ve sıkıntılı…
Kilise korolarında yıllarca şarkı söylemiş ve işsiz dolaşmış, 91 yaşındayken ölüm döşeğinde olan annesine verdiği sözü tutup tanınmış bir şarkıcı olmak için büyük bir adım atmaya karar vermiş. Şansı dönünce de yarışmaya kabul edilmiş. "I Dreamed A Dream" albümü ilk haftalarda elde ettiği satış rakamıyla ABD’de kadın sanatçıların çıkardığı ilk albüm rekorunu kırdı. Birinci haftasında 410 bin satan albüm, İngiltere müzik listeleri tarihinin en çok satan ilk albümü oldu. Tüm bunlar kulağa peri masalı gibi gelse de aslında işin en kayda değer kısmı, görüntüsü ve yaşı ile dalga geçilen bir kadının sesi ve yeteneğiyle sığ önyargıları kırıp geçmesi oldu. Popüler kültürün sığ değerlerini ters yüz eden gayet feminist bir devrim bana sorarsanız. The Washington Post’a verdiği röportajda şu cümleleri güzeldi : “Modern toplum, insanları dış görünüşlerine bakarak aniden yargılamaya çok alışık. Bu konuda kişinin yapabileceği fazla bir şey yok çünkü bu düşünce sistemi içselleştirilmiş ama belki bu başarım bu tarzda düşünüp çabuk karar veren insanlara bir çeşit ders olmuştur veya bir şeyler kazandırmıştır.” R.M. Campbell adlı müzik eleştirmeninin görüşüne göre günümüzde bir kadın eğer çekici değilse müzik kariyeri yapması çok zor. Letty Pogrebin adlı müzik yazarıysa : “Çoğunluk, yılları boşa giden bir yeteneğe üzülse de aslında Boyle’un 47 yaşına gelince başarıyı elde etmiş olması, orta yaşlı kadınlar için bir zaferdir.” diyor. Feminist düşünürleri ve popüler kültür hakkında yazan müzik yazarlarını da meşgul etmiş bir fenomen oldu Boyle’un keşfedilişi. Dilerim aslında popüler kültüre ve sektöre hizmet etmek için yapılan bu kar amaçlı programlar, böyle ilginç ve manalı durumlara vesile olur. Bu sayede insanların dar kalıpları ve hergün pohpohlanan görüntülere kaymış algılar başka renkleri ve güzellikleri de görmeye başlayıp kendini zenginleştirir. Gerçek sanatın amacı da bu değil midir zaten? Sorgulamak, sorgulatmak, yeni kapılar açmak, güzeli çirkin, çirkini güzel yapmak yani algılarımızla oynamak, topluma ve yerleşik değerlere meydan okumak ve daha nicesi…
Ece Dorsay
4 Aralık 2009 Cuma
3 Aralık 2009 Perşembe
ROLL DERGİSİNE BURUK VEDA
13:51 29 Kasım 2009
U2’dan sonra müziğe bakışımı şekillendiren ikinci isim Roll’dur. Evet Roll bir dergidir ama benim için bir rock grubu gibidir. Gibiydi demek istemiyorum çünkü içimdeki ses geri döneceklerini söylüyor, er ya da geç. 1996 yılının kasım ayında henüz 17 yaşımdayken elime geçen ilk sayısının heyecanını dün gibi hatırlıyorum. Sararmış bir kapak üzerinde Michael Stipe ve Kurt Cobain’in silüetleri… Diğer dergiler darılmasın ama ‘nihayet’ demiştim içimden. Nihayet hayalime yakın bir dergi ilk sayısıyla merhaba dedi bizlere. NME dergisinin zeki ve incelikli ama kimi zaman çok acımasız görünen seçici tavrı çeviriler yoluyla yeni bir nesil olan bizlere ulaşıyordu. Mojo dergisindeki sağlam röportajlar da keza. Eğer günümüzde bu kadar zeki ve seçici bir azınlık dinleyici kitlesi oluşmuşsa bu Roll dergisi sayesindedir. Hazır sunumlarla ve televizyonun dayatılarıyla yetinmeyen, müziğin aynı zamanda bir yaşam felsefesini yansıttığını ve muhalif bir tavrı olmasının anlamlı olacağını özümseten çok değer verdiğim bir dergiydi Roll. Kilerimde nerdeyse bütün eski sayıları halen durmakta. Renkli ve kuşe kâğıda baskılı ‘meslektaşları’ bir şaka gibi kaldılar yanında. Yıllar evvel Number One’dan Ömer Karacan’a ilk demo kasetimi götürmüştüm. Roll dergisi için ‘sıkıcı’ demişti. O an içimden ‘içerik değil janjanlı kâğıtla mı eğlenceli olunuyor’ diye düşünüp tebessüm etmiştim.
Edebiyatı da kenardaki şiir dizelerinden okuyucuya tattıran Roll dergisinde yer almak benim için bir onurdu. 2002 yılında Derya Bengi’nin sorularıyla hem terlemiş hem de röportajdan büyük keyif almıştım. Benimle yapılan en derin ve manalı röportaj olmuştu. Mp3.com ile nasıl tanındınız ve babanızdan ne anlamda etkilendiniz gibi sorulardan çok daha öteye gidilmişti çünkü.Herşeyi tersten okuyabilme yeteneğimden ilk Roll dergisine bahsetmiştim basında. Frank Margerin adlı Belçikalı çizgi karakteri Roll’a tanıtmak ve arkadaki sözlüğe kazandırmak bir gurur kaynağıydı benim için. Ne yazık ki hayat gailesi yüzünden ikinci röportajım yer alamadan yani ikinci albümüm çıkamadan kapandı güzelim dergimiz… Elbette bazen de eleştirdik ve kızdık Roll’a. Kimi zaman sadece kendi arzularına göre konular seçip bizlerin beğenilerini pek önemsemediklerini düşündük ve küstüğümüz anlar oldu. Belli grupları göğe çıkarırken bazılarını görmezden geldiklerini de hissettik. Daha sonra fark ettik ki Roll’un bu seçiciliği aslında tamamen kendilerine ve inandıkları değerlere karşı dürüst bir dergi ekibi olmalarındandı. Roll’un daha evvel Post Express dergisinin bir sayfasında yer alan ufak bir açılım olduğunu daha sonra öğrenmiştim.
Biliyorum ki sarardıkça güzelleşen dergiye sağlam bir yazı yazmak kolay değil. Bu satırlar da yeterli değil. İçimdeki burukluğu tarif etmem zor. Zaten 1997’den beri takip eden tüm okuyucular benim gibi hissediyorlardır. Sonradan keşfeden ve bağlanan okuyucuların da bir farkı yoktur eminim. Ekşi sözlük gibi yıkıcı bir devrim değildi Roll. Yapıcı bir devrimdi. Hepimizin kafasında yeni yollar ve çiçekler açmasına sebep oldu. Çoğu çeviriden oluşan bir dergi bu kadar samimi bir bağ kurabiliyorsa bunun sebebi duruşunun ve tavrının sağlamlığıdır. Benim kendimce en güzel cevabım bu yazıdan ziyade, ürettiklerimde kendi inandıklarımı ve tavrımı sergilemem oldu. Kaos dergisine yazarken durdurğum yerin daha iyi farkına vardım. İlk Roll röportajımda heyecanlı bir çocuktum, şarkı sözlerim benden daha olgundu.30 yaşımda, şarkı sözlerime ve Roll röportajıma tekrar dönüp baktığımda çok daha anlamlı buluyorum şimdiki yerimi. Yani durduğum yeri…
Roll, Hayalet Gemi, Post Express, Kaos, Amargi gibi muhalif oluşumlar daimi olmalı. Bir toplumun gelişmişliğinin ispatı farklı renklerin de var olduğunu gösteren, her şeyin daha güzel olabileceğine inanan, farklı alternatifler sunan oluşumların ve yayınların sayısının çokluğudur. Dilerim ani kan kaybımız bir an evvel son bulur ve bizlere enjekte edilmiş güzel değerler geri kazanılır.
23 Kasım 2009 Pazartesi
İLK ŞİİR KİTABIM VE MOR SESLER
İlk şiir kitabım ‘Mor Rüya’nın yayımlanmasının heyecanını yaşıyorum. Bir kitap çıkarmak, albüm çıkarmaktan bile daha tarif edilmez bir hismiş meğer… Kütüphanenin rafında kelimelerinizin yer alması müthiş bir duygu. Hele de o kelimeler, senelerce yaşadığınız içsel kaoslardan doğan muazzam bir gökkuşağı ile boyalıysa… İşte o zaman bu şiirleri ortaya çıkarmanın bile başlı başına bir içsel başarı olduğunu anlıyor insan… Dünyanın beğenip beğenmemesinin veya onaylamasının çok önemi kalmıyor eğer içsel savaşlarınızda galip gelmişseniz… Toplumsal dayatılardan sıyrılıp kendi yüreğinizin sesiyle üretmişseniz, hayatın rengi daha berraklaşıyor. Tüm bu güzel hislerin henüz tadını çıkaramadım çünkü ileriki yazılarımda bahsetme ihtimalim olan Ales adlı sınava yoğun şekilde çalışmakla meşguldüm.
Kitabımı da ilk, TÜYAP kitap fuarında görebildim çünkü basımdan fuar sabahı geldi.
Ne aradığını pek bilmeyen bir kalabalık vardı sanki… Daha ziyade eğitim kitapları rağbet gördü. Benim bile kütüphanemi Ales kitapları istila ettiyse, elbette ÖSS’ye hazırlananların bu durumda olması çok doğal. Maalesef doğal.
30 yaşında sınav stresi ancak akademisyenlerin dayanabileceği bir şey galiba. Üstelik uzmanlaştığınız bir alan bile değil, yıllardır görmeye görmeye unuttuğunuz matematik ve hiç görmemiş olduğunuz sözel mantık gibi konular… 3 saate sığdırılmış bir kadro umudu… Gerginlik… Stres… Ales ve şiir kitabımın heyecanları birbirine karışırken, bir senedir çıkacak olan albümüm ve en büyük heyecanım pusuda beni bekliyor… Dilerim 2008 yılında tırnaklarımla yaptığım bu albüm, takvim 2010’u göstermeden yayımlanır…
Dilekler bitmiyor elbette…
İki hafta evvelki yazımda ‘Kırılgan Ruhlar’dan bahsetmiştim : Jeff Buckley, Morrissey, Brett Anderson, Nick Drake…. Bu yazımda Patti Smith, Ani Difranco, PJ Harvey ve Tracy Chapman gibi isimlere kısa bir giriş yapmak istiyorum ki zaten bir yazıya sığmayacak isimler… Devamı gelecek bu yazının şüphesiz. Beat şairlerinden fazlaca etkilenmiş olan Patti Smith, alışılmış kadınsı görüntüden uzak ama bana sorarsanız bir o kadar da doğal ve güzel görünümüyle inandıklarını haykırmaktan çekinmedi. Tracy Chapman’da da politik bir duruş ve hiçbir şablona uymayan bir tarz vardı. Di’li geçmiş zaman kullanmamın sebebi, şimdilerde Tracy Chapman’ın adını eskisi kadar duymamamız. Albümler çıkarmaya devam eden ama etrafımızda balon şarkıcıların dönüp durması dolayısıyla az duyurulan bir isim oldu. Ani Difranco gibi bağımsız isimler her daim örnek oldular ana akıma ve gizliden gizliye Alanis Morrisette gibi tatlı su feministlerini bile etkilediler. Alanis’in tavrı Ani Difranco’nun sulandırılmış hali dersek kimseye haksızlık etmiş olmayız bence. Alanis’in Seal cover’ı Crazy’nin klibinde biraz sınırları zorladığını ama bunun da reklam koktuğunu fark etmek zor değil. Zaman zaman inzivaya çekilen Patti Smith her geri dönüşünde fırtına gibiydi ama Ani Difranco’nun üretkenliği herhalde az görünür cinstendi. Koyu feminist ve insan hakları savunucusu minik dev sanatçı 30’lu yaşlarına 20’ye yakın stüdyo albümü sığdırdı.
Kendi bağımsız plak şirketini kurdu ve karavanıyla Amerika’yı boydan boya dolaşıp barış ve özgürlük şarkıları söyledi. Konser şovlarına samimiyeti ve talk-show’umsu mizahını da kattı.
Bir gün canlı izlemek kısmet olur umarım kendisini… PJ Harvey’de alışıldık bakışı kırarak, öfkeli kadın duruşunu sağlamlaştırdı.
Marmara Otel’de kendisinden imza aldığım gün geliyor aklıma. Elinde gitarı, zarifçe yürüyordu. Çelimsizliği asla bir mankeninki gibi değildi çok daha otantik duruyordu.
Alanis dışında, saydığım bu isimler mor renk diyebilirim. Mor isimler benim gözümde hepsi… Mor renkte söylerler şarkılarını… Pembe ve mavi karışımı…
Alanis Morisette veya Pink’in mor renkleri, ana akıma renk katmaları açısından hoştur ama gerçek mor renklere sahip olanlar, ilk saydığım isimlerdir her zaman gözümde…
Ece Dorsay
8 Kasım 2009 Pazar
KIRILGAN VE ASİL SESLER
KIRILGAN VE ASİL SESLER
16:57 08 Kasım 2009
Birgun Gazetesi
Ece Dorsay
K ırılgan ama bir o kadar da güçlü kişilikler, özgün duruşlar, car car bağırmadan haykıran güzel sesler…. Brett Anderson, Perry Blake , Jeff Buckley, Nick Drake ve Morrissey… Zaman geçtikçe daha da değerlenecek bir müzik yaptıkları aşikar. Ama onların seslerini duymak için biraz araştırmacı dinleyici olmak gerekiyor çünkü MTV’de sabah akşam klipleri dönmüyor. Peyote’de The Smiths grubunu anma gecesinde Morrissey’den de çaldım çünkü kendisi, solo projeleri ile ruhuma dokunmuş bir isim ve o gece yabancı dinleyicilerden aldığım tepki muazzamdı. Gözleri ıslak yanıma gelip diz çöken Bowie endamındaki siyah pardesülü İngiliz adamı hayatım boyunca unutamayacağım herhalde….“Sen zaten biliyorsun” dedi bana ve başka şey söylemeden gitti…
Az ve öz konuşmak böyle bir şey olsa gerek… Brett Anderson’da sadeliğin zarafetini görüyorum. H2000’de onunla aynı festivalde çalmış olmak bir ayrıcalıktı. Bunu şimdi daha iyi anlıyorum. Suede’den sonraki solo projesi kalbi delip geçiyor. Jeff Buckley’in dileğiyse asla trajik bir kahraman olarak anılmamaktı. Bu isteği, babası Tim Buckley’in kaderini paylaşarak henüz 31 yaşında nehirde boğulmasıyla sona erdiğinde hayat gene oyunlarından birini oynamıştı. Konserini her izlediğimde asla sona ermeyecek bir şölende hissediyorum kendimi.. Tek ve mükemmel albümü Grace ile zarafetin orta yerinde duruyor. ‘Aşk nerede?’ diyor, ‘yürüyen ölülere’ dönüşmüş insanlardan bahsediyor tıpkı etkilendiği Morrissey gibi. Morrissey de “İsa’yı affediyorum bana verdiği tüm sevgi ve aşka rağmen, sevgiyi paylaşacak kimse yok ki bu sevgisiz dünyada” derken yeryüzünde artık azalan sevgi yokluğundan dolayı kıvranıyordu…. Brett’in ‘Aşk artık öldü’ diye haykırışı ve ‘kurnaz dostlar sonunda ortadan kaybolurlar inan bana’ deyişi yalnızlığımıza merhem oluyor çünkü anlıyoruz ki en azından kırılgan ruhların duyarlılıkları aynı… Hissiyatlar aynı gökkuşağı boyaları sürünmüş sevgi dolu ruhlarda… Nick Drake’in sakin ve huzurlu hali son işlerinde depresif bir hal almıştı. Elleri titriyordu artık sahneye çıkamıyordu…Bestesinde, ‘ancak kaybolunca herkes değerimi bilecek’ derken ‘kendini gerçekleştiren bir kehanet’ gibi o da erken veda ediyor dünyaya. Yaşarken umursanmamış bu adamın şimdi Londra’nın en gözde müzik dükkanlarında bile nota kitapları satılıyor. Gitarın tellerinin akordunu alt üst edip yepyeni sesler yaratan ve nerdeyse fısıldar gibi sakin şarkı söyleyen sanatçının etkisi iz bırakıyor. Perry Blake’in başyapıt albümü Still Life’ı dinlerken Sandriam adlı parçayı kaç defa açtığımı hatırlamıyorum bile… Böylesine dokunan bir ses aynı zamanda nasıl bir hüzne boğuyor insanı… Perry Blake de özgün şahsiyetiyle asla saha önüne çıkmamış, geride durup keşfedilmeyi bekleyen bir pırlanta olmayı hak etmiş. Vardığım sonuç: Gerçek sesler ve ruhlar asla kendilerini en öne fırlatmıyor. Müzik çığırtkanlığına değil gönül haykırışına prim veriyorlar. Hazır sunuma alışmış çoğunluksa kalbi kırık müziği ağlak müzikle karıştırıyor. Zarafetin, asaletin, kırılganlığın müzikte devrim yaratan özgünlüğün tadından anlamıyorlar. Müzik zekası ve müzikal tavırdan ne anlıyoruz belki bir yazımda da onu masaya yatırırım. Kadın seslere de ayıracağım bir yazı planlıyorum: Patti Smith, Pj harvey, Ani Difranco, Tracy Chapman, Tori Amos… Şarap gibi yıllandıkça değer kazanacak sesler…
5 Kasım 2009 Perşembe
31 Ekim 2009 Cumartesi
30 Ekim 2009 Cuma
26 Ekim 2009 Pazartesi
TWİTTER KULLANMA KILAVUZUNA EMPATİK YORUMLAR
15:58 25 Ekim 2009
Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com
Facebook yetmezmiş gibi bir de twitter sevdası başladı. Neyse ki ona kapılmadım. Twitter için Facebook’un minimalize edilmiş ve sade hali yorumu yapılabilir. Henüz taze bir site olduğu için bloklanan veya sınırdışı edilen üye çok oluyormuş. Ekşimtırak sözlüklerin pabucu dama atıldı bile anlaşılan. Bankaların globalleşmesi gibi, web siteler de globalize oldu ve hatta tekelleşti. İnternette, Twitter için verilen önerilere rastladım, gülsem mi ciddiye mi alsam bilemedim. Her yerin bir raconu var tabii. Sokakların ayrı, akademik ortamların ayrı, müzik sektörünün ayrı bir dili var. Hepsine birden adapte olmaya çalışmak zor, ben de şahsen kendi kişiliğimle örtmeye çalışıyorum içinde bulunduğum her alanı, tavizi minimumda tutmak adına… İnterneti de, müziği de, ders verdiğim okulu da dünyaya katmaya çalıştıklarımı ve rengimi paylaşmak adına güzel alanlar sayıyorum.
Gelelim Twitter’ın kurallarına, internetten aldım ve altına yorumlarımı ekliyorum:
1) Eğer fazla Twitter takipçiniz yoksa, arttırmak için oraya buraya teklifler göndermeyin.
Spam manasına gelen mail veya mesajdan bahsediyor sanırım bu cümle. Oysa internetin olayı zaten sürekli bir tanıtım bombardımanı değil mi? İstesek de istemesek de…
2) Bir ürünün, bir yeniliğin, vs. tanıtımını sürekli, tekrar tekrar yapmaktan kaçının. Size ilginç gelen, sizin çok sevdiğiniz bir şey başkaları için o kadar ilginç olmayabilir.
Reklam amaçlı kullanmayın demek oluyor bu. Her gün kafamızı ütüleyen büyük şirketlerin reklamları ve internet banner’ları günaha girmiyor demek ki... Bireysel tanıtım göz korkutuyor desenize.
3) Tweet’inizde cinsel içerikli materyallere bağlantı vermekten kaçının. Zaten yapmazsınız, ancak Twitter’da çok fazla sayıda porno yıldızı türemeye başladı, üstelik bunlar sizi de her an takibe alabilir. Bunlara da kanmaktan kaçının.
Çok makûl… Peki ya inbox’umuza nerden geldiği belirsiz ‘oranızı buranızı büyültün’ mail’lerinden nasıl kurtulunur?
4) Yeni takibe aldığınız bir Twitter kullancısına daha ilk seferden işinizle ilgili olan bir web sayfası bağlantısı göndermeyin. Bu tür bir pazarlama taktiği tembel işidir, negatif etki yaratacaktır.
Bu da kabul edilebilir. Aslında pazarlama dedikleri şu: Parayı ver ilanını heryere asalım.
Facebook’taki ufak ilan verme durumu gibi. Anlayacağınız reklam yapmak da tabi ki parayı verene… Bedel ödemeden reklam yapana ceza. Tek ayak üstünde dur ve internete girme!
5) Sürekli tweet’lemekten kaçının. Tweet sayınız alıp verdiğiniz nefes sayısını geçmesin. Bunun yerine dışarı çıkın, hayatı yaşayın, dışarıda güzel bir hayat var.
Ah işte buna bayıldım! Dışarı çıkın bir bakın. Herkes lap top’larıyla kafeterya köşelerinde tweet’leyip cep telefonlarından 3G görüntü paylaşmıyorsa dışarıdaki güzel hayattan faydalanabilirsiniz. Ama arkadaşlarınız bile günün yorgunluğunu internette atmak istiyorsa, delirmeden yaşamak zor…
6) Robot gibi davranmayın. Otomasyon aracı kullanmak kolayınıza gelebilir, ancak insanlar insanlarla etkileşim içinde olmak isterler, makinelerle değil.
Bu tavsiye de çok ilginç. İş yaşantımızda robotlaştırıldığımız ve teknolojik patlama aracılığıyla birbirimize yabancılaştırıldığımız bu devirde, ‘kendinize yardım edin’ gibi bozuk Türkçe ile lisanımıza direkt çevrilmiş, çok satan kitaplar tadında bir tavsiye olmuş. Siz iyisi mi robot gibi davranmayın ve didaktik cümleler kurup ‘hayata dair’ uzman kesilenlerin görüşlerini iplemeyin. Ve işte son bombamız alttaki cümle:
Gerçek hayatta insanlardan vazgeçmek o kadar kolay değil, ancak Twitter’da bu tek bir tıklamaya bakıyor. Bu nedenle insanların sizden uzaklaşmaması için kusurlu hareketlerden kaçınmanız gerekiyor. Yukarıdaki hareketleri yapmazsanız sizi takip edenlerin sayısı günbegün artacaktır.
Takipçileriniz, kurallara uyarsanız artar demek istiyor. Robotlaşmayın diyen internet kullanıcısı tavsiyesi burada kendini eleverdi!!! İyi tweet’lemeler….
24 Ekim 2009 Cumartesi
The Smiths Gecesi Peyote 27 Ekim
23 Ekim 2009 Cuma
Yasak Ten
Cuma, 23 Ekim, 2009
Ece Dorsay
Frank Sinatra ve Bono'dan "I've got you Under My Skin" düetini dinlerken fark ediyorum sözlerin her dinleyişte tekrar anlam kazanışını. Önce, "benim altımdasın" diyen, erotik ima olarak algıladığım bir sevişme sahnesinden daha öteye gidiyor manası sonradan. "Derimin altındasın" diyor aslında. Öylesine içime işledin ki, öylesine bütünleştim ki seninle derimin rengi sana büründü. Beyazken zenci, zenciyken beyaz, pembeyken mavi oldum sayende.
Deri değiştirdim, kabuk değiştirdim etkinle. Ölü deriyi attım adeta, bebek gibi kokuyor tenim.
Tazelenmiş bir deriyle kaplıyım artık. Tozları silkeledim üstümden. Yeniden doğdum...
Vücut terleri birbirine karışırken en tutkulu sevişmelerde, acaba yenileniyor muydu insan?
Belki de dokunulmaya hasret bir tenin acı çığlıklarıydı duyulmayan... Tenin dili olsa neler söylerdi kim bilir: "Lütfen dokunun bana; ama içten, ama yürekten olsun, tutkusuz dokunuşlar uzak olsun benden." Böyle mi derdi acaba? Sessiz yakarışlarını duyar mıydı başka bir ten?
Yaşlı bir bedenin genç bir bedene olan hasretini giderecek kadar seven yürek, tenini sunabilirdi sevdiğine. Gencecik, körpe teniyle yıkayabilirdi, yaşlanmış ve yer yer kırışmış ama tutkusunu yitirmemiş teni. Tenler karışıyor, tenler konuşuyor, tenler ağlıyordu. Tenler yaş farkına aldırmıyordu, cinsiyete bakmıyordu, sadece sevgiyle yol alıyorlardı birbirlerinin üzerinde.
Yasak ten. Birbirimize haram görüp yasakladığımız tenlerimiz şimdi ağlıyor. En güzel dokunuşlardan mahrum kalan bedenler, bilgisayar ve televizyon ekranı önünde yaşlanıyor belki de. Şiir okumanın ve eski kitap kokusunun hazzını unutmuş veya hiç keşfedememiş tutkusuz bedenler, yürüyen ölüler gibiler etrafımda... Aşka olan susuzluğumuzu bir nebze olsun gideren şiirleri görmezden geliyor kayıp bir nesil. Meşaleyi söndürmemek için çaba gerekiyor ama çabalamaya alışmamış ki kimse aşk için... Egoların er meydanına dönmüş aşk cenneti.
O cenneti tekrar kazanmak için dokunmayı yeniden öğrenmemiz gerekiyor. Ruha dokunmayı, kendimize dokunmayı, yüreklere dokunmayı, kalbe dokunmayı... En baştan, yeniden, sil baştan... Belki o zaman derimizin altına işler sevdiğimizin parmak izi, ruh izi...
O zaman bütünleşiriz yeryüzü denilen yabancılaştığımız yerle. Kedilerin bildiği dili biz unutmuşuz. İlkbaharda bahçelerde yankılanan kedi çığlıklarına gülmeye alıştık. Bazen de bir ürperti ve korku ile fırladık yatağımızdan geceleri. Vahşi doğanın sesleri ya güldürdü ya ürküttü bizi. Oysa ki anlamını unuttuğumuz; hatta özellikle bize unutturulan tutkunun bizden daha alt gördüğümüz türlerde bile var olma ihtimaline tanık oluyorduk. Üstelik biz insanlar daha fazlasına sahiptik:
Yaşama tutkusu, sanat tutkusu, bilim tutkusu... Tutkunun bin bir türüne sahip olabilirdik entelektimizde ve kalbimizde. Ama biz en basit tutkulardan bile mahrum bırakılıyorduk. Maskeler ile tenimizi ve gerçek kimliğimizi örtmeyi öğreten bu düzenin kurbanları gibi hissetmemek için üretmek gerekiyordu durmadan. İnsanlığımızı bize unutturan teknolojinin kurbanları olduğumuza uyanınca acı çekiyorduk. Bunu fark etmek ve bir son vermek kolay gözükse de diğer insanların uyuşturulduğunu görünce daha da yalnızlaşıyor ve teslim oluyorduk düzenin bize sunduklarına... Ten yanıyor ve aşk dileniyor. Saklı tenler, yasak tenler, yaşlı tenler,
Genç tenler, teşhirci tenler… Her türlüsü derin bir yalnızlık iç çekişi ile kendini duyurmaya çalışıyordu aslında. “Kollarında ölmek istiyorum” cümlesi tozlu şarkı sözlerinde mi kalmıştı artık? Bir kedi olup farklı bir tene bürünmek gerekiyordu belki de… Şair ruhlu bir kedi…
Kaos GL Dergisi / 101. Sayı
21 Ekim 2009 Çarşamba
19 Ekim 2009 Pazartesi
KELİMELERİN TUTSAKLIĞI
Kelimeler… etiketler… adlar, isimler… Bizi hem kısıtlayan hem de bir yere koyan şeyler… Kendimizi kaybettiğimiz yerlerde tutunduğumuz kelimeler…
Kendimizi ifade ederken yolumuzu tıkayan veya yolumuzu açan kelimeler…
Kimlik kartımızın üzerine, bize sormadan basılmış kelimeler. Etikete dönüştüklerinde ve yüreğimizi daralttıklarında tehlike arzediyorlar…
İfade aracımız olduklarında ve yeni ufuklara yelken açmamıza sebep olduklarındaysa varlıkları elzem… İsmimiz bile bir kelime… Benimseyip bağrımıza bastığımız ismimize bir başkasının da sahip olduğunu duyunca kendi kişiliğimiz giriyor işin içine ve benim ismim başka tınlıyor diye hissediyor bilinçaltından. Demek ki bizi ayıran ve birleştiren bu kelimelere fazla güvenmemek gerekiyor. Ne de olsa insanın yaratımı olan kısıtlı bir alandan yani dilden söz ediyoruz. Elbette çok büyük önem taşıyor dil. İnsanlığın kurtuluşu belki de doğru ifadeler ve düzgün bir dil kullanabilmekle olacak ama her şeyden önce sağduyu giriyor işin içine…Tanımlar, açıklamalar da gerekli ama kısıtlama ve yargılamalar iletişimi bozabiliyor. Siyah/beyaz, kadın/erkek, doğa/akıl gibi ikilik hiyerarşilerin insan kimliğini çok daralttığı bir gerçek. Yeni tanımlamalara aslında ihtiyaç var. Yönelimler ve dış görüntüde de çok dar çerçevelerde yaşıyoruz. ‘Erkek gibi’, ‘Kadın gibi’ dediğimiz zaman aslında sadece bir kelimeye ne kadar çok rol ve anlam yüklediğimiz çıkıyor ortaya. İşte o an ‘erkek nedir?’, ‘kadın nedir?’ gibi sorular ortaya çıkıyor. Yönelimleri isimlendirmede de aynı sorun var: Eşcinsel, biseksüel, heteroseksüel vs… Tüm bu kelimeler aslında bir insanı çok dar çerçevelere ve hayat boyu sanki aynı kalacakmış, hissedecekmiş gibi bir yükün, kısıtlamanın altına sokmuyor mu?
Aşık olunan kişi, cinsiyetten ibaret değil... O bir insan. Kişiliği, zekası, pırıltısı, ruhu, elektriği tüm bunlar kişinin cazibesini yaratan öğeler…
İnsanın durduğu yeri bilmesi açısından tanımlamalara tümüyle karşı değilim ama yine de böyle isimlendirmeler ömür boyu etiket hapsine mahkûm etmek değil mi insanın akışkan, zengin dünyasını? Dış görünüşe göre de tanımlamak aslında bir nevi ruhu hor görmek gibi geliyor bana… Eğer tanımlamalar herkes için aynı manaya gelseydi ve daha toleranslı bir dünyada yaşasaydık o zaman bir sorun kalmazdı.
Ama maalesef kullanılan kelimeler ve seçtiğimiz etiketler, herkes için farklı bir anlam ifade ediyor ve kimine problematik geliyor. Yargıç ruhların arasında etiketlenmek aslında uçurumlar yaratıyor insanların arasında. Belki de asıl sorgulamamız gereken kelimelerden ziyade, insanların algısı. Yaşam tarzlarına ve seçimlere, bakış açılarına olan duyarlılığı, anlayışı kurabilmiş mi insanlar?
Şair bir ruhun etiketi olmaz diye genel bir cümle kurasım geliyor bu noktada.
Pembe, mavi ve bileşeni mor olan renklerin hepsinin güzelliklerini taşır içinde. Doğallıkla, sadelikle…
18 Ekim 2009 Pazar
Ales – Akademik Personel baraj puanı adaletsizliği
Matematik full çözenler öne geçiyor….
Size bir milletvekilimizin 21 Ocak 2009 tarihli ALES yorumunu kopyala-yapıştır yapıyorum:
Bugün önceki YÖK yönetiminin meslek lisesi mezunlarının önüne koyduğu bir engelden bahsetmek istiyorum. ALES yani Akademik Personel ve Lisansüstü Eğitim Sınavı.
ALES, hem yüksek lisans ya da doktora, hem de akademik personel başvuruları için YÖK tarafından yapılan merkezi bir sınavdır. Senede iki kez yapılan bu sınav, sözel ve sayısal bölümlerinden oluşur. Bu sınavda sözel bölümden 80, sayısal bölümden de 80 olmak üzere toplam 160 soru sorulur.
2007 Bahar döneminden önce LES adı altında yapılmakta olan bu sınavda, lisansüstü eğitim için baraj 45, akademik personel alımı için de 50 puan yeterli sayılmakla birlikte, Yüksek Öğretim Kurulu tarafından 5.9.2006 tarihinde 26280 sayılı Resmî Gazete’de yayınlanan yönetmelik ile tüm akademik kadrolara atanmada ALES sınavından en az 70 puan alma şartının getirilmesi, özellikle bazı alanlardan mezun olan akademisyenler için adaletsiz bir durum oluşturmaktadır.
Buradaki adaletsiz uygulama, sadece eski sistemdeki karşılığı ile LES’teki 50 puanın ALES’te 62-65 puana tekabül ediyor olması değil, aynı zamanda sözelci akademisyen adayların notlarının sayısalcılarınki ile aynı düzeyde değerlendirilmiş olmasından kaynaklanmaktadır.
ALES sayısal verilerine baktığımızda da sınava giren adayların % 70′inin 70 barajını geçemediği görülmektedir. Sınavın mantık sorularından oluştuğu belirtilmekte fakat son yapılan sınavlarda mantık ve analitik düşünme becerisinden çok, açık bir biçimde matematik bilgisi ölçülmektedir. Oysa üniversitede branş eğitimi söz konusu olduğundan herkesten, az da olsa, matematik bilgisi istemek ve bunu zorunlu tutmak haksız rekabete ve adaylar arasında eşitsizliğe yol açmaktadır. Anadilimiz Türkçe olduğundan ve soruların çoğu paragrafa dayalı olup, o anda okuyup anlama üzerine şekillendiğinden, sayısal öğrencileri de sözel öğrencileri ile aynı oranda sözel sorusu çözebilirken, sözel öğrenciler sayısal öğrenciler kadar matematik sorusu çözememektedir. Sayısal soruları çözebilmek için formül, sayısal akıl yürütme gibi pratiklerin olması gerekir, fakat sözel soruları için genellikle bir formüle ihtiyaç yoktur. Sözel ve güzel sanatlar fakülteleri öğrencilerinin bu sınavın değişen yapısı ile daha çok mağdur edilmektedirler.
Bununla birlikte kişinin uzmanlık yaptığı alanda hakimiyetini hiçbir şekilde test etmeyen söz konusu bu sınavın, akademik kadrolar için başvurularda %60 ağırlıkla değerlendirilmesi ve bölümdeki hocaların inisiyatifinin %15′lere gerilemesinin, bilimsel kaliteyi yükseltme adına yapılıyor olması anlaşılır bir şey değildir; çünkü ALES, hiçbir şekilde kişinin alanındaki hakimiyetini test eden bir sınav değildir.
Bir akademisyen adayının bilimsel etkinliğini sürdürebilmesi için zaruri olan, hiç kuşkusuz, yabancı dildir. Ancak YÖK’ün akademik personel alımında yabancı dilden (KPDS ya da ÜDS) 50 puan istenip, ALES’ten en az 70 puan istenmesinin mantığını anlamak çok zor. Zira bir sözelci, yabancı dili ne kadar iyi olsa, alanında ne kadar hakim olsa ve ALES’ten 80 sözel sorunun tamamına yakınını doğru bile yapsa, sayısaldan 30-40 civarında matematik net yapmalı ki 70 puanı alabilsin ve akademik kadrolara başvurabilsin.
Sayısalcılar kendi rakipleriyle 70 üstü alıp mücadele ederken, sözelciler 70 almak için epey zorlanmakta, daha doğrusu akademik kadrolara bile başvuramamaktadırlar. Bunun için aşağıda çözüm yolları geliştirilebilir:
1. ALES baraj puanı -eski LES’in tekabül ettiği- 62-65′e çekilmeli/düşürülmelidir.
2.Sözelciler için ayrı taban puanları hesaplanmalıdır.
3.Sözelciler sayısal testten, sayısalcılar da sözel testten muaf tutulmalıdır.
4.Mantığını anlamakta bir hayli zorlandığımız bu sınav kaldırılıp, yerine adayların kendi alanlarıyla ilgili sorular sorulmalıdır.
Aşkları ve şevkleri yeterince kırılan sözelci genç akademisyen adaylarının artık yeterince ezildiğini, YÖK’ün gereken düzenlemeyi bir an evvel yaparak bu haksızlığa son vermesi gerektiğini düşünüyorum.
Resul TOSUN
17 Ekim 2009 Cumartesi
U2’dan U dönüşü
U2’dan U dönüşü
BirGün gazetesindeki ilk köşe yazıma başlarken içimde güzel bir heyecan var. İçimden geçenleri, öfkelendiklerimi, hayal ettiklerimi, başıma gelenleri, gözlemlediklerimi, dinlediklerimi kısacası deneyimlediğim birçok şeyi sizlerle paylaşmanın heyecanı olsa gerek… Kaos GL dergisinde ve web sitesinde de düşüncelerimi ve inandıklarımı, doğrularımı paylaşmaya devam ediyorum. Bu ülkede gerçek bir şeyler üretenlerin ve yazanların en temel motivasyonu paylaşmak ve küçük devrimler yaratma ihtimali… Ben buna yürekten inanıyorum...
Mesela U2’nun Türkiye’ye geleceği ihtimali galiba artık ihtimal olmaktan çıktı. Kesinleşti. Öyle deniyor. Ben hâlâ tam olarak inanamasam da… Bono’nun Türkiye’deki insan hakları ihlaline getirdiği onca eleştiri cebe mi girdi yoksa Kaos’taki yazımdan mı etkilendi de, ‘Yüz binleri stadlara doldurmak değil derdimiz’ diye bana cevabı yapıştırmak mı istedi acaba. Şaka bir yana, organizatörler ile ilgili bir sorun olduğu da söylentiler arasında. Ahmet San’ın beyanatına göre, 1997’de yılında aslında Selanik’te değil İstanbul’da olacakmış Popmart turnesinin bir ayağı. Ama organize eden firmalardan biriyle sorun yaşanmış. Biz üşenmeyip ta Selanik’e otobüslerle gidip aynı gece dönmüştük. Kaos’taki yazımdan aynen alıntılıyorum:
“Müzisyen ve müzik hayranı olarak 1987’den beri hayatıma büyük etki yapan U2 grubunun, çocukken videokasetten izlemeye doyamadığım Zoo Tv konserinin, 1997’de Selanik’e bir otobüsle gidip Popmart ayağını izleyip döndüğüm günlerin silueti geçiyor film şeridimden… Henüz ‘No Line on the Horizon’ adlı son albümünü almamış olacak kadar heyecanım azalmış olsa da, internete girip turne tarihlerine baktım ve gene Türkiye’ye gelmeyi reddettiklerini gördüm. Sebep gene aynı: İnsan hakları ihlali çok olan bir ülkede konser veremezlermiş. Öyle buyurmuşlar. Her şey bir yana, dinleyicinin günahı ne? Peki, gittikleri diğer ülkeler çok mu kusursuz? Asıl sebep acaba yüz binleri stada doldurabilme kaygısı olmasın? Bilemiyorum. Eskiden hayran olduğum Bono, iyiden iyiye bir iş adamı, bir diplomat, bir reklamcıya dönüştüğünden beri sözlerine güvenemez oldum. Belki de eskiden daha saftım, kim bilir…” Gerçekten geliyorlarsa ne mutlu. Her şeye rağmen içimde bir burukluk olacak çünkü insanın 20’li yaşlarında duyduğu rock grubu hayranlığı daha hararetli ve büyülü oluyor haliyle. 30’lu yaşlarda artık o heyecandan daha ufalmış kırıntılar kalıyor...
MÜ-YAP’ın başvrusuyla getirilen myspace’e giriş yasağı, bu global web sitenin admin’leriyle olan telif pazarlığını kazanmak amacıyla yapılmış. Sebep her ne olursa olsun, artık bazı güçlerin çat pat web siteleri kapatmaları çağdışı bir uygulama. Birçok bağımsız müzisyenin günahı ne? Üstüne üstlük bizim gibi albümü çıkmış müzisyenlerin bile kendi ülke sınırlarımızda telifleri doğru düzgün ödenemezken, izinsiz birçok yerde şarkılarımız çalmaya devam ederken, albümümüz hiçbir yerde bulunamazken bari internetten tanıtım yapmak kimseye batmamalı. Klibe, tanıtıma, dağıtıma gerekli yatırımı yapamamış olan şirketlerin çuvaldızı kendilerine batırıp, teknoloji ile dost olmalarını dilerim. Baltalar ile odun kesmeden heykel yapmaya çalışmak daha asilce.
Müzik sektöründen, teknolojiden, sosyolojik gerçeklerden, üreten insanın yolunu kesen duvarlardan, marjinalleştirilen ve yok sayılan yaşamlardan bahsedip, birçok renge bulayacağım yazılarımı takip edeceklerini umduğum güzel insanlara, sevgi ve saygılarımı gönderiyorum.
Eski püskü kot
Eski püskü kot
Eski püskü bir kot pantolon kadar güvenilir ne vardı ki dünyada?
Şehrin kaosu, Cohen hüznü ve Facebook hapishanesi…
Şehrin kaosu, Cohen hüznü ve Facebook hapishanesi…
Alışveriş merkezlerinden geçilmeyen şehrimde, eve bir şeyler almak için mecburen Migros’a gittim… Ama eve dönerken bitkindim. Yaya olduğum halde üzerime üzerime gelen jeep’lerden, sıra sıra dizilmiş ürünlerin parlak paketlerinden, borsacı tipli adamların bitmek bilmeyen öfkesinden, burası niye açılmış dedirten fitness salonlarının işkence aletlerine benzer iş makinelerinde terleyenlerden, hepsinden genel olarak boğulduğumu hissettim ve evden niye az çıktığımı tekrar anladım… Eve gelir gelmez Antony Hegarty’den Soft Black Stars’ı açtım ve derin bir nefes aldım… Tek kişilik dünyamdaki hüzün bile çok daha asil ve güzeldi…
Bekleyiş, içsel evrim ve devrimler, Plumwood’un teorisi…
Bekleyiş, içsel evrim ve devrimler, Plumwood’un teorisi…
Bekleyiş… Albümün çıkışını bekleyiş, şiirlerin ortaya çıkmasını bekleyiş ve beri yandan internette gezinirken rastladığım Bono beyanatları… Müzisyen ve müzik hayranı olarak 1987’den beri hayatıma büyük etki yapan U2 grubunun, çocukken videokasetten izlemeye doyamadığım Zoo Tv konserinin, 1997’de Selanik’e bir otobüsle gidip Popmart ayağını izleyip döndüğüm günlerin silüeti geçiyor film şeridimden… Henüz “No Line on the Horizon” adlı son albümünü almamış olacak kadar heyecanım azalmış olsa da, internete girip turne tarihlerine baktım ve gene Türkiye’ye gelmeyi reddettiklerini gördüm.
Kayıp Dizeler, Ekofeminizm sayıklaması ve bir bardak limonata…
Kayıp Dizeler, Ekofeminizm sayıklaması ve bir bardak limonata…
FACEBOOK'A GELSENE SANA ACAYİP BİR VİDEO YOLLADIM
|
16 Ekim 2009 Cuma
SKIN ve Ekibi Geri Dönüyor
MTV kanalının daha çekici olduğu 90'lı yıllarda gözüme çarpan tuhaf klibi ve öfkeli vokali hatırlıyorum. Simsiyah dazlak bir kadın... Önce erkek vokal sanmıştım. Gerçekten farklı ve özgündü vokalist. ‘Selling Jesus’ diye bağırarak dini sömürenleri eleştiriyordu. Bahsettiğim grup Skunk Anansie ve vokalistin kullandığı rumuz Skin. Daha sonralarda solo albüm yaptı Skin... 2003 yılında, Londra'da, Babylon'dan biraz büyük bir kulüpte solo konserini izlemiştim. Queer bir mahalledeydi üstelik mekan. Upuzun bir kuyruk vardı mekânın önünde... On yıl aradan sonra, Skunk Anansie'nin yeni bir albümle müziğe dönüş yaptığını duyunca, ‘nihayet’ dedim içimden. Güçlü kadın rock vokallerinin geri plana atıldığı global müzik sektöründe böylesine öfkeli aynı zamanda kırılgan bir sese ihtiyacımız vardı.
Paranoid and Sunburnt ve Stoosh albümleri bağımsız bir firma tarafından yayımlandı. Klişe imajların ağına düşmeyen böylesi çarpıcı bir grubun, kolay sunumlara alışmış ve sığ algılara hitap eden müzik sektörü tarafından hemen kabul görmesi mümkün değildi zaten. Politik bir grup damgası yediler ama bunu kabul etmediler. Yalnızca rock grubu olarak adlandırılmak istediler. Belki de rock müziğin içi boşaltılmasaydı böyle etiketlere bile gerek kalmayacaktı. U2 grubunun alt grubu olmaları işlerine yaradı ama asla ‘biz politik bir grubuz’ diye vurgulamadılar. Tavırlarında ve görüntülerinde bile sıradan gözü rahatsız eden öğeler vardı. Siyahilerin hor görüldüğü Amerika'da bomba etkisi yarattılar. Siyah bir kadın, dürüst şarkı sözleri, erotizme varan imgeler...İyi ki geri döndüler, yeni şarkılarını heyecanla bekliyorum.