The Artist ve San Remo Festivali
19 Şubat 2012 BirGun Pazar eki
Bu hafta nihayet The Artist filmini gördüm. Sessiz film türünde cekilmis ve isin komiği, etrafımdan epey saçma yorumlar aldı : Sessiz olduğu için sıkıcıymış vesaire gibi. Böylesine güzel bir film ben bile beklemiyordum ama sessiz olduğu için kötü olabileceği yorumlarına ne kadar gülsem az’dır. Bir pop starımız, filmin ilk on beş dakikasına dayanabilmiş. Ben bu kadar sürükleyici, bu kadar etkileyici az film gördüm. Çok da abartmak istemiyorum ama oyunculuklardan, senaryoya, tam filmin sonlarında çiftin dansı bittiğinde seyirciye selam vermeden önce, nefes nefese kaldıklarında sesin geri gelmesi, hepsi müthiş olmuş. Çok etkilendim. Sinema sektöründeki teknolojik devrimi anlatan bu film, sesin, film pelikülüne, bir daha hiç ayrılmamak üzerine girmesi üzerinden bir aşk hikayesini anlatıyor. O kadar tutkulu bir hikaye ki bu, izlerken adeta yaşadım olan bitenleri. “Sessiz sinemanın en karizmatik aktörleri arasında yer alan George Valentin bu ses meselesi yüzünden arka planda kalıyor, sesli döneme geçmeyi reddediyor ve onun sayesinde sinemaya bulaşan Peppy Miller ise şöhretin ışıltılı yollarında şımarıkça yükseliyor.” diye yazmış bir izleyici. Özet olarak böyle diyebiliriz ama kahramanın, başarıya takıntısı ve hayalkırıklıkları yüzünden intihar girişimi, öyküye çok daha derin boyutlar kazandırmış. Hem aşkı hem de başarısı elinden gittiğinde, büyük bir kriz yaşıyor. Aşk için eski mutsuz hayatını geride bırakabilmiş bu romantik (devrimci anlamında) adamın hassasiyeti, sinema dünyasına olan tutkusu ve zaman zaman hissedilen şizofrenisi (kendi dünyasına ve hayallerine bağlılığı ve onları maksimum tutkuyla yaşaması anlamında) onu dibe doğru sürüklüyor çünkü acımasız kapitalizmin içinde, yeninin eskiyi alaşağı ettiğini görüyoruz. Daha sonra aşkını geri kazanması ve yeni bir yol bulması ise, filmden çıktığımızda, düzen berbat olsa da, bireysel devrimlere inancımızı körüklüyor.
The Artist filmi , gerçekten, tüm bu teknoloji safsatasının bizleri boğduğu yerde imdadımıza yetişiyor. Eski ile yeninin buluşabileceğini, teknoloji devriminin de, insaniyetle güzele çevrilebileceği gerçeğini perçinliyor. Kafamda hep dönen konulardan bazılarını, öyle güzel anlatmış ki film.Aşk, eski/yeni savaşı, şöhrete giden yolda alınan kararların yıkıcı veya yapıcı olması, karakter analizleri üzerinden giderek, çok fazla şey düşündürüyor. Kimilerine, standart bir Hollywood hikayesi gibi görünebilir ama teknoloji devriminin bir insanın hayatındaki kişisel devrime de tekabül etmesi açısından çok heyecan verici bir senaryosu var.
San Remo festivali’ni pek izleyen biri değilim ama bu aralar çevremde epey izleyen olduğu için merak edip baktım. Al Bano ve Romina Power’ın Felicita şarkısı aklıma kazınmış sadece.Demek ki pek fazla izlememişim, çocukken bile. İlk başta, çeviri olmadığı için skeçlerden epey sıkıldım ama ikinci ve üçüncü gece yarışma iyice coştu. Beni en çok heyecanlandıran, konuk sanatçılar oldu : Macy Gray, Patti Smith, Brian May’i izlerken coştum. Özellikle Patti Smith’in siyah ceket ve kravatıyla sahne alıp , Because The Night’ı Fred’in hatırasına söylerken çok etkileyiciydi. Festival birden, rock konserine dönüştü. Aslında canlı orkestra müthiş etkiledi beni. Eurovision’da artık maalesef bu güzel durum yok. Yaylıların, en rock parçaları bile müthiş bir hale getirdiğini duymak güzel. Rai Uno kanalını pek açmamışım çünkü Digiturk’te yok zannedip nasıl olsa izleyemem diye düşündüm. Televizyon ile ilişkimin zayıf olması beni üzdü mü? Tabii ki hayır. Yabancı kanallardan bile çok az sayıda izlediğim varmış. Farklı kanallara bakmak bazen iyi olabiliyormuş ama. Bildiğim kadarı bu festival, birkaç gece daha devam edecek. Bize de izlemek ve keyif almak düşer o zaman.
Ece Dorsay ecedorsay@yahoo.com
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder