Gökkuşağının altından geçerken...

Gökkuşağının altından geçerken...

27 Aralık 2011 Salı

Benim Açımdan 2011 : Kültür-Sanat Olayları ve Konserler

Benim Açımdan 2011 : Kültür-Sanat Olayları ve Konserler
25 Aralık 2011 BirGun Pazar Eki

Nereden başlasam bilemiyorum. O kadar çok sanatsal faaliyet oldu ki bu sene hayatımda.
Taxim Live konserim oldu Ocak ayında. Daha sonra alternatif grupların mabedi Peyote’de konser verdim. Ardından Nisan ayında, babamın doğduğu şehir olan İzmir’de BIOS adlı mekanda güzel bir kitleye konser verdim. İlk şehir dışı konserimdi diyebilirim. Heyecan verici ve büyülü bir yolculuk ve konserdi. Gerçek bir dost kazanmak da cabası. Hepsi müziğimin sayesinde. 3 Temmuz 2011’de Efes One Love festivalde sahne aldım. Tıpkı daha evvelki H2000’ler gibi Suede grubu ile aynı festivali paylaşmak da heyecan vericiydi. Tek başıma sahne aldım, groovebox ve pedallar. Ağustos ayında Foça’da düzenlenen Rock-a festivalinde sahne aldım.

Değişim için 100 Bin Şair Festivali 24 Eylül’de tüm dünyada ve ülkemizde barış ve değişim için şairlerin, müzisyenlerin haykırışıyla gerçekleşti. Lale Müldür, Birhan Keskin, Haydar Ergülen, Yüce Kayıran, Fırat Demir, Enis Akın, Akif kurtuluş, Elif Sofya, Anita Sezgener, Süreyya Evren, Pelin Özer ve Latife Tekin gibi şairler ile aynı anda festivalin hem Mardin hem de İstanbul ayağında, Batı ile Doğu arasında köprü kuran konuşmalar da yapıldı.

Kumbaracı50’de yapılan kapanış partisinde değerli şairler ve müzisyenler ile çaldım.
29 Ekim 2011 Cumartesi günü Açık Radyo’da Dağınık Oda adlı programıma başladım.
Bu program 2002 ve 2003 yıllarında Radyo Kozmos için hazırlayıp canlı yayında sunduğum ilk radyo programımın devamı oldu. Açık Radyo’daki programımı “Alternatif pop ve rock’a yeni bir perspektif getiren sanatçı/gruplar” sloganıyla hayata geçirdim ve her cumartesi 18:00’da bir sanatçıya/gruba özel program yapmaya devam ediyorum. Biyografik bilgiler ve diskografilerinden yön belirleyici şarkıları ile.

Eski 45’likler partileri ile tanışmam da bu sene oldu. Babylon’da Naim Dilmener’in müthiş partileri… Eski Türkçe müziğe olan ilgimi ve heyecanımı arttıran partiler oldu bunlar. Ve asla kaçırmadığım Açık radyo ve Radyo Eksen Alternatif programları. Bu yıl, tıpkı çocukluğumdaki gibi bolca radyo dinledim ve caz müzikten blues’a ve dünya müziğine çeşitli programlarda kayboldum.

Yeğenim Ozan’ın doğması, birçok yeni dost kazanmak, dostlukları sağlamlaştırmak bu senenin en güzel hediyelerinden oldu. Twitter’ı en yoğun kullandığım sene oldu. Iphone denilen cihazı nihayet keşfettim ve çok abartılmadığını görmüş oldum. Bir gitar fiyatı eden bu cihazın fiyatını kınıyorum tabii. Gerçekten kapitalizmin en pahalı hediyelerinden biri. Hediye derken ironi yaptığımı anlamışsınızdır. Keyifli bir cihaz olduğunu inkar edemem tabii.

Gelelim hepimizi yakından ilgilendiren sanatsal olayların bir özetine :

Yönetmen Nuri Bilge Ceylan'ın son filmi ''Bir Zamanlar Anadolu'da'' ''En iyi yabancı film'' kategorisinde ''Oscar'' aday adayı oldu.
Zenne filmi, Uluslararası Altın Portakal Film Festivali’nde 5 tane ödül aldı.
İngiliz haber ajansı Press Association, 27 yaşındaki Winehouse'un Londra'nın kuzeyindeki evinde ölü bulunduğunu aktardı. Müthiş bir yeteneği kaybettik. Tam da Türkiye’de konsere gelmişti ve bu konser ertelenmişti ve o ara sezgilerim durumunun çok kötü olduğunu söylemişti bana… Bu olaydan önceki bir yazımda da menejerlerinin duyarsızlığından dem vurmuştum.
Rock müzisyenlerince organize edilen ve tüm geliri Türk Kızılayı vasıtasıyla Van'daki depremzedelere gönderilen ''Van için Rock'' konserinde, 40'ın üzerinde grup sahne aldı.
Dünyaca ünlü İngiliz sanatçı Elton John, 21 ülke ve 47 şehri kapsayan dünya turnesi kapsamında İstanbul ve Ankara'da hayranlarının karşısına çıktı. Maalesef kaçırdım.İnönü stadyumu konserini izlemiş olmak tesellimdir. Daha iyi zamanlarıydı doksanlar.
Boy George (Dj kimliği ile), James ve Marianne Faithfull gibi isimler ülkemizde konserler verdiler. Hepsini dostlarla izledim.
Efsanevi İngiliz folk punk grubu Levellers, adlarını dünyaya duyuran ''Levelling the Land'' albümünün 20. yıl dönümü için çıktıkları turne kapsamında 19 Kasım'da İstanbul'da müzikseverlerle buluştu.
Sanırım 2011 senesindeki kültür sanat olayları daha saymakla bitmez ama kendi açımdan önemli bulduklarımı ve kendi 2011 tarihimi özet geçmek istedim.
2012 çok daha güzel olsun.
Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

18 Aralık 2011 Pazar

Emek Sineması : Çocukluğumun Mabedi

Emek Sineması : Çocukluğumun Mabedi
BirGun Pazar Eki 18 Aralık Pazar 2011

Her yerde yazılıp çiziliyor. Bütün sağduyulu yazarlar ve sinemaya emek vermiş, gerçekten sinema sevgisi olan hatta birazcık şehir kültürü olan insanlar Emek sinemasının yıkım kararını sonuna kadar protesto ediyor. Gene de yetmiyor ve yetmez de. Keşke çok daha fazla insan bir tarihin yıkımına duyarlı olsa… Twitter’da TT olan (yani en popüler olan konular) İnci Sözlük kapatılmasın gibi veya magazinsel konular. Emek Sineması sağ köşedeki listede kendine yer bulamıyor. Sanal ortamlardaki bu duyarsızlığa tanık oldukça, kimi yaşıtlarımın benim kadar şanslı olmadığını görüyorum. Ben, bu nefis yapının içinde nefis filmler gördüm. En tepedeki müthiş E harfi amblemini çocukken kendi ismimin baş harfi farzederek, orayı sarayım ilan ettim. Siyah beyaz filmlerden fırlamış gibi duran tonton müdür Hikmet bey’in biz dahil oraya gelen herkesi sıcacık karşıladığı günler, festival koşturmacaları, dünya çapında yönetmenlerin ve oyuncuların ziyaretleri, babamın büyük bir heyecan ve keyifle sohbete ve röportajlara koşması, günde 4 film görüp rekor kıran annemle babamın zombi olduklarından şüphe ederken, benim de bizzat günde 3 film görerek kendi rekorunu kırmam…

Emek sinemasında, Siyad’ın ilk ödül gecelerini düzenleme kahramanlığını gösteren babama orada yardımcı olduğumuz günler dün gibi aklımda. Ödülleri tören boyunca tutmak, ödül vereceklere dağıtmak, babamın ödül zarflarını tek tek kapatması, içlerine ödül alacakların isimlerini özenle yazması; ne büyük EMEK’ler var bugünlere getirilmiş başarıların ardında…
Siyad (Sinema Yazarları Derneği)’nin açıklaması şöyle : “Emek, tüm sinemaseverler için Türkiye’nin “Cennet Sineması”dır, “Splendor”udur. Onlarca yıldır binlerce filmde “Sinema Bir Şenliktir” dediğimiz salondur... Ahmet Uluçay’ın sinema sevdasının ve “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak”ının somut halidir… Emek, Lütfi Akad’dır, Ken Russell’dır… Emek, bizimdir. Emek, biziz. “Beyoğlu Sinema Mezarlığı”nın Emek’i de yutmasına izin vermeyecek, Emek’i yıktırmayacağız! “

SİYAD’ın Onursal Başkanı Atilla Dorsay dün Sabah gazetesinin Cumartesi ekinde yayımlanan yazısında Emek Sineması’na kazma vurulduğu gün gazeteciliği bırakacağını açıkladı. İlk kez bir yazımda babamın ismini anıyorum. Gerçekten bu olay beni etkiledi.
Babamın samimiyetinden en ufak bir şüphesi olana, akan gözyaşlarına bizzat tanıklık etmiş kızı olarak, derinden yara aldığını rahatlıkla söyleyebilirim.
Emek sinemasının fuayesinde mükemmel insanlar tanıdım ve sohbet imkanı buldum. Sinema aşkıyla dolup taşan büyüklerim ve hocalarım da sık sık oradaydılar. Sevin Okyay’dan, Mithat Alam’a; Prof. Oya Başak’tan Vecdi Sayar’a… saymakla bitmez.

Her yere AVM, gökdelen yapılarak ruhsuzlaştırılıp, kimliksizleştirilmesine şu anda karşı çıkmazsak, yaşanmışlığı ve hatıraları olan, bize tüm güzellikleri hatırlatan hiçbir binamız, mekanımız kalmayacak. Rant sahipleri, kısa vadeli hesaplarla koskoca tarihi şehri yerle bir etmeye devam edecekler. Acilen ses çıkarmamız lazım. Avrupa ülkelerinde tarihi binalar hep bozulmadan korunarak yalnızca restore edilir. Bizde ise modernizasyon adı altında, şehrin dokusuna tecavüz var. Bu da maalesef, şehir kültürü, bilinci ve planlaması olmayan kısa vadeli rantçı zihinler tarafından yapılıyor.

24 Aralık Cumartesi günü saat 16:00’da Taksim meydanında toplanılıp Emek sinemasına yürünecek ve basın açıklaması okunacak. Şehrinin ve tarihinin elden gitmesini istemeyen tüm duyarlı insanları bekleriz : "Çadırınızı, uyku tulumunuzu, battaniyenizi, çayınızı, kahvenizi ve isyanınızı alın, gelin" ! Kapitalizmin tek tipleştirmeye yönelik, şehir ve onun tarihinin tecavüzüne boyun eğmeyelim.

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

12 Aralık 2011 Pazartesi

Dünyamın Bütün Sabahları

Dünyamın Bütün Sabahları
11 Aralık 2011 BirGun Pazar Eki

Çayırlar, çimenler…Üzerine basıp geçtiğimiz otlar. Hayranlıkla baktığımız güneş ve gökyüzü… Her adımımızda bize gideceğimiz yeri gösteren levhalar yok. Tatlı bir esinti bazen şiddetli bir lodosa dönüşüyor. Kafamız bir dünya. Gerçeklik ve hayal arasında sallanan bir salıncak misali. Gerçekliğin hayallerimize yakın olduğu yer aslında en tatlı ama bir o kadar da adrenalin yüklü yer. Oradaki bekleyiş en ağırı. Sırat köprüsünden geçmiş ve kilometrelerce yol katedilmiştir kalpte. Biliyorsunuzdur aslında cevapların bir kısmını. Tek derdiniz cevabı almaktır. Acı da verse, yolunuza devam etmeniz için gereklidir bu cevap. Kimi zamansa, çok ferah uyanırsınız ve bilirsiniz ki beklediğiniz müthiş cevabı hayat verecek. Hayata güvenerek uyanmak ne kadar güzel ama ne kadar nadir yaşanan bir histir. Çoğunlukla telaş ve panikle uyanırım veya kafamda bin soruyla. Huzurla ve coşkuyla uyandığım sabahlar da olagelmiştir ama nadirdir. Sayıca azdır.
Bu aralar bolca gitar çalıyorum ve cover’lar yani yorumlar çalıyorum. Elimi pek sürmediğim ama dinlemeyi sevdiğim Türkçe rock ve pop şarkıları söylemek umduğumdan daha iyi sonuçlar verdi. Keyfim ikiye katlandı ve kendimi biraz daha bu topraklara ait hissettim.
Hem güncel grupların yani yaşıtlarımın, dillere dolanmış şarkılarını hem de büyük isimlerin eski şarkılarını odamda, 94 yılı diye kurşun kalemle içine imza attığım gitarımla çalmak taze bir nefes oldu bana. Bazen boğuluyorum evet. Şarkılar da kurtarmıyor bazen. Ece diye aratınca, Kum Saati CD’mi amazon.co.uk web sitesinde bulmak beni ayrı sevindirdi. Çok değerli böyle sürprizler. Ece DorsEy yazmışlar ama E harfi beni hiç rahatsız etmedi, bilakis eğlenceli bir değişim olmuş. Farklı bir sanatçı ismi almak gibi.

Gazino Show

Hakan Eren’in başarılı organizasyonu, Gazino Show, geçen Cuma akşamı (2 Aralık 2011) Bostancı Gösteri Merkezi’nde perde açtı ve benim gibi , gazino dünyasına uzak birine bile unutulmaz bir akşam yaşattı. Tüm ekip toplanıp cümbür cemaat gittik : Naim Dilmener, Ayhan Ersunan, Ertan Akar, Murad Çobanoğlu… Gelmem için ısrar eden dostlar sağolsun. Çok ama çok keyifli geçti. Biricik dostumuz; unutulmaz Cici Kızlar’ın yıldızı ve solo işlerine devam eden Bilgen Bengü sahneden selam verirken dünya tatlısıydı. Nur Yoldaş, Seçil Heper, Berkant, Seyyal Taner, Tülay Özer, Ersan Erdura, Ercan Turgut, Neşe Karaböcek gibi isimler bizi adeta bir zaman tüneline götürdüler. Çok klişe bir laf oldu ama öyle. Benim gibi, bu dünyalara nispeten uzak yetişmiş birinin dahi nasıl eğlendiğini görmeliydiniz. Nakaratlarda sesim kısıldı. Ekibi beklerken bir ara, kulise girmiştim. Orada yakın dostumuz Bilgen Bengü’ye sarıldım, eşiyle sohbet ettim, Erkan Özerman’la selamlaştım, geceyi görkemli sunumuyla şenlendiren sevgili Elhan Tok’u gördüm, tatlı bir heyecanı vardı. “Drag Show” gibi bir müzikal havası da yarattı, acayip kıyafetler ve kadın kıyafeti giymiş erkeklerin podyumda yürüyüşü. Dansöz de vardı ama Naim bey de dansöz sevmezmiş, ben de pek ilgilenmedim şovun dansöz kısmıyla doğrusu. Uzaylı kaldım o kısmına. Gerçi U2 grubunun bayıldığım ZOO TV turnesinin sahnesinde de dansöz çıkar ama o kısmı da hep ileri sararım izlerken. Pek sarmaz beni. En önden seyretmek de ayrı bir keyifti doğrusu. Bolca sohbet ve dedikodu da oldu tabii. Sanatçıların sahneden özellikle bizlere selam vermeleri de ayrı değerde bir güzellikti. Kısacası; Gazino gecesi, çocuklar gibi şendik! Düzenleyen ve ısrarla çağıranlara , buradan selam olsun.

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

9 Aralık 2011 Cuma

Twitter, Lost, Modern Hayat

Twitter, Lost, Modern Hayat
4 Aralık 2011 BirGun Pazar Eki

Bugünkü köşem mizahi ve deneysel olsun istedim. Yazılması gereken bir yazı var. Bazen deneme sularında yüzmek istiyorum. Belli bir konusu, teması olmayan ama insanda bir takın duygular uyandıran yazılara düşkünüm. Şiir veya deneme türü oluyor bu. Böyle bir kitap hayalim de var. Bilinçaltımız bize çok şey anlatıyor bazen. Sabah içtiğim çay ve yanında halka, en standart ve banal kahvaltı bu olabilir. Sadelik güzel yine de. Pratik olmak, çağımızın bir hastalığı. Vaktiniz geniş olduğu halde bile pratikseniz, artık bu durum, yaşam standardınız olmuştur. Modern yaşam, bizleri bilgisayarın, internetin ve afyon gibi cihazların en yakın dostu yapıyor. Bu buluşlar müthiş olsalar da, beni üzdükleri yan, iletişime de engel oluşturabilmeleri…Tamam, çok güzel köprüler kurmamıza sebebiyet verip, birbirimizi birçok olaydan ve yaptıklarımızdan haberdar etmemize yarıyorlar ama bir noktada handikap oluşturuyorlar. Bir noktada, ara sıra görüşmek yetmemeli…Tamam artık, daha fazla görmeliyiz birbirimizi, burası sadece ekran denilebilmeli. Bu inisiyatifi ben alabiliyorsam niye herkes alamasın? Bazı kişilerin canına tak ediyor tabii internet sohbetleri. Bazen herkesin canına tak ediyor. Bunun sıklığı önemli. Hangi sıklıkla bunalıyoruz bu beyaz camdan? İşte önemli soru bu…
Lost (Kayıp) dizisi dünyada izlenme rekorları kırdı. Beni hiç sarmadı bu dizi. Neden? Bu kadar karmaşa ve uzun süren bir dizinin absurd’lüklerini izlememe gerek yok çünkü ben kendi hayatımda zaten sürekli data topluyorum. Muazzam detaylar…Çok sevdiğim birini gördükten sonra, ikimizin de sevdiği şarkıların çok gittiğimiz yerde çalması gibi…
Değerli bir dostumun, sayfasında paylaştığı gemi fotoğrafının gerçeğini 2 gün sonra görmem ve o fotoğrafın orijinalini de aynı hafta görmem gibi… Bu tür detaylar saymakla bitmez. Ben üstünkörü geçtim bu yazıda. Güzel detaylar, güzel an’ları süsler…
Twitter’da yegane sevmediğim şey, negatif insanlar ve onların hedefi kim olduğu belli olmayan şikayet/eleştiri/ukalalık/nefret yüklü imaları. Elimde olsa böylelerini listemde de tutmam ama bazılarına mecbur kalıyorsunuz işte. “Atsan atamazsın, satsan satamazsın” türü insanlar da var çevremizde ne yazık ki. Hedef ben veya dostlarım olmasa bile bu tür, sürekli olumsuz ve art niyet dolu cümleler yazanları etrafımda tutmak istemiyorum. Enerjileri ile etrafa öfke saçıyorlar, şiddet saçıyorlar veya en hafifinden sinir bozuyorlar.
Oysa, güzel, eğlenceli veya farklı bilgiler paylaşanlar hemen kendilerini belli ediyor ve insana huzur veriyolar. Bazısı ise sadece onun bunun hayatı üzerinden ahkam kesmeye çalışıyor kendince. Daha da komiği, Twitter’dan diğerinin hayatı hakkında fikir edindiğini zannediyor.
Bu aralar en çok dinlediğim albüm; Tindersticks’in Curtains’i. (Perdeler) Müthiş bir albüm…Uzun zamandır bir köşede, tekrar dinlenilmeyi bekliyormuş. Bazı albümleri doğru zamanda dinlemek diye bir şey var gerçekten. Jeff Buckley’den Grace de böyle olmuştu.
O yüzden Curtains’i yeni keşfettim sayıyorum kendimi. Önceki dinleyişlerimi saymıyorum bile. Şimdi albümü daha fazla hissederek dinlediğimi düşünüyorum. Algıların ve kalbin açık olması diye bir şey var. Bazı albümleri dinlerken, üçüncü gözü açmak gerekir. Başyapıt albümlerde bu böyledir. Grace gibi, Curtains gibi, Achtung Baby gibi…Hepsi muazzam albümler benim için… Hayatımın, farklı içsel yolculuklarına tanıklık ve dostluk ettikleri için.

1 Aralık 2011 Perşembe

FREDDIE MERCURY : Müthiş bir Rock Yıldızı

FREDDIE MERCURY : Müthiş bir Rock Yıldızı
27 Kasım 2011 BirGun Pazar Eki

24 Kasım, Freddie Mercury’nin ölüm yıldönümü. Gerçekten büyük bir sesti ve sahne şovu da muazzamdı. Sanatçı kişiliğiyle gerçekten mühim bir iz bıraktı. 17 yaşına kadar Hindistan’da yaşamış 4 oktav sesli şarkıcı ve besteci, ufak yaşta piyano çalmayı öğreniyor ve nota bilgisi az olmasına rağmen Bohemian Rhapsody gibi sofistike besteler yapıyor. Grup elemanlarının katkılarına da çok açık bir grup lideri. Beri yandan “Crazy little thing called love” (Aşk denilen çılgın şey) şarkısını az çalabildiği gitarla 3 akor ile besteliyor.
Guns N Roses, Bon Jovi, U2, Queen gibi gruplar büyük stadyum gruplarıydı artık günümüzde böyle dev gruplar yok. Star’lık kurumu da kalmadı, büyük gruplar ve onların karizmatik liderleri/solistleri de kalmadı. Zaten Queen dışında hala varolan, bu saydığım gruplar ise epey bozuldu, eski inandırıcılıklarından eser kalmadı. Fazlaca şirketleştiler. Örneğin U2, Facebook ve Apple gibi şirketlerle dansetmeye başladı. Radiohead solisti Thom Yorke gibiler ise anti-star duruşlarıyla dikkat çektiler. Coldplay solisti Chris Martin, zaten sizlerden biriyim imajını gözümüze soktu. aslında genelde, vokalin, tavrın, duruşun, farklılığın sınırlarını zorlayan az sanatçı var veya sadece böylelerine sanatçı demek lazım. Freddie, şüphesiz gerçek bir sanatçı ve yıldızdı. AIDS yüzünden kendisini kaybettik ve bir şekilde bu hastalığa dikkatleri çekip daha fazla insanın duyarlı davranmasına sebep oldu.
Rock ve pop yıldızlarının isim değiştirerek, daha başarılı olması da hep ilginç gelmiştir. Örneğin Freddie Mercury’nin gerçek ismi Farrokh Bulsara’dır ve ismini tamamen değiştirmişti. Bono’nun gerçek ismi Paul Hewson, Elvis Costello’nun da ismi gerçek ismi değil…Say say bitmez…Bizde de böyle örnekler çok : Nev (Nevzat Doğansoy), Yalın (Hüseyin Yalın), Mabel Matiz (Fatih Karaca) gibi… Kimi sanatçı için bu isim değişikliği elzem olabilir çünkü kendi isimleri pek matah tınlamıyor olabilir ama ben herşeye rağmen, bir insanın kendi isminden kaçmaması gerektiğine inanırım her zaman.Dünya çapındaki isimlerde biraz daha anlıyorum çünkü global sektörde, kötü bir isim tahammülsüz bir tepki alabilir ama ülkemizde isim değiştirmek bana çok da gerekli gelmiyor, çok berbat bir ismin olmadıktan sonra. Bu benim kişisel görüşüm. Belki ben de Ece veya başka soyadıyla çıksaydım, tüm o saçma önyargılardan da kurtulurdum. Hatta daha komiği; yabancı bir isimle çıksaydım mesela : Valerie gibi filan, kırmızı halı bile görebilirdim. (buraya bir gülme işareti lütfen)
Freddie Mercury’den nerelere geldik. Geçen hafta Jeff Buckley’in doğumgününe özel program yaptım Açık Radyo’da. Cumartesi’leri saat 18:00’da devam ediyorum programa. Dağınık Oda ismi….Bana ve alternatif sevenlere bir merhem oluyor. Bu haftalar, çok değerli çınarlarımızı kaybettik. Ömer Lütfi Akad gibi müthiş bir yönetmen aramızdan ayrıldı. Aile dostumuzdu. Bir efsaneydi. Bir çok harikulade filmin yanı sıra, Vesikalı Yarim gibi müthiş bir aşk filmine de imza atmıştı. Hemen üstüne, kalbi her daim bin parça eden bu filmin şarkılarını söyleyen Şükran Ay’ı da kaybettik. Çoğunluk tarafından yalnızca Savaş Ay’ın annesi olarak tanınması da, böylesine değerli ve önemli bir sanatçı için hüzünlü olsa gerek… Sesinden bihaber epey insan varmış. “Kalbimi Kıra Kıra” da filmin iz bırakan şarkısı…
Sinema sanatına hayranım ama hayatın kendisine daha düşkünüm ben. Hayatın kendisi, daha öğretici, şaşırtıcı, ufuk açıcı ama tabii daha zor. Gerçi şarkılar olmasa, daha çekilmez olurdu hayat o yüzden en tepeye şarkıları koyuyorum galiba… Dinlemek ve bestelemek; beni ben yapan şeyler…
Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

23 Kasım 2011 Çarşamba

Kapadokya Caz Günleri

Kapadokya Caz Günleri
20 Kasım 2011 BirGun Pazar Eki

Ülkemizde caz müzik, tahmin edersiniz ki, çok arka planda kalmış, azınlığın dinlediği ve emek isteyen bir müzik türü…Zaten rock ve türevlerinde bile türlü engeller ile karşılaşan biz müzisyenler, caz müziğin ve müzisyeninin engellerini saysak buraya sığmaz herhalde. Yegane avantajı, kendi kemik kitlesi olması….Sonuç olarak hiçbir sanat dalı zaten bu tür bir bilinçle yapılmaz. Tutkudur ve gönül verirsiniz, bu kadar basit. Kaç kişi dinler, ne kazanırım diye sorgulanmadan yapılan işler, sanattır bir nevi ve tutkudur. Nardis caz kulübü ve İstanbul Caz Merkezi (Türkçeye çevirdim çünkü aslında Jazz Club ve Jazz Center diye geçiyor isimleri) gibi nadide mekanlar caz müziğin icra edilip paylaşılabileceği güzel mekanlardan bir kaçı. Bir elin parmağını geçmeyecek kadar caz mekanı var zaten ülkemizde. Bu mekanlar gerçekten, caz için kilometre taşı. Değerli isimleri canlı dinleme imkanını sunuyorlar. Dünya çapında isimler de buna dahil.
Festivallerimiz de var ama Türkiye’nin farklı bölgelerinde ve genç yetenekleri de caz müziğe kazandıran az oluşum var. Yeni bir bülten geldi ve gerçekten çok sevindim. Çok güzel adımlar atılıyor ülkemizde ama ne yazık ki yeterince duyurulamayabiliyor bu adımlar. Kapadokya Caz projesine burada yer vermezsem olmaz. Bültenden aktarmak gerekirse :
Geçtiğimiz sene mütevazi fakat kararlı bir girişimle başlayan ve büyük başarı yakalayan Kapadokya Caz Günleri, bu yıl 30 Kasım-4 Aralık 2011 tarihleri arasında gerçekleşiyor. Geçen sene olduğu gibi bu sene de bütün etkinlikler herkese açık ve ücretsiz olacak. 2010’da Kozmik Müzik tarafından organize edilen Kapadokya Caz Günleri, bu sene de Kapadokya’nın büyülü doğa ve kültür varlıklarını caz müziği ile buluşturmaya devam ediyor. Geçtiğimiz sene basın tarafından büyük ilgiyle karşılaşan Kapadokya Caz Günleri, 2011’de daha geniş bir kitleye ulaşmayı hedefliyor. Bu sene, Kapadokya Kültür Merkezi, Anatolian Houses, Han Çırağan, Bezirhane, Hanedan, Forum Kapadokya, La Rocca, Kapadokya Meslek Yüksekokulu ve Nevşehir Üniversitesi’nde gerçekleşecek etkinliklerde, Swing A La Turc, İmer Demirer Quartet & Ayşe Gencer, Onur Ataman Trio & Yahya Dai, Alp Ersönmez - Yazısız, Ozan Musluoğlu Quartet & Meltem Ege ve Ülkü Sunat gibi isimler sahnede olacak. Etkileyici performansların yanı sıra sanatçılarla gerçekleşecek söyleşiler sayesinde, dinleyiciler caz müziği hakkında bilgi ve fikir paylaşımında bulunma şansı yakalayacaklar.
Kapadokya Caz Günleri, ünlü caz müzisyenlerimizin yanında sosyal sorumluluk projelerine de yer verecek. 2011’de de bütün etkinlikler herkese açık ve ücretsiz olacak. Kapadokya Caz Günleri’nin bu yılki en önemli etkinliği ortaokul ve lise öğrencilerini caz müziğiyle tanıştırmayı hedefleyen “Gençler için Caz” projesi olacak. Nevşehir Valiliği ve Milli Eğitim Müdürlüğü’nün destekleriyle şehrin dört bir yanından bine yakın öğrenci bu proje için Kapadokya Kültür Merkezi’nde buluşacak. Hollanda’da uzun süre caz eğitimi alan Onur Ataman’ın anlatımı ekseninde, birçok caz müzisyenimizin enstrümanları ve cazın kültürü ile ilgili uygulamalı bilgiler vereceği projede ayrıca ünlü saksafon ustası Yahya Dai’nin B Planı performansı da yer alacak. B Planı, Dai’nin birçok değişik enstrüman aracılığıyla ürettiği sesleri ve melodileri, bilgisayar ortamında birleştirmesiyle, sahnede canlı olarak bir parça yaratmasından oluşuyor. B Planı, özellikle gençlerin bilgisayara duyduğu ilgi göz önünde bulundurularak, müziğin farklı şekillerde üretimi hakkında onlara ilginç fikirler verecek.
Gençler için Caz projesinin çıkış noktası, gençlerin Kapadokya Caz Günleri 2010’a gösterdiği yoğun ilgi ve merak oldu. Sanatsal ve kültürel gelişimin bu denli önemli olduğu bir dönemde, cazın özgür yapısının ve kendini ifade etmekteki gücünün gençlerin gelişiminde büyük rol oynayacağı göz önünde bulunduruldu ve onlar için anlaşılır, ilgi çekici ve öğretici bir içerik oluşturuldu. Piyano, gitar, davul gibi kolay ayırt edilen enstrümanlar konusunda daha fazla bilgi sunulması kadar, kontrbas, saksafon gibi türk müziğinde sıkça rastlanmayan enstrümanlar hakkında bilgi verilmesi, gençlerin müziği hem kompozisyon olarak, hem de farklı öğelerinin farkına vararak algılamasını mümkün kılacak.
Etkinliklerin açılış konseri, 30 Kasım 2011 tarihinde başarılı ney sanatçımız Aziz Şenol Filiz ve Önder Focan’ın da üyesi olduğu Swing A La Turc tarafından Nevşehir Kapadokya Kültür Merkezi’nde 20:30’da gerçekleştirilecek.
Gerçekten çok kapsamlı, renkli bir festival olacağa benzer. Bültendeki bilgiler çok yerinde ve detaylı, olduğu gibi paylaşmak boynumun borcuydu. Dilerim bu festival , beklenen yankıdan fazlasını uyandırır. Bu tür etkinlikler genelde Don Kişot ruhlu insanların elinde büyüyor ve daha sonra daha kapsamlı hale geliyor. Siyad’ın ilk ödül törenleri ne kadar mütevazi başlamıştı. İlk açık hava festivalimiz, H2000 festivali gibi finale ermesin elbet. Ne yazık ki artık H2000 festivali yok ama daha büyük rock festivallerine yol açıp cesaret verdi. Caz festivallerinin, Türkiye’nin her köşesine yayılması temennim. Hele de böylesine, idealist olanlarının…
Detaylı bilgi için : www.kapadokyacazgunleri.com
Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

14 Kasım 2011 Pazartesi

AÇIK RADYO Programları : Dağınık Oda : Her Cumtesi 18:00'da

div>



Ece Dorsay's Cloudcasts on Mixcloud


AÇIK RADYO - DAĞINIK ODA - Cumartesi 18:00 da

Yelken seyri

Yelken seyri
13 Kasım 2011 BirGun Pazar Eki

Bayramda evdeydim. Baktım deliriyorum. Şehir sakin ve güzel tamam. Her bayramda şehirde olmaktan büyük keyif alıyorum. Issız bir hal alıyor çünkü. Herşeye rağmen delirdiğimi fark ettim. Senelerdir en büyük hayalim yelken sporunu öğrenmekti. Yıllardır dilimdeydi bu.
Hep de yaz mevsiminde heveslendim sonra bir şekilde yaz geçti ve kışın mevsim uymaz diye baharı bekledim. Bı kısır döngü sürekli devam etti. Pahalı bir spor sananlara : Spor salonuna gitmekten daha pahalı değil. Aptal spor salonlarında saatlerce robot gibi koşmayı sevmiyorum, düşüncelerimden uzaklaşmam gerekiyordu. Pazartesi günü bir telaşla Melis’i aradım. Yelken hocası Melis. Bana hemen ertesi güne ders ayarlamaz mı? Ne kadar nefis oldu anlatamam. Koştura koştura, hiç üşenmeden Kalamış marinaya attım kendimi. Huzur verdi bana ortam.
Hocam Doğukan, çok detaylı teori anlattı. Bir buçuk saat teoriyle gerçi ama hiç sıkılmadım.
Daha sonra epey uzağa açıldık ve ben ana yelkeni çektim, dümeni dönüşte kontrol ettim.
Adrenalin had safhadaydı ama öyle bir keyifti ki bu, tarifi yok. Ne sörf, ne başka bir spor bana bu keyfi veremezdi herhalde. Deniz suyunun ve iyot kokusunun sarhoşluğuyla eve geldim. Odamdaki eşyalar adeta dönüyorlardı. Öğrendiğime göre, ilk derslerden sonra hep bir baş dönmesi olabilirmiş. Bir dostum söyledi. Arkadaşı, ilk beş ders sonrası hep baş dönmesi yaşamış. Uyuyana kadar bir güvertede gibi hissettim kendimi. Oda resmen hafif hafif sallanıyormuş hissi vardı.


İnsanlara bağlı bir hayat yanlış. Ne dost ne aile ne sevgili ne bir şey… Öncelikler galiba bir ibadet gibi sizi arındıran hobiler ve uğraşlar olmalı…İnsan odaklı biri olunca bu daha zor oluyor. Bu hobiler ve uğraşlar hayatı o kadar fazla kaplamalı ki, insanlar da arada uğranılan limanlar olmalı galiba…Bunu bir türlü başaramıyoruz. Aslında insan odaklı yaşam en gerçeği gibi geliyor bana ama çağımızda bu çok zor… Herkesin derdi bambaşka…Bir noktada dertlerimiz ortak tabii : Yalnızlık vesaire… Ama ortak paydaları çoğaltmaya yönelik çaba, tek taraflı olmuyor ne yazık ki…



Dün gece nihayet Kaybedenler Kulübü filmini izledim. 90’larda bend e Kent Fm’de bu programı dinlerdim…Çok da keyifliydi…Bazen absurd’leşebilen sohbetler iyi gelirdi. Aslında şiirin gerekliliği gibi….Kelimeler, rastgele kullanıldıklarında ruha daha iyi gelebiliyorlar. Her şeyin bu kadar planlı ve “mantık” çerçevesi içinde yaşandığı sıkıcı dünyada, şiir ve serbest paylaşımlar can kurtaran gibi… Bu radyo programı da bu işlevi görüyordu bence…

Asu Maralman’ın Bağrı Yanık Dostlara Merhaba dediği film müziği ise ayrıca güzel seçilmiş. Melankoliyi keyifle içimize işletiyor. Filmdeki karakterlerin hayatı biraz Amerikanvari bir hızda olsa da, yalnızlıkları , boşvermişlikleri çok gerçekçi…

Çağımızda tutukularının peşinden giden kaç kişi kaldı ki? Bir elin iki parmağını geçmez. Azınlık olmak her zaman zor… “Ne güzel “ diyor filmdeki kız, “ istediğin işleri yapıyorsun hayatta” ama kahramanımız bunun bedellerini de ödüyor. Sevdiğin işleri yapmak, bedelsiz değil…. Az kişiye hitap etmek, az anlaşılmak ve yanlış anlaşılmak gibi bir sürü bedeli var.
Camii öyküsünden etkilendim ama…Bir çocuk hayalindeki Sülemaniye Camii’ne gidiyor ve orada yaprakları temizlemeye başlıyor. Hiçbir karşılık beklemeden…En manzaralı odasında ona iş veriyorlar. Tutkuyla yapılan her iş, bir gün güzelliklere nail olur diyor bilge bir amca.
Bilemiyorum…Belki de öyledir. Tek bildiğim, bazı rutinleri sonsuza dek bir disiplin haline getirmek gerektiği…

Sonuç olarak, 2001 tarihli Umut ve Korku Yolu adlı şarkıma dönüyorum : Yelkenleri açtım, mavi sulara, içimdeki korkularla….Asla durmam ıssız adalarda, terk edilmiş limanlarda….

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

7 Kasım 2011 Pazartesi

Parodi Dolu Bir Punk Ruh – Elvis Costello Konseri

Parodi Dolu Bir Punk Ruh – Elvis Costello Konseri
6 Kasım 2011 BirGun Pazar Eki


Elvis Costello’yu birkaç sene evvel Açıkhava’da grubuyla izlemiştim. Sahnede olmaktan inanılmaz keyif alan, konser süresini ekstra uzatan adeta sahneden inmek bilmeyen, her saniyesinde bolca söz olan bol vokalli şarkılarını haykırmaktan sıkılmayan bir ozan ve enerjik bir “performer” görmüştüm sahnede. Punk ruhu ve şarkılarının kaotik yapısı, öfkesi, müziğe ve yaşama olan tutkusu; sahne karizmasının önemli bileşenleriydi.


Bu sefer sahnede tek başınaydı. Türker İnanoğlu Maslak Show Center’da verdi konserini.

Ben geç sahne alır derken, 21:30 diye belirtilen konser 21:00 da başladı. İlk iki dakikasını kaçırdım sadece neyse ki…Yerim mükemmeldi, 3. sıraya oturdum. En önden izledim desem yeridir. Sürekli twitter’a bakan veya telefon konuşan, oraya sırf davetiye ile gelmiş seyirciyi saymıyorum. Fanatik bir azınlık kitle de vardı neyse ki …Elvis, sağ arkasında kırmızı Nord klavye, tam arkasında gitar amfileri, ayak ucunda gitar pedalları, sol yanında nota sehpası ve bir diğer iskemle ile, akustik gitarları ve elektro gitarını ard arda çalarak “One Man Show” (Tek kişilik Şov) yaptı. Punk ruhlu bu dünya ilginci adam, pembe şapkası ve şık ceketiyle çok matraktı. Seyirci ile ilişkisi çok sıcaktı ama asla cıvık olmadan. En çok da mesafeli ama samimi duruşuna hayran kaldım. Notting Hill filmi ile dünya çapında ilgi gören “She” (O Kadın) adlı parçasını tek başına akustik gitarıyla çalarken bile muazzamdı şarkı. Bis yaptığında “ I want you” (Seni istiyorum) şarkısı ile bizleri mest etti.


En ilginci de, kendimi bir müzikalde hissetmeme sebep oldu veya modern bir rock tavernasında…Gazino havası yarattı. Bu nasıl oldu bilmiyorum ama seyircilerin arasında gezinerek, gayet sahici şekilde şarkılarını söyleyip ortamı fazla sulandırmadan espriler yaparak, keyfimize keyif kattı. Tek başıma sahnede çalan bir Don Kişot olarak, bu konser bana daha fazla cesaret ve ilham verdi ama yabancı isim olunca daha yargısızca bakıyoruz böyle ezber bozucu durumlara… Türk bir isim yapınca, “e hani nerde diğer müzisyenler” gibi sıradan tepkiler doğabiliyor ki benim sahnemde hiç olmadı demek ki doğru yoldayım.

Bir ozan/şarkıcının sahnede tüm enstrümanları ile baş başa konser vermesi çok samimi geliyor bana. Eski sarı caz kasa gitarıyla, delay efekti oyunları yapması, spagetti western dediğimiz kovboy filmi türlerinin müziklerini anımsattı. Kırmızı Nord klavye ile orkestral loop’ların üzerine değişik ve kakafonik piyano akorları çalarak, elinde megafon ile bağırarak performans da verdi. Epey ilginç ve kendine özgü bir atmosfer yarattı. Kimisi hiç anlamadı kimisi bayıldı. Zaten gerçek bir ozan da bunu yapabilmeli. Genel kitlenin anlamasını beklemiyordum. İngiltere’de pub’larda çaldığı günleri anlattı. Beatles üyelerinin sattığı Rickenbacker gitarın duvarlara çarpılarak eskimiş olduğunu ve her satın alanın sonradan dükkana geri bıraktığını anlattı. Altından yapılmış diye kandırılarak aldığı Gibson Les Paul’un sonradan altından daha değerli olduğunu mizahi bir dille anlattı. Bir adam, sanki bize evinin salonunda özel bir dinleti veriyor gibiydi. Çok samimi bir atmosfer vardı. Seyirci daha katılımcı olabilirdi ama en azından Costello’ya odaklandık. Bir ara, seyircilerden biri plağını imzalattı, keşke yanıma albümümü alsaydım, hediye ederdim diye düşündüm. Belli mi olur.


Diana Krall ile çok ilginç bir çift olduklarını düşünürdüm şimdiyse ne kadar uyumludurlar diyorum. Diana, sofistike caz vokali ve ağırbaşlılığyla, Elvis ise muzipliği ve punk ruhuyla birbirlerini dengeliyordur sanki. Evin içi müzik doludur. Epey motive edici bir deneyim oldu bu konser benim için…Elvis’in müthiş dünyasına dahil olmak adeta bir ayrıcalıktı. Grubuyla çalsa bu kadar etkilenmezdim. Solo performanslar benim için çok ayrı bir değer taşıyor. Tek kişilik “talk show” (konuşa şovu) gibi… Bu cumartesi Açık Radyo’da ikinci programımda muhtemelen Elvis Costello parçaları çalmış olurum. Her cumartesi 18:00’da Dağınık Oda…


Ece Dorsay

ecedorsay@yahoo.om

31 Ekim 2011 Pazartesi

Açık Radyo Heyecanım ve The Smiths…

Açık Radyo Heyecanım ve The Smiths…
30 Ekim 2011 BirGun Pazar Eki


Haftalık yazma rutinim aslında haftalık düşünme ve analiz etme rutinine dönüşüyor bazen… Bu yazı yayınlandığında Açık Radyo’da başlayan Dağınık Oda adlı programımı yapmış olacağım. 29 Ekim günü başlıyor olması da ayrı bir tat. Her Cumartesi saat 18:00’da canlı yayın olacak. Alternatif rock /pop müziğe farklı bir perspektif getirdiğini düşündüğüm grup ve sanatçıları çalacağım. Radyo maceram, 2002 yılında Radyo Kozmos’da başladı. Jak Kohen beni oraya kabul etmişti. Dağınık Oda adlı programımda, canlı yayında, kendi seçtiğim alternatif parçaları çalıyordum. 2003 ortasına kadar bu keyifli program devam etti. Sonra Radyo Kozmos format değiştirmek zorunda kalıp sadece hit parçaları çalmaya başladı ve daha sonra kapandı. Çoğu farklı yayın gibi, ilk açıldığında büyük umutlarla ve idealist bir şekilde başlamıştı yayına. Ekipte Melih Kibar, Jak Kohen gibi değerli isimlerin yanı sıra o zamanlar popüler olan Cenk ve Erdem ikilisi, klasik müzikten seçkiler sunan Mehmet Ali Alabora vardı.

Radyo maceramın yeniden başlamasına sebep olan değerli isim Jak Kohen’e buradan ne kadar teşekkür etsem az.


Açık Radyo, senelerdir keyifle dinlediğim ve bir şekilde hayatımda yer etmiş bir kanal…

Muhalif ve özgür olması elbette en cezbedici özelliği. Bu kadar sene, yayın istikrarını bozmadan ayakta durması da hayranlık uyandırıcı. Özgür, bağımsız, demokratik” haysiyetli, duyarlı ve sıradışı bir radyo kurma projesi" 1995 yılında başladı. “Kâinatın tüm seslerine, renklerine ve titreşimlerine Açık Radyo" gittikçe yalnızlaşan 95 dünyasında bir şeylerin başka türlü de olabileceğini görebilmek/gösterebilmek için kapılarını açtı. 15 yıldır, özgürce yayınına devam etmekte… Dünya müziğinden caz müziğin farklı türlerine, pop müzikten deneysel müziğe, rock türevlerinden etnik müziklere, çok çeşitli türlerin farklı programlara ayrıldığı, her programla bambaşka renklere bürünebileceğiniz bir radyo kanalı. Destekçileri ile ayakta kalabiliyor çünkü çok güçlü bir bağ kuruyor dinleyicisiyle. Böyle bir oluşumda yer almak benim için BirGun gazetesi gibi bir oluşumda yer almaya benziyor; özgür ve muhalif bir yayında küçük devrimler yaratmak…


There is a light that never goes out (Asla yok olmayan bir ışık var) şarkısını dinliyorum The Smiths’den. İlk radyo programımı bu gruba ayırmayı düşündüm. Bir bahar esintisi gibi hafifleten ama sözleri ağır olabilen şarkılar yazan bir İngiliz grup. Morrissey’in önderliğinde seksenlerin en özgün gruplarından biri olmayı başardılar. Muhalif bir grup elbette.

The Smiths’in hüznü, neşesi, ironisi bana hep iyi gelmiştir. Sözlerini anlamayan biri çok şey kaçırabilir ama sadece melodileri ve gitar sound’u bile insanı farklı boyutlara sürüklemeye yetiyor. Bana her nedense melankolinin yanında huzur aşılıyor şarkıları… Asla dağıtan, parçalayan bir melankoli değil daha ziyade kendiyle barıştıran bir melankoli var parçalarında…


İlk Açık Radyo programım için, The Smiths’in en güzel şarkılarını seçmek elbette kolay değil çünkü nerdeyse bütün şarkılarını seviyorum ama 4 albüm ve birçok 45’likten oluşan yolculularında, epey sayıda güzel şarkıya imza atmış The Smiths. Kiminin hala sözlerindeki imgeleri çözmeye çalışıyorum ama keyifli olan da bu değil midir zaten? Çözülmek istenen çok şey var, en azından gerçek hayattaki bazı düğümler çözülsün, dileğim bu… The Smiths şarkıları, büyüsünü ve gizemini koruyabilir.


Açık Radyoyu web’den dinlemek için . www.acikradyo.com.tr


Ece Dorsay

ecedorsay@yahoo.com

Açık Radyo da Dağınık Oda - İLk Program 29 Ekim 2011

Daginikoda20111029 by Ece Dorsay

25 Ekim 2011 Salı

Paris’te Gece Yarısı

Paris’te Gece Yarısı
23 Ekim 2011 BirGun Pazar Eki

Bir Woody Allen filmine giderken, beklentilerim yoğun mizah ve aile düzeni eleştirisiydi. Bu filmde beklediklerimi çok fazla bulamadım. Aslında filmin ismi bile epey klişe bir senaryosu olduğu izlenimini veriyordu ilk başta. Paris’te yaşanan romantik bir aşk üzerine kaç tane film ve dizi çekilmiştir kimbilir. Say say bitmez heralde. İşin içinde Woody Allen varsa, farklı bir tat vardır diye düşündüm. Yok değildi. Edebiyata ve resme dair, dönemsel geri dönüşler (flashback’ler) ilgi çekiciydi. Kahramanımız Gil (Owen Wilson), kendi hayatı ve yazarlığıyla ilgili bir çok cevap arayan bir mahçup, naif bir adam. Başına gelen fantastik olaylar, onu 1920’lerin Paris’ine götürüyor ve Hemingway’den Picasso’ya oradan Gertrud Stein’e , birçok idolü ile tanışmasına vesile oluyor. T.S. Eliot da cabası….


Filmin fantastik kurgusuyla, realist meajları birleşince ortaya enteresan, derin durumlar çıkıyor. Hemingway’in aşkla ilgili verdiği mesaj Gil’i kendine getiriyor : “Yeteri kadar sevmediğimiz ve sevilmediğimiz için tüm insanlar ölümden korkar; ki bu nihayetinde aynı şeydir. Ama eğer gerçekten seni güçlü hissettiren, saygını hak eden bir kadınla berabersen, ölüm korkusu tamamen kaybolur. Çünkü vücudunu ve kalbini harika bir kadınla paylaştığında, tüm evren canlılığını yitirir. Sadece ikiniz var olursunuz. Ölüm artık zihninden silinir. Korku, kalbinden uzaklaşır. Yaşamak ve sevmek için tek tutku, senin yegane gerçeğin olur. Bu kolay bir iş değildir. Ama şunu unutma ki böyle bir kadınla beraber olduğun zaman, kendini ölümsüz hissedeceksin”

Gil, aslında hiç anlaşamadığı elitist, sanata sadece gösteriş olsun diye ilgi gösteren sığ nişanlısından ayrılmayı tüm bu yolculuktan sonra akıl ediyor. Daha doğrusu, kendi içindeki gerçeklere uzanıyor ve içsel bir uyanış yaşıyor. Her çağın insanının kendi içinde bulunduğu zamandan şikayetçi olup daha eskilere dönmek istediği ve bu durumun her daim aynı olduğunu vurgulaması da, filmin ilginç yanlarından biri. Görüyoruz ki, altın çağ dedikleri aslında sadece geçmişe nostaljik bir özlemden başka bir şey değil. Woody Allen, bu filmde tüm mesajları gayet katmanlı ve derin bir şekilde verebiliyor. En güzeli de bunu yaparken, bizleri çok keyifli bir yolculuğa çıkarıyor ve yormuyor. En büyük başarısı da bu değil mi zaten?


Ece Dorsay

19 Ekim 2011 Çarşamba

BRETT ANDERSON, BİZE HASSAS KALBİNİ VERECEK.

BRETT ANDERSON, BİZE HASSAS KALBİNİ VERECEK.
16 Ekim 2011 BirGun Pazar Eki

Kırgın ve ağlamaklı ama büyülü vokaliyle IKSV’de Cuma ve Cumartesi geceleri konserler verecek olan Suede lideri Brett Anderson’u beklerken, biraz biyografik bilgiler ile onu yakından tanıyalım isterim. Hem 2002 senesindeki H2000 festivalinde hem de Efes One Love 2010 festivalinde kendisiyle aynı alanda/sahnede çalma şansını yakaladım. İşte size detaylı bir Brett Anderson biyografisi :


“29 Eylül 1967 tarihinde doğan İngiliz ozan/şarkıcı Brett Anderson, Suede grubunun lideri olarak tanınır. Suede grubu 2003 senesinde dağılınca, kısa bir süre için The Tears (Gözyaşları) grubunun vokalisti oldu, 3 tane solo albüm çıkardı, daha sonra 2010 senesinde Suede grubuyla tekrar bir araya geldi. Brett’in androjen tarzı ve kendine özgü vokalleri, İngiltere’de kısa sürede bir fenomen haline gelmesini sağladı.


Brett Anderson'ı Suede grubunun solisti olarak tanıdık. Grup kendi isimleri taşıyan ilk albümlerini 1993 yılında çıkardı ve İngiltere listelerinin en üst sıralarına yerleşti. Hern ne kadar Amerika Suede’den nasibini alamamış olsa da (O dönem Nirvana ve Pearl Jam ortalığı kasıp kavuruyordu.) İngiltere Suede’e yeterli ilgiyi göstermişti.

Brett’in androjen tavrı ve benzersiz vokalinin tüm ülkede bir fenomen halini alması uzun sürmedi. Suede, ilk albümleri ile tüm ilgiyi üzerlerine çekti hatta henüz birşey yayınlamadıkları ilk zamanlarında bile herkes onları konuşuyordu. Bugün hala bir grubun üzerine konuşmak için o grubun iyi müzik yapmış olması gerekir ki Suede kesinlikle bunu karşılıyor. Suede akıllara 90’ların ortalarında Britpop konseptinin yolunu açan grup olarak kazındı.

Tüm bu başarı yaklaşık 10 yıl sürdü. 4. albümden sonra gitarist ve söz yazarı Bernard Butler gruptan ayrıldı. Bu ayrılık Suede’i sarstı. Yerine gelen isimler onun eksikliğini dolduramadı. Grup, o tehlikeli tavrını Bernard’sız sürdüremedi.

Grup 5. albümü “A New Morning” den sonra 2003 yılında dağılma kararı aldı. Ancak bu durum Anderson için bir son değildi.

Önce Suede’in gitaristi Bernard Butler ile The Tears adında bir grup kurdu ve ilk albümleri “Here Come The Tears” 2005 yılında çıktı. Sözleri, zaman içinde olgunlaşan Brett’i bizlere tanıtan bu album NME tarafından övgü aldı. Ama Suede’in devamıymış gibi değerlendirmeler de oldu. Grup bir sene sonunda dağıldı.

2006 yılının Mayıs ayında Brett solo bir albüm üzerinde çalıştığını açıkladı ve onu takip eden yıl kendi adını taşıyan ilk albümünü çıkardı. Albüm, sevimsiz ve hayalgücünden yoksun olarak değerlendirildi. Artık tek başına olduğu için daha mütevazı olması beklenen ama tersi şekilde çok keskin bir ifadesi olan albüm için Brett “Beni çok heyecanlandırıyor, o benim çocuğum gibi!” demişti. Bu albumu 2008 de çıkan “Wilderness” takip etti. Onun için yapılan yorumlar da bir öncekinden ileriye gitmedi, Brett’in bir zamanların en iyi indiepop sanatçısı olarak nasıl bu hale geldiği gibi pekte olumlu olmayan yorumlarla karşılaştı. Doğrusu solo çalışmalarında Suede’in enerjik ve eğlenceli soundundan eser yoktu.

Bu albümden sonra Brett 2009 yılında ”Slow Attack” adında yeni bir albüm yayınladı. Üç albüm de Suede’in solisti Brett Anderson tarafından yapılsa da “Slow Attack” bambaşka bir işti ve olumlu değerlendirmeler alarak Brett’i mutlu etti.

2010 yılında Suede Kanserli Çocuklar yararına yapılan gece de sahne almak üzere biraraya geleceklerini duyurdu. Bu durum, grubun birleştiği gibi algılandı ancak Brett grubun sadece bu konser için beraber olduğunu, geri dönmek gibi bir planları olmadığı konusunda oldukça net açıklamalar yapıyordu. Daha sonra grup Londra’da 2 konser daha verdi. Grubun birleşmese de sahne alıyor olması bir çok kritiği çok mutlu etti, bunun farkında olan Suede elemanları bir Best Of yayınladı ve arkasından ufak bir Avrupa turu yaptı.

Suede 2011 yılında da performanslarına devam etti. Bu yıl aralarında One Love Festival’ında olduğu bir çok festivale katılan grup, çok iyi olacağından kesin ve net emin olmadıkları sürece yeni bir albüm çalışmayacaklarını açıkladı.

Suede ile konserleri Brett Anderson’ı solo albüm yapmaktan alıkoymadı. Brett, Eylül ayında yeni stüdyo albümü “Black Rainbows”u çıkardı. Albüm, bugüne kadar Anderson’un solo kariyerinde eksikliği hissedilen cesarete sahip ve zarif bir albüm. Brett Anderson, hala etkileyici ve ayırt edilir bir vokal. Anderson, Cuma ve Cumartesi akşamı Salon İKSV’de sahnede olacak.”


Tüm bu bilgileri topladıktan sonra, bana düşen, nefis bir Brett sözünü paylaşmak .

Epey karamsar sözler o yüzden ruh haliniz iyiyse bu şarkıdan uzak durun. Benim şu ara uzak durduğum gibi. Gerçekten dibe vurduğunuz zamanlarda ise Brett’in çatlak sesi ilk yardım gibi gelecektir : (Aslında çağımızın samimiyetsizliğinin bir eleştirisi gibi okuyorum ben bu sözleri. İlişkilerde gerçeklik arayan bir insanın haykırışı.)


-Aşk Öldü-

hiçbir şey yolunda gitmiyor

hayatımda hiçbir şey gercekten akışında değil
benim önemsediklerimi kimse paylaşmazsa,kimsenin umrumda olmuyor
insanlar gözlerinde ki korkuyla yitip geçiyorlar hayatımdan

aşk öldü.
Telefon çalıyor ama kimse benimle konuşmayı düşünmüyor
Trafik hızlanıyor
ama kimse o kadar geç durmadı
Zeki arkadaşlar en sonunda umursamazlar

İnan bana
aşk öldü
sanal gülümsemeleriyle plastik insanlar..
Akıllarının arkasında sırlarını değişiyorlar
Plastik insanlar

Ve bize verdiğiniz tüm yalanlar
Ve tüm söylediğiniz şeyler
Kafamda rüzgar gibi esiyorlar

Ece Dorsay

ecedorsay@yahoo.com

9 Ekim 2011 Pazar

“Gözlerine Baktığımda Ruhunu Görebiliyorum…” James Ziyafeti


“Gözlerine Baktığımda Ruhunu Görebiliyorum…” James Ziyafeti
BirGun Pazar Eki 9 Ekim 2011


Dün gece Refresh The Venue’de Tim Booth ve ekibi James bize müthiş bir müzik ziyafeti hatta daha ötesi bir rüya sundular. Müzik yazarları dostlar; Zülal Kalkandelen, Çetin Cem ve twitter’dan James müptelaları da bizlerleydi. Gecenin en bomba olayı da NME dergisi çalışanı İngiliz DJ’lerin kabininden konseri izlemek oldu. Zaten VIP bileti almuştık, bir de üstüne sahnenin tam kenarından ve yukardan izlemek büyük keyifti. Tim, bir ara her yere tırmandı ve hatta seyircilerin arasına karıştı. Büyük bir rock konserinde, ömrümde böyle bir samimiyet görmedim. Konser öncesi DJ’ler bize nefis şarkılar çaldılar. The Smiths’ten, Acdc’ye epey isimle coştuk. Morrissey de istedik çaldılar. İsteğim üzerine Manic Street Preachers’dan DEsign For Life’ı da çaldılar. Benden mutlusu olamazdı. Hüzünlü kalbime biraz olsun merhem oldu bu şarkılar.

1980’lerden beri varolan bir grup James. Kendi yolunda emin adımlarla ilerleyen ve asla çok fazla poh poh’lanmamış bir grup oldular. Brian Eno ile çalışmaları ise gerçekten müzikal anlamda dönüm noktaları oldu. 1998 yılında grubun toplama albümü "The Best Of" piyasaya çıktı. Bir sonraki sene ise grubun "Laid" albümünden sonra ilk kez James'le birlikte çalışan Brian Eno'nun prodüktörlüğünde ki "Millionares" piyasaya çıktı. Bu arada James'in coverladığı parçalar arasında ise Morrisey'in "We Hate it When Our Friends Become Successful", Leonard Cohen'in "So Long Marianne", Velvet Underground'un "Sunday Morning" ve David Bowie'nin "China Girl" adlı şarkıları bulunuyor. Grubun şarkılarını cover'layan gruplar arasında ise: Smiths "What's The World", Unrest "Folklore", Voice of the Beehive "Sit Down", Carter the Unstoppable Sex Machine "Sit Down", Kulas "Laid" ve Better Than Azra "Laid". Grubun son çalışması ise 2001 yılı çıkışlı "Pleased To Meet You".

Yeni albümleri “Hey Ma” 2008 yılının 7 Nisanında piyasaya çıkan James, İngiltere albüm listelerinde 10 numaraya kadar çıktı. Bu albümü bir turne daha takip etti. “Porcupine” ve “Look Away” parçalarınında çalındığı bu turne yeni bir albümün denemeleri olarak değerlendirildi. James, Nisan 2010’da kritiklerin bu yorumunu doğrular bir haber ile 2 mini albüm yayınlayacaklarını duyurdu. “The Night Before” 19 Nisanda “The Morning After” ise 2 Ağustos’ta dinleyiciye sunuldu. En coşkulu şarkılarından biri Tomorrow (Yarın), Sözlerinden birazını paylaşayım :

Tomorrow (Yarın) şarkısının sözleri :

Seni düşerken görüyorum Daha ne kadar gideceksin yere düşmeden evvel

Beni burada göremiyor musun? Senin için bir hayalet miyim?

Çok sıkı tutunuyorsun Aşkı silah veya ağ ile yakalayamazsın

Yolunun değişeceğine inancını koruman gerek Şansının döneceğine inancını koruman gerek

Yarın, yarın, yarın…… Neden telefon ediyorsun?

Ne yapabilirim senden kilometrelerce uzak iken? Hep en karanlık odalardan arıyorsun Ve ikimiz de korkuyoruz.

Ece Dorsay

ecedorsay@yahoo.com

2 Ekim 2011 Pazar

KIRMIZI KARANLIK videomdan kareler :

“Çocuklar gibi Şendik, Herkesi Yendik!”

“Çocuklar gibi Şendik, Herkesi Yendik!”
2 Ekim 2011 BirGun Pazar Eki

24 Eylül Cumartesi günü, Kumbaracı50’deki Değişim için 100 Bin Şair gecesi, ufak tefek teknik aksaklıklara rağmen çok ama çok güzel geçti. Performansıma odaklandım ve oraya gelen güzel insanları, değerli dostlarımı büyüledim. Tevazuya gerek yok, tüm benliğimle çaldım ve dostlar sofrasında muhteşem sohbete daldım daha sonra. O gece Ceren Candemir, Naim Dilmener, Kadri Karahan, Olcay Tanberken, Erdem Özsoysal ile eğlenceli bir sohbete daldık. Fırat Demir ve Birhan Keskin’den dizeler dinledik. M. Matiz ve Y. Mori’de sahne aldılar.

Biten nefis yaz mevsiminin ve sinsice gelen sonbaharın üzerimdeki buhranını epey bir yok etti bu güzel hatıralar… Les Hommes Qui Passent (Patricia Kaas), Let me Kiss You (Morrissey) yorumladım ve iki albümümden de birçok bestemi çaldım. Kimlik Kartı Yok Aşkın’ın tüm duvarları yıkan, anarşist bir aşk şarkısı olduğunu söyledim, çok güzel tepkiler aldı.

Bazen yaşamak daha zor, bazense yazmak. Ömür törpüsü gibi düşüncelerin akışını izlemek bazen. Kimi zamansa gerçekten büyük bir neşe kaynağı. Güneşi gerçekten seviyorum ve bu gelen yağmur her ne kadar ruhuma güzellikler katsa da, ben hep güneş ve çiçek çocuğu olarak kalacağım. Gerçek dostların insana nefes aldırabildiği boğucu zamanlardayız O dostlar ki, kazanması emek isteyen ve kazanınca da asla kaybedilmemesi gereken, değerli pırlantalar gibi parlak… Verdiğiniz emek kadar var’lar. En yavaş ilerleyen işler en sağlam yere çıkıyor. Müzikte de bu böyle, dostlukta da, aşkta da…Sabır ve emek istiyor hayat… Üç dakikada şöhreti tadanlar, kıymetini bilemiyorlar. Üç dakikada güzel insanlar ile çevrelenenler, yalnızlığın en kör kuyusuna inmemiş olanlar, çevresini saran güzel varlıkların da kıymetini göremiyor. Önce tökezlemek sonra yürümek, benim hep işime yaradı. Önce yara aldım, önce battım sonra çıktım. Tüm bu yaşadıklarım beni daha güçlü, daha yıkılmaz yaptı. Eğer önüme birdenbire çiçekli yolları serseydi hayat, soğukkanlı ve sabırlı olmayı öğrenemezdim.

Şimdilerde çok projeler var, tek başıma kafa yorduğum. Bir başıma tırmaladığım ve cevabını beklediğim. Tabii sürpriz projeler de geliyor ve heyecan verici oluyor. Beklemek, belki de erdemlerin en büyüğü… Hayatın, her şeye kendi şeklini vermesine izin vermek.
Heykeli yapan heykeltraşın maharetine teslim olmak gibi yaşamak. Kadercilik de değil asla, bahsettiğim. Sadece inanarak yürümek. Kendine inanmak ve hayata inanmak. Bazen zor olsa da buna değer…

Not : Amy Winehouse’un doğumgününde bir yeğenim oldu, ismi Ozan Doruk. Başak burcu.
Nice güzellikler ve huzur getirsin etrafımıza, varlığıyla…

Ece Dorsay

ecedorsay@yahoo.com

Melankolinin Hapsinden Artık Kurtar…

Melankolinin Hapsinden Artık Kurtar…
25 Eylül 2011 BirGun Pazar Eki


Bu yazı çıktığında muhtemelen bir evvelki gün 100 bin şair gecesinde çalmış olacağım. Fakat bu yazıyı bir gün öncesinde yazıyorum haliyle. Heyecanlıyım. Sahne almaya ezelden beri alışık olmak da durumu değiştirmiyor, insan her yeni performansı için büyük bir heyecan duyuyor. Üstelik çok değer verdiğim dostlarım ve müzik insanları beni izleyeceği için bin kat daha heyecanlıyım. Heyecanlar ve yoğun hisler, bunlar güzel şeyler… Coşkular hele…Yaşamı yaşamaya değer kılan hisleri barındırmak güzel ama bedeli de ağır…Sürekli bir hüzün, ağır bir melankoli ve özlem hali…Çevremde sanat duyarlılığı olan insanlarda bunu gördüm ama kimimiz daha yoğun yaşıyor bu sürgün hissini…Her Günün Sonunda adlı bestemi 2002 yılında bestelemiştim aşağı yukarı ve elektrikler kesikti, “Bir Sürgün gibi yaşarken bu ıssız adalarda, kaçıp kurtulmak isteriz, nerdeyiz” diye yazmıştım karanlıkta kağıda. 2002 yılında, Tezer Özlü’yü pek bilmezdim veya Nilgün Marmara’yı ya da Virginia Woolf’u ama ürkütücü bir hissiyat birliği olmuş sanki o dizeyi yazarken. Küçük yaştan beri melankolinin hapsindeyim.

Dünyayı değiştirmek isteyen şairlerden biri gibi hissediyorum kendimi. “Gibi” si fazla hatta . Bunu çekinmeden söyleyebilirim. Eski çağ romantik şairleri Byron ve Shelley gibi ağır bir ruhani yük var sanki üzerimde…Siyasi bağlamda bakarsak, klişeleşmiş cinsiyet rollerini reddedip, kadının durduğu yeri flulaştırdığım için ve aşkın en anarşist ve devrimci gerçek olduğuna inandığım için… Tüm sınıfsal kategorileri reddettiğim için…Hümanizm eski bir kelime ama tekrar tekrar hatırlanmalı… Egoistokur.com web sitesi için sevgili Gülenay Börekçi benden 10 tane efkar şarkısı istedi. Bir çırpıda yazdım ama sonra aklıma bir sürü enfes şarkı geldi. 10 şarkıya indirebilmek için epey uğraştım. Sonunda tüyler ürpertici derecede hüzünlü olduğuna inandığım kalbi kırık 10 aşk şarkısı seçtim :

Antony and the Johnsons – The Lake
Damien Rice – The Blower’s Daughter
İlhan İrem – Anlasana
The Smiths – I know it’s over
A-ha – Manhattan Skyline
Patricia Kaas – Les Hommes Qui Passent
Jeff Buckley – Hallelujah
Leonard Cohen – In my secret life
Mazhar Alanson – Benim hala umudum var
Radiohead – Exit Music (for a film)

Kendimi ve dinleyenleri/okuyanları daha fazla hüzne boğmak değildi amacım. Aslında aşka dair coşkulu şarkılar da seçmiştim ama ismi efkar karması olan bir listede coşkulu aşk şarkılarının yeri yoktu. Yüreği en fazla dağlayanları seçtim. Kimi isyan eden, kimi umut besleyen, kimi aşka genel bir bakış atan şarkıları seçtim.

Şarkılar, şiirler hayata tutunmamıza ve hatta umutlarımızın yeşermesine yarıyorlar. Acımıza ortak oluyorlar. Dilediğimiz hayatı yaşama şansını ve/veya fırsatını elde edene kadar can simidimiz/dostumuz onlar. Dilediğimiz hayata ulaşabilirsek yani sevdiklerimize kavuşabilirsek zaten hep yanımızda olacak olanlar gene şarkılar ve şiirlerin dizeleri…
Buz gibi teknoloji çağında tam da ihtiyacımız olan, biraz hümanizm ve gerçek iletişim. Buz camların ardını görebilmek ve o camları aşıp sahici köprüleri yürümekten korkmamak, mert insanın hakkı olmalı…

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

Değişim için 100 Bin Şair : 24 Eylül

Değişim için 100 Bin Şair : 24 Eylül
18 Eylül 2011 BirGun Pazar Eki

Değişime, Doğu ile Batı arasındaki kültürel köprüye, üretimin tüketimi yeneceğine, barışa, insani olan duyguların paylaşımına inanan herkes bu festivale katılacak. Ha izleyici ha konuşmacı olarak, aslında fark etmez, yeter ki tüm kalbimizle ve geleceği güzelleştirebileceğimiz inancıyla orada olalım. Şairler, müzisyenler kendi oluşturdukları dil ile değişimi haykıracak. Böylesine devrimci ve umut vaat eden bir etkinlikte sahne almak elbette hepimiz için çok değerli ve anlamlı. 24 Eylül cumartesi gecesi, Naim Dilmener, Mabel Matiz ve Yasemin Mori gibi güzide müzik insanları ile Kumbaracı50’de, müziğin saf ve direkt dili etkisiyle de değişimin mümkün olabileceğini haykıracağız.

Basın bülteninden alıntılarsak, olayı daha net kavrarız :
“Şiir seviyorsanız 24 Eylül'ü kaçırmayın. Baştan sona şiirle, Lale Müldür, Birhan Keskin, Haydar Ergülen, Yüce Kayıran, Fırat Demir, Enis Akın, Akif kurtuluş, Elif Sofya, Anita Sezgener, Süreyya Evren, Pelin Özer ve Latife Tekin'le ile dolu bir gün.
DEĞİŞİM BAŞLIYOR!
100'e yakın ülkede yapılacak olan Değişim İçin 100 Bin Şair şimdi Türkiye'ye geliyor!Değişim İçin 100 Bin Şair bambaşka bir şiir anlayışıyla Türkiye'nin yerleşik kültürel kalıplarına, ayrımcılığa ve nefrete karşı sesini yükseltmek için geliyor! Değişim için bu sefer de şiirler ve şairlere kulak veriyoruz.Tüm dünyaya yayılan ayrımcılık ve nefrete karşı şairlerin değişim arzusunu ve şiirlerin değişim gücünü harekete geçirmek için mimarlığını yaptığı Amerikalı şair ve editör Michael Rothenberg’in mimarı olduğu Değişim İçin 100 Bin Şair (100 Thousand Poets For Change) Avrupa’dan Ortadoğu’ya pek çok ülkede, farklı şehirlerde düzenlenecek. Fırat Demir'in Türkiye ayağının koordinatörlüğünü yaptığı festival istanbul ve Mardin'de, ülkeyi sarmalayan kültürel kısıtlamalara ve tüm dünyada olduğu gibi ayrımcılık ve sansüre karşı duracak, geciken barışın çağrısını şiirle yapacak. Ülkenin Batısı İstanbul'da Akbank Sanat Merkezi'nde geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz Seyhan Erözçelik'in anmasıyla başlayıp, Murathan Mungan, Lale Müldür, Birhan Keskin, Haydar Ergülen, Yücel Kayıran, Fırat Demir, Enis Akın, Akif Kurtuluş, Elif Sofya, Anita Sezgener, Süreyya Evren ve Pelin Özer'in konuşmalarıyla devam edecek. Düzyazıyı şiire yaklaştıran Latife Tekin de orda olacak. Devamı kumbaracı50’de yapılacak olan partiyle gelecek olan festivalde, Yasemin Mori, Mabel Matiz, Ece Dorsay, Naim Dilmener gibi isimlerin konserleri, şarkıları, şiir okumalarıyla sürecek. Mezopotamya mozaiğini tamamlayacak olan, ülkenin Doğusu Mardin’deyse Mardin Sakıp Sabancı Kent Müzesi’nde Kemal Varol, Azad Ziya Eren, Veysi Erdoğan, Emel İrtem, Habip Can Türker gibi şair ve yazarları bir araya getirecek. Her zamanki şiir tartışmalarının kendi kapalı alanında sıkışık kalmayacak olan Değişim İçin 100 Bin Şair daha yıkıcı bir şiir anlayışı ile Türkiye'nin önünü açmayı amaçlıyor. “
Ben böyle bir etkinlikte yer almaktan dolayı çok büyük heyecan duyuyorum. Dünyayı değiştirmek her duyarlı şairin ve müzisyenin bir ütopyasıdır. Bu konuda atılacak her adım, en azından kültürel anlamda depremler yaratabilir. Sadece denemek için kenetlenmek bile insana dair umutları yeşertir. Böyle bir organizasyonun parçası olmak, yıllar sonra gelinen yere bakıldığında daha da anlam kazanabilir. Kinizmin zamanı değil, şikayetin hiç değil, bizim yapmamız gereken kalemlerimize ve enstrümanlarımıza sarılıp değişime olan acil ihtiyacımızı haykırmak.

http://100binsair.blogspot.com/
Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

Patti Smith’in izinden : PJ Harvey

Patti Smith’in izinden : PJ Harvey
11 Eylül 2011 BirGun Pazar Eki

PJ Harvey, prestijli Mercury ödülünü ikinci kez kazanan ilk sanatçı oldu. “Let England Shake” (Bırak İngiltere Sallansın) isimli 8. solo albümüyle… Albüm, Birinci Dünya Savaşı’ndan Irak ve Afganistan’a İngiltere’nin katıldığı savaşlara dair anlatımlarla dolu şarkılar içeriyor. Harold Pinter ve TS Eliot’tan alıntılar yapan sanatçı şarkı sözlerini müzikleri bestelemeden önce yazdı.

Harvey Mercury Ödülleri’nin 20 yıllık tarihinde bu ödülü ikinci kez kazanan tek santçı oldu.Daha evvel 2001 yılında “Stories from the City, Stories From The Sea” (Şehirden ve Denizden Hikayeler) albümüyle 11 Eylül 2001 yılında aynı ödülü kazanmış ama törene katılamamıştı çünkü o sırada kendi deyimiyle “Pentagon’un yanışını” otel odasından izlemeye maruz kalmıştı.

Sekizinci stüdyo albümünü yazmanın çok uzun zamanını aldığını ve kendisi için çok önemli bir albüm olduğunu da ekliyor PJ Harvey. Sadece kişisel arayışı için değil, tüm dünyada son 10 senede süregelen kaotik durumlar ve savaşlardan etkilenerek yazdığını söylüyor tüm yeni şarkılarını. Gotik elbisesiyle ödülünü almdan önce “The Words That Maketh Murder” (Cinayeti hazırlayan kelimeler) şarkısını, müthiş bir enerji ile söyleyip seyircileri hayrette bırakıp sarsmayı başarıyor.

9 Ekim 1969 doğumlu İngiliz şarkıcı, ozan, müzisyen ve sanatçı PJ Harvey’in Patti Smith ekilenimi çok net. Punk ruhu olan muhalif ozan Patti Smith’i anlatan belgeselde, kendisinin ne kadar güçlü bir söylemi olduğunu ve dobra/sözünü sakınmayan tavrını, otobiyografisi “Just Kids” (Sadece Çocuk) da naif ruhunu ne kadar koruduğunu da anlamıştım. Pj Harvey’in ruhunda ve sesinde Patti Smith titreşimlerini her zaman duydum. Adeta Patti’nin kız kardeşi gibiydi ama feminen’liğin kurallarını da kendi stiliyle yeniden yazıyordu adeta. “Cinayet Yaratan Kelimeler” gibi de çevirebileceğimiz bestesine hayran kaldığını The Guardian adlı medya kuruluşuna anlatan Patti Smith, Pj Harvey’e olan sevgisini ve hayranlığını gizlemiyor.

Piyano, bas ve çeşitli klavye türlerini de çalmakla haşır neşir olan PJ’in bu çok yönlülüğü kendime yakın bulduğum bir durum. Şarkılarını tamamiyle sahiplenen ve her köşesiyle bir heykeltıraş gibi uğraşmayı seven bir sanatçı Pj Harvey. Nick Cave ile bir ilişkisi olduğu söylentileri çıkmıştı. Tricky ve Radiohead ile ortak işler yaptı ve Marianne Faithfull’ a şarkılar verdi.

PJ Harvey'in gitar, bas ve davul üçlemesiyle çıkan "Dry" isimli ilk albümü büyük başarı kazanmıştı. Albüm sadece Birleşik Krallık'ta değil, dünyada ve özellikle Amerika Birleşik Devletleri'nde de beğenilmişti. PJ Harvey aynı dönemde Rolling Stone dergisi tarafından en iyi şarkı yazarı ve en iyi yeni kadın vokalist seçilmişti. Kurt Cobain, en beğendiği 50 albümden biri olduğunu söylemişti. Daha ne olsun?

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

Sonbahar Başlarken…

Sonbahar Başlarken…
4 Eylül 2011 Pazar BirGun eki


Kelimeler bazen tükenir klişesi vardır. Bu gece bu yazıyı yazmaya başlarken aslında daha ziyade dizeler var kafamda…Gazeteye dize yazılır mı demeyin, elbette sıra dışı bir durum olur. Denemeler de dize sayılmaz mı aslında? Kelimelerin bittiği yerde gerçekler mi başlar yoksa tam tersi mi bilmiyorum. Tek bildiğim 1 Eylülü 2 Eylüle bağlayan gecede bu yazıyı yazarken, güzelim Temmuz ayının ve İzmir’deki keyifli günlerimin ne çabuk geçtiğine kafayı takmış olmam…

Dün gece Taksim’de burnumuzun dibinde patlayan silahlar, İzmir’e olan özlemimi perçinledi. Evet, kelle koltukta gezmek bir insanın mecburiyeti olmamalı… Tüm iş imkanları bu şehirde diye hapsolduk kaldık…Çifte yaşam kurmak en güzeli ama bazı köprüleri de kafada yakmadan olmuyor işte…Her şeyin bir bedeli var elbet…

Elimde eski biletler var…Rüyalarımın kapısını aralayan biletler… Sonra düşünüyorum tekrar : Galiba kafasında gözle görülmeyen bir huni olanları sevdim hep. Dostluk ve aşk gibi kelimeler de ne kadar sınırlayıcı aslında…Etiketleri hiçbir zaman sevmedim…Sadece dert anlatabilmek için lazım oldular yoksa gerçekten çok boğucu ve kısıtlayıcı buluyorum etiketleri... Şekli şemali yok ne dostluğun, ne aşkın, ne sevgili olmanın…Kuralı da yok…
Sonuç olarak tüm gezinti ruhumuzun içinde…Dışarıda olanlar, gönül gözüyle bakarken şairane bir tavrın bu çağda bazen çırpınışları bazen kaçışları…

Kariyerist insanlar bana plan yap, plan yap diyorlar ama asla planların insanı olmadım galiba. Karşıma doğru ekip çıkmadı ve sanırım özgürlüğüme düşkün oldum. Doğru sinerjiyi yakalamak klişe lafı cümlesi ya ; Sahiden öyle. Doğru insanları, ekibi, müzisyenleri ve prodüktörü bulamadıkça veya o motivasyonu beraber sağlayamadıkça, Don Kişot olarak kalıyorsunuz ve bir başınıza yürümek daha cazip geliyor, kariyerist mantıkta ideal olmasa da.
Taşları yavaş yavaş diziyorum evet. Galiba en zor yolları seçiyorum ama zaten özgürlüğün bedeli de bu değil midir? Sindire sindire ilerlemek…


En motive edenler de bazen en çakal kafalar çıkabiliyor üstelik. Bu tür durumları çok yaşadım. Kendi çıkarları için sizi motive edip sonra da parsayı toplayarak kaçanlar çok fazla var. Bunca senenin deneyimini de, büyümüş de küçülmüş tiplere anlatmanız mümkün değil elbet… Zaten anlatmaya çalışmıyorum bile…Sadece daha dingin bir kafa ile üretmek istiyoum artık. 20’li yaşların o lüzumsuz hırslarından bağımsız kalarak. Kendi kendini yormaktan başka bir işe yaramıyorlar çünkü.

Sonbahar’da da güneye inilebilir aslında ama burada bekleyen çok iş var. Ailevi sorumluluklar vesaire derken gri şehir ile baş başa kaldık. Gri derken sokaktaki çatışmalı durumları ve gerginlikleri kastediyorum. Gerçekten çoğu metropol artık huzurdan uzak…
Bir balıkçı köyünde yaşamak, Ortaçgil gibi, çok cazip gelebiliyor böyle zamanlarda…

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

1 Eylül 2011 Perşembe

Müzisyenler Dünyayı Kurtarırken Ne Kadar Samimi?

Müzisyenler Dünyayı Kurtarırken Ne Kadar Samimi?
28 Ağustos 2011 Pazar BirGun Pazar Eki


Gary Barlow, Tinchy Stryder, Wretch 32 gibi gruplar, Massive Attack şarkılarını yorumlayacaklarmış ve amaç, ihtiyacı olan çocuklara yardımmış. Müziği, yardım amaçlı yapmak veya müzik sektörünü yardım amaçlı yönlendirmek gerçekten güzel ama mesela Bono’nun artık bundan rant sağladığını düşündüğüm için, yardım organizasyonlarına daha bir şüpheyle yaklaşıyorum. Şimdi de star’larımızın Somali için bir kampanyada yer almaları elbet uzaktan çok parlak gözüküyor ama bir yandan yardımın gizliliği her zaman daha dürüsttür , biliriz. Büyük reklamlar ile yapıldığı zaman, yardım edilene mi yoksa edene mi yaradığından emin olamıyoruz. Keza Lady Gaga’da AIDS ile ilgili kurumlara epey yardımda bulunmuş.
Cesur duruşu takdire şayan gözükürken, kendini çiğ etlere sarıp dolaşması nasıl bir dikkat çekme arzusunda olduğunu bizlere gösteriyor.

Bob Geldof’un 1985 yılında Londra Wembley Stadyumu’nda düzenlediği ve Michael Jackson’dan Tina Turner’a, U2’dan George Michael’a bütün yıldızları kattığı LIVE AİD adlı Afrika’ya yardım organizasyonu, giden yardımların Afrika’nın batı ülkelerine ödediği borcun yanında hiç kalması sebebiyle bir yere varamamıştı ve Bono, bunu öğrenir öğrenmez basından gizli olarak Etiyopya’ya eşiyle gitmişti. 2000’lerde bşlattığı Borçlar Silinsin kampanyası da bu dönemin etkisinin bir ürünüydü. Bu çabası da sanırım net bir sonuca varamadı.

Müzisyenlerin böyle uğraşlara girmesi elbette çok anlamlı. Tek problem, günümüzde yardım kampanyalarının içinin boşaltılması. Kısacası perde arkasını bilemiyoruz ve tüm yapılan kampanya reklamlarının ve afişlerinin masrafından azı mı yardıma gidiyor emin değiliz.
Üstelik bu yardım kampanyaları öyle bir gövde gösterisine dönüşüyor ki, sanatçı adeta bir kahraman ilan ediliveriyor. Dolayısıyla hiçbir şeye dokunmayan sanatçı bile daha masum gözüküyor bu tabloda.

Aslında kendini sürekli yardımlara adamış mesela Bryan Adams ve Sting gibi GreenPeace örgütü ile senelerdir yakın temasta olan ve yağmur ormanları konusuna takmış sanatçıların bu konulara olan duyarlılıklarındaki istikrar benim için daha çok şey ifade ediyor. Dönemsel veya kısa vadeli bir yardım yerine , yaşamsal bir davaya dönüşmesi mühim : Örneğin bir sanatçının kariyeri boyunca, yazdıkları ve çizdikleriyle, örneğin ırkıçılık veya homofobi ile savaşması bana daha dürüst geliyor. Kadın haklarına duyarlı bir sanatçının sürekli bu temaları işlemesi veya bu tür organizasyonlarda yer alması doğal. Bana doğal gelmeyen, sürekli en büyük firmaların reklamlarında oynayıp veya kapitalist düzenin bolca kaymağını yiyip daha sonra birden haydi Afrika’ya yardım edelim veya haydi çocuklar için el verelim diyenler. Haydi bunu yapsınlar da bari üzerine kahramanlık payesi almasınlar. Reklam kokan kahramanlık, bazılarıın üzerine bol geliyor.

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

24 Ağustos 2011 Çarşamba

Canım İzmir ve dahası…

Canım İzmir ve dahası…
21 Ağustos Pazar 2011 BirGun Pazar Eki

İzmir’den ayağımın tozuyla dün döndüm. Yaklaşık bir buçuk aydır evimden uzaktaydım. Önce Bodrum sonra İzmir , Çeşme, Çandarlı…Nisan ayında da konser vermek için İzmir’e gitmiştim. Zaten İzmir ile en güçlü bağım o sırada başladı. Bios’taki ilk İzmir konserim ile. Temmuz ayında tekrar İzmir’ e gittim. Gidiş o gidiş. Bir türlü dönemedim. En yakın dostumun orada yaşıyor olması ve Foça’daki Rock-a festivali bir yana, Konak Pier, Kızlarağası Han gibi büyülü şehir mekanlarında uzun vakit geçirdim. Çeşme’de zar zor bir pansiyon bulup, sağda solda gezindim. Monk barda canlı caz müzik dinledim.

İzmir’in şehir merkezi benim için ayrı bir önem taşıyor. Alsancak’ta Sevinç Pastanesi’nde oturmak, Asansör adlı kuleye çıkıp (Dario Moreno sokağı ve Enrico Macias heykeli var) tüm şehir manzarasını izlemek, İnciraltı gibi enfes bir yerden geçerken palmiyeler ve dev orman alanlarıyla dolu deniz kıyısını görmek…Beni en çok Konak Pier ve Kızlarağası Han etkiledi ama…Konak Pier’den günbatımı, çalan Fransızca şarkılar, denizin üstüne iskemle koymuş oturuyor gibi engin bir sonsuzlukta hissetmek… Kızlarağası Han’da, fincanda pişen türk kahvemi içtim ve yanında renkli lokumları yedim. Fasıl heyeti geziniyordu, çok keyifliydi. Üst kata çıktım, eski sahaflar ve antikacılar çarşısı vardı. Matara İlgi Evi adlı bir plak dükkanı keşfettim. İkinci el 45’likler, plaklar, nerdeyse 10 bine yakın plak varmış. Özkan ile epey sohbet ettik. Plak kapaklarına bakmak bile çok eğlenceliydi. Alt kattaki antikacıdan kırmızı bir chopper motorsiklet biblosu aldım. Bakırcı Osman lakaplı, Cahit Berkay’a benzeyen, girer girmez bana Carol King plağını gösteren, hippie ruhlu çok iyi bir adamcağızdı. Yan dükkanı işleten eşiyle de tanıştım. Vedat Sakman’ın da yakın dostuymuş. Eve döndüğümde, biblo elime ulaştı mı diye telefon bile açtı. Misafirliğe çağırdı birgün. İzmir’de kendimi nerdeyse Kaliforniya kadar modern, bol palmiyeli ve enfes kıyı şeritli bir şehir görünümünde ama insanların hala birbirine içten selam verdiği mahalle ruhunu koruyan sımsıcak bir kasabada hissettim.

Güzelbahçe’de dev kalamarlar yedik. Dünyadaki en ucuz balık yeme yöntemi burada adeta… Restoranın kapısında satılan deniz ürünlerini seçiyorsunuz ve alıp ödüyorsunuz. İster gidip evde yiyorsunuz, ister restoranda pişirtip yiyorsunuz. Restoran’ın kazancı ise yediğiniz mezelerden oluyor. Her yerde bulabileceğiniz balık pişiricileri ise tam bir Ege kentinde olduğunuzu vurguluyor. Balıktan alınan keyif, hiçbir yerde yok.

Tatilimi uzun filan tutmadım çünkü aslında bu bir tatil değildi benim gözümde… Hem içsel hem dışsal bir yolculuktu. Kendime yolculuk, kendimle yolculuk, kalbime ve dost kalplere yolculuk… Evden uzak, çantamla beraber yaşama hissi…Bomboş bir pansiyon odasında tek başıma kalmanın ağırlığını da yaşadım, bana çalınan kimi şarkılarla da coştum, bir yanlış anlama ile yıkılmanın meteor etkisini de yaşadım… Gerçekten değerli izler de bıraktım ve kalbimde o izleri taşıdım. Tüm bunlar olurken bazen yanımda dostum oldu ama genelde tek başıma yüzleştim.

Bu yolculuk bana, korkulara ve engellere rağmen evden hatta aslında kişisel sınırlarımızdan uzaklaşıp yeni bir şehri yani bilinmeyeni keşfetmeyi, yeni güzelliklere adım atma cesaretini göstermeyi öğretti. Sevgimde zaten cesurdum. Coğrafik anlamda da cesur olmak, bilmediğim yerlere tek başıma gidip sora sora adresleri bulmak, otobüslerden otobüslere gezmek bana çok şey kattı. 4 ay Londra’da yalnız yaşamıştım ama güneyde tek başıma gezmek, konser vermek, yeni dostlar edinmek değerli oldu benim için. Kalbimin yarısı İzmir’de kaldı. Şehrin denizle olan yakın ilişkisi ve insanlarının sıcaklığı belki benim de kalbimle gördüklerimdi. Belki böyle bir yolculuğa ihtiyacım vardı ama her şeyin bir başlangıç olduğunu hissediyorum. Yeni kararlarım için bu gezi bana bir liman oldu ve güç verdi. Risk almadan yeni kararlar alınmıyor. Eski alışkanlıkları bırakmak en zoru ama en büyük başarı da aynı zamanda…

Ece Dorsay

ecedorsay@yahoo.com

Rock-a Festivali’nde Güzel Ruhlar

Rock-a Festivali’nde Güzel Ruhlar
14 Ağustos Pazar 2011 BirGun Pazar Eki

5 Ağustos Cuma gecesi 1:00’da Rock-a Fest’te sahne alacağımı öğrendiğimde, gecenin geç vakti açık havada sahne almanın çok büyülü olacağını düşünmüştüm ve yanılmadım. Uzun süredir İzmir’de olduğum için yakın dostumun akrabasından ödünç bir elektrik gitar aldım. 3 baykuş ahbap beni ve dostumu festivale mini-van’a benzeyen rahat bir araçla götürdüler. Ne kadar teşekkür etsem az’dır. İzmirdesanat.org web sitesinden Emrah Atik, Mert Ataol ve Yaman Kocasinan gerçekten bir konser ekibi olabilecek kadar profesyonel kimlikte insanlar. Hem gerçek dostlar hem gerçek yardımseverler olmaları da ayrı bir keyif kattı yola. Tozu dumana katarak Eski Foça’ya doğru yol aldık.
Gökte yıldızların çok yakından göründüğü bir geceydi. Bu sefer Groovebox’um olmadan sadece gitar ve vokal olarak sahne almaya karar verdim. İyi ki de öyle yapmışım. Delice esen rüzgara rağmen, mandallarla nota sehpasına tutturduğum defterimin uçmasına, gözlerimi sürekli örten saçlarımın önümü görmeme engel olmasına, toza toprağa, kısıtlı imkanlara rağmen, mükemmel bir seyirci ile buluşmanın keyfini yaşadım. Şarkılarımı ezbere söyleyenler, Kırmızı Karanlık’ı tekrar çalmamı isteyenler, dünyanın çeşitli ülkelerinden gelmiş turistler, hippie’ler, Barışarock’u aratmayan bilinçli dinleyiciler, penamı isteyen biri, konser sonunda sahne yanına gelip : “Tüm cinsiyetleri aşan bir sesiniz var” diyen uzun saçlı genç adam, tüm bunlar kalbimde unutulmaz izler bıraktı. Janis Joplin çalmamı isteyen biri oldu. Henry Lee yorumu çalmamı isteyen de oldu. Amy Winehouse’dan No Good adlı parçayı cover’ladım, yorumladım. Dostum Seçil Demirel’i sahneye davet edip son şarkılarda, fırtınadan deli gibi uçuşan sayfaları tutması için yardım istedim. Gerçek bir dost diye seslendim ona mikrofondan. Gerçek bir dost. Bana böyle bir dostu hediye eden İzmir’i seviyorum.
Kesmeşeker’den sonra sahne alarak Cuma konserlerinin kapanışını yapmak güzel oldu. Yolda başımıza gelen aksilikler ve kazalar bile tatlı birer hatıra olarak kaldı. Eski Foça’dan çıkarken karanlıkta yola atlayan dört adet yaban domuzuna çarpmamak için ani fren yaptık ve bir tanesinin tüyleri havada uçuştu. Havada uçuşanları et parçası sanarak dehşete kapıldık ama en çok da aracımız sürüklenecek diye panikledik. Neyse ki domuzun yara almadan kurtulduğunu öğrendik. Gece, Eski Foça’da karakola gittik çünkü arabanın plakası domuzla beraber kayıptı.
Eski Foça sokaklarında dolaşırken önümüzden geçen taksideki dört genç Ece diye tezahürat yaptılar. Gerçek üstü bir rüyada sandım kendimi. Bir çorbacıya girip karnımızı doyurduk. Sabaha karşı 6 gibi bizi Çandarlı’ya bıraktılar yani oraya ancak vardık. Bu sırada arabada kahkahalar gırla gidiyordu. Yol Dj’i ben oldum ve çeşitli CD’ler seçerek yol müziklerimizi hazırladım. Gün doğarken halen yollarda gidiyorduk. Harika bir manzaraydı. Arabayı kenara çekip, Çandarlı kıyılarına yaklaşan yunusları izledik. Nadir görülecek bir olaydı.
Kısacası, hem seyirci kitlesi olarak hem de yeni dostluklar kurmak anlamında, unutulmaz bir festivaldi. Belki de yaptığım ve karşılıksız kaldığını düşündüğüm tüm güzelliklerin, bir şekilde bana (bambaşka ve beklenmedik bir yerden) geri dönüşünü yaşadım o gece…

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com




Uzansam Parıltılarına…

Uzansam Parıltılarına…
7 Ağustos 2011 BirGun Pazar Eki

Sigara paketi duruyor masada… Elim gidiyor ama bağımlısı olmadığımı biliyorum o yüzden yeltenmiyorum alıp yakmaya. Bazen yakıyorum bir tane…Nadiren… Kalp de söz dinlese ve bıraksa gerekmeyeni, ağır geleni, boğanı olduğu yerde…Hayır, illa gömüyor kendi derinliğine tüm dalgaları ve tekrar hortlatıyor bilinmeyen karanlıkları. Yakamoz gibi yanıp sönen, bir kendi halinde duran bir coşan parıltıların gösterdiği dönemeçli yolda ilerliyor yüreğin kendisi. Saçlarımı olduğu gibi bırakıp, buruşuk tişörtümle çıkıyorum yolculuğa. Bilmediğim yolda günbatımını izliyorum otobüsten. Unutulmayacak bir yol hatırası. Tek başıma olmamın verdiği ürkeklik ama özgürlük duygusu, güzel anılar biriktirince zafer duygusuna dönüşüyor. Bilinmezliği yenmenin ve her birini hatıralara çevirmenin sonsuz coşkusuna dönüşüyor eski ürkek hislerim…

Labirent dediğimiz o karmaşık yapı aslında güzel bahçelere çıkabiliyor bazen. Her ne kadar, sürekli koridorlara mahkum olsak da, ara sıra ulaştığımız yerler için değiyor dolanmaya, bilinmeyen karanlıklarda…Hem içerde hem dışarıda, karmakarışık bir labirentin varlığı…
Evine dönmeyi henüz istemeyen bir gezgin olmak ruhumu hafifletirken bazen hayatımı düzeltme isteği ve azmi verdi bana. Symrna yollarında sürekli bir otobüs yolculuğu…One Love Festivali ardından Bodrum oradan İzmir ve ardından Çeşme. İzmir ile Çeşme arası gidip gelmeler. Dünya keyiflisi ve adrenalin dolu Cumartesi’ler…Tek başınalık bir yandan, içimdeki renkler bir yandan, mucizevi karşılaşmalar, karşılıklı gülüşmeler ve şakalaşmalar bir yandan…Gizem dolu yolculuğun orta yerindeki gezgin bir ruhun dostluk halleri, sevgi halleri, aşık halleri…

Bar taburesinde, votkaları yuvarlarken, müziğin renkli hallerine kaptırıyorum kendimi… Portakallı votka ardından elmalı votka içmek ve bardaki insanların türlü hallerini gözlemleyen sessizlikte olmak. Sigara otlandığın genç kadınla kahkaha atmak ve sonra barda çalışan Brezilya’lı dünya iyisi bir ruh ile ahbaplık etmek. Yapayalnız, pansiyondaki çatı katı odanda dönüp durmak ve mesajlarına bakmak. Uykulu gözler, karmaşık sözler, hülyalı günler…

Klişe bir bar sahnesi de değil aslında bu. Tek başına yolculuğun duraklarında eşlik edilen ahbaplar, dostlar, duygular, anılar… Bu şehri seviyorum : İzmir’i. Tahammül edilmesi zor nem oranına rağmen. Belki bir dosttur beni buraya bağlayan, belki Ege denizi, belki insanlarının sıcaklığı, belki huzur veren durgun hali…İstanbul’u hala özlemedim…
İnsanları özlesem de kaotik şehrimi özlemedim.

5 Ağustos Cuma gecesi 1:00’da Rock-a Fest’te solo olarak sahne almış olacağım. 3 gün süren festivalde birçok alternatif ve rock’a dair isim var : Kesmeşeker, Bandista, Eski Bando, Başıbozuk, KırkbinSinek,Red House, MisPis vesaire…Bugün Eski Foça’ya doğru yola çıkıyoruz. İzmirde sanat ekibi Emrah Atik ve arkadaşlarıyla. Sağolsunlar sohbetleri ile renk kattılar geçen gün toplandığımızda. Babylon Aya Yorgi’de de epey eğlendik. Aya Yorgi koyu zaten ayrı bir güzel…Türkuaz rengi bir deniz. Altun Yunus koyundaki Boyalık sahili de incecik kumlarıyla nefis bir sahil. Bolca müzik istiyorsanız Aya Yorgi sahilindeki mekanlar daha uygun.

Teoman, müziği bıraktığını ilan etmiş. İlk duyuşta pek inandırıcı gelmez bana böyle kararlar ama piyasa koşullarının, yerini en belirginleştirmiş müzisyeni bile ne kadar yıprattığı ortada. Tam olarak bana hitap etmedi hiçbir zaman ama bu ülkede kendime nispete yakın bulduğum nadir sanatçılardan biri. Bana hitap eden tarafı, zampara veya bar serserisi olan tarafı değil. Daha ziyade; melankolik, varoluşçu, hüzne aşık, yaşama tutkusu olan, buruk ama incelikli tarafı. Sanıyorum ki bu kararı, uzun veya kısa vadede değişir. Bir ozan/müzisyen, dinleyicisinden kolay kolay kopamaz.

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

1 Ağustos 2011 Pazartesi

Soul’un Melankoli Kraliçesi Bizi Sarstı ve Terketti…

Soul’un Melankoli Kraliçesi Bizi Sarstı ve Terketti…
31 Temmuz 2011 BirGun Pazar Eki

Güçlü kontralto vokalleri, kendine özgü duruşu, 60’ların ve 70’lerin R&B ruhunu yeniden hortlatan muazzam karizması, ayaküstü bile nefis tonlamalarla ve yorumlarla bülbül gibi şarkı söyleyebilen doğal yeteneği, çelimsiz fiziksel görünümünün de yansıttığı kırılgan ifadesi ruhlarda öyle bir yer etti ki, Amy Winehouse’un kaybı, müzik dünyasında Janis Joplin kadar mühim ve acı bir yetenek kaybı oldu. Bize bıraktığı müthiş eserler bir yana, çıkması muhtemel albümünün de bir şekilde basılması taraftarıyım. Elbet üzerinden para kazanmaya çalışan kurtlar, kirli oyunlarına devam edip birçok ürününü satabilirler. Bu da sinirlerimizi epey bozacaktır ama zaten Türkiye konserinin iptaliyle, internetten izlediğim Sırbistan konseri görüntüleri, menejerlerinin ve çevresindekilerin onu nasıl sömürdüğünü göstermişti bana. Twitter’a o tarihlerde : Menejerleri Amy’nin bu hale düşmesine nasıl göz yumuyor diye isyan etmiştim. Bariz olan, saf yeteneğe zerre değer vermeyen çıkarcı kapitalist düzenin ve kolu olan müzik sektörünün saf yetenekten ibaret bir yıldız olan Amy’i sömürüp yuttuğu… Saf derken; gerçekten müzik sektöründe şişirilerek bir yerlere gelen yapmacık yeteneklerden çok ayrı bir yerde durduğunu kastediyorum. Kendi kulvarını yaratmış, sahici bir yıldızdı.

Tabloid dedikleri magazin basınına her zaman malzeme olan hayatıyla ilgilenmedim. Beni ilgilendiren yeteneği ve sesiydi. Yok yere yıpratıldığını görmek mümkündü. 27 yaşında yaşamını yitiren yıldızlar kervanına katıldı : Jimi Hendrix, Jim Morrison, Janis Joplin, Kurt Cobain ve Amy Winehouse… Genç kaybettiklerimizden muazzam yetenekler Jeff Buckley ve Nick Drake de var. Ürkütücü bir tesadüf gibi dursa da aslında açıklayıcı sosyolojik durumlar da var. Müzisyenliklerine ve hayatlarına baktığım zaman hepsinde benzer kırılganlığı, ruhsal değişkenlikleri (genelde manik depresif durumlar), müziği bir varoluş biçimi olarak ifade edişi, dahiyane yeteneği, özgünlüğü, emsalsizliği görüyorum. Bu da beni üzüyor ve ürkütüyor. Kapitalist sistemin, önce dev ışıklarla aydınlatıp sonra büyük baskı uyguladığı, umarsızca sömürdüğü , çiklet gibi çiğneyip attığı pırlanta gibi değerli ve nadide yeteneklerdi hepsi.
Bu yazıyı yazarken canım yanıyor. “Su testisi kırıldı” veya “akıllı değildi” gibi abuk sabuk, sığ, düzen yalakası yorumlar yapan şişirme pop yıldızları(mız) kendilerinden utanmalılar.

Uyuşturucu ve alkol kullanımları ortak yönleri belki…Fakat kimse ahlak bekçisi kesilip de ruh hallerinin haritasını çıkaramaz. Neden bunu seçtiklerini de açıklayamaz çünkü kimse bir diğerinin hayatını bilemez ve bilemeyeceği için de yargılayamaz. Hayatının her saniyesini bilse bile ruh halini çözemez. Sanatçı dediğin, en basidinden, sokaktaki sıradan adamdan daha duyarlıdır. Sosyal duyarlılık veya kişisel duyarlılık ama sonuçta duyarlıdır işte. Sevgi, aşk, insan ilişkileri, dostluklar, samimiyet, dürüstlük konusunda; bir firmanın CEO’sundan bin kat daha duyarlıdır. Ne yazık ki bu sistem, kafası avukat gibi çalışan, kısa vadeli pragmatik hedefleri olan, muhalif olmak nedir bilmeyen, sığ insanları kucaklıyor. Amy Winehouse’un etrafında onu koruyabilecek bir kişi bile bulunmaması çok acı…Bunca şöhret, sanatçıyı daha da yalnızlaştırıyor demek ki… Kaçmak istedikleri ve sık sık çatıştıkları sistemin bir kuklası olduklarını fark etmeleri de ruhlarında yara açıyor olabilir ama bence en büyük sebep sevgisiz bir dünyada yaşıyor oluşumuz. Aile, dost, aşk ilişkilerinin materyel dünya tarafından dümdüz edildiği bir ortamda, nefes alabilmek zor hale geliyor. İnceliklerde yaşayan ruhlar ise en çok bunalanlar oluyor. Elbette açıklamak bu kadar kolay değil. Aynı zamanda, ruhsal ve bireysel problemler de üst üste biniyor. Bu nadide yetenekleri çaresizliğe sürükleyen sebepleri az/çok duyumsayabiliyorum, kurduğum empatiyle…

Sanatın acılardan doğduğu klişesi bir kez daha doğrulanır gibi oldu ama coşkuların da büyük etkisi var inanın…Zaten bazen manik bazen depresif hallere, her insan evladı müsait sadece bu saydığımız dev isimler/yetenekler (dev derken şöhret değil yetenek anlamında), bu halleri daha yoğun yaşadı. Şarkıları, zamanın ötesinde, ilk günkü tazeliğinde kalacak; kapitalizmin pompaladığı çiklet şarkılar kulaklarımıza her gün tecavüz ederken, gerçek şarkılar hep kalbimizin orta yerinde çınlayacak.

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

Mavi Kubbeli Oda; Twitter

Mavi Kubbeli Oda; Twitter
17 Temmuz 2011 BirGun Pazar Eki

Karanlık bir gece değil aslında. Güzel umutlarla dolu…Yarın İzmir’e gideceğim. Gerçi bu yazı basıldığı gün, İzmir’de olacağım umarım ki. Ve yine umuyorum ki Çeşme’de gitmek istediğim güzel yere de gidebileceğim. Fonda eski, çok tatlı bir şarkı var. Kimin şarkısı olduğunu söylesem mi? “Moda Yolunda” diyeyim gerisini siz tahmin edin. Kırmızı Jaket ve pantolon diyor sözlerinde. Eski şarkılar daha mı naif ve sıcak esintiliymiş ne? Dinledikçe eskileri, yeni şarkılar soğuk ve teknolojik geliyor. Gerçi delirmedim o kadar : Remiks’ler gibi çok modern elektronika parçalar da dinliyorum. Eklektik bir müzik zevkim var ve bundan memnunum.

Twitter,” mavi kubbeli bir oda” gibi oldu. İlhan İrem’in Don Kişot adlı şarkısında geçer bu tamlama.Ben de aldım bu sözü ve Twitter’ı iyi tanımlayan bir sıfat yaptım. Gerçekten uzaktan bakana çok fuzuli geliyor Twitter. Başta bana da öyle gelirdi ama öyle bir dostlar sofrası ve dünya yarattık ki orada, şimdi evim gibi oldu. Hiç abartmıyorum öyle oldu. Sanacaksınız ki asosyal bir durum var. Tam tersi aslında. Birçok değerli insanı daha yakından tanımamı, görüşlerini anlamamı sağladı ve çoğuyla da gerçek hayatta güzel dostluklar kurdum. Zaten çoğu benim gibi müziğe bir şekilde gönül, emek vermiş insanlar. Müziğe ve/veya sanata. Takipçilerim de bol elbet ve onları da çok önemsiyorum ama aynı zamanda sıkı iletişim halinde olduğum değerli isimlerle tüm bu fikir alışverişini yapmak inanılmaz güzel. Ancak yaşayan bilir.

Bazen gevezeliği abartıp bazen hüznün dibine vuruyoruz beraber. Kimi zaman her kafadan farklı bir ses çıkıyor ama kimi zaman da inanılmaz bir akıl/fikir birliği, uyumu oluyor. Kimi zaman birbirimizin kulağını çekiyor, kimi zaman çimdikliyoruz birbirimizi. Kimi zaman da dostlukları pekiştiriyoruz veya birbirimizi daha iyi anlamaya çalışıyoruz. Bazen hüzne kapılmıyor değilim : Keşke daha sık görsek birbirimizi diyorum bu dostlarla…Keşke uzak köşelerden birbirimize yazmak yerine yan yana olabilsek. Aslında hergün birbirimizin ne yaptığını bilmek de inanılmaz değerli ve güzel. Kimisi bunu abartı buluyor ama ben seviyorum. Değer verdiklerimin o anda nerede kalplerinin çarptığını bilmek ve o anki hislerini öğrenmek içime ferahlık veriyor. Kilometreleri aşan bir yakınlık hissediyor insan. Tek handikap oraya hapsolmak. İşte bu noktada, birbirimizi daha sık görmeliyiz ama bu iki tarafın da oradan sıyrılmayı isteme oranına bağlı. Ben araç gibi görsem de kimine göre orası bir amaç.

Bazen cıvıtıyoruz kabul, ölçüyü kaçırıp, espri dozajını abartıyoruz ama dostlar sofrasında her daim kendini gerçekleştirmek yani düşüncelerini, hislerini, şakalarını özgürce, lafın kesilmeden paylaşabilmek güzel. İnanılmaz devrimci buluyorum Twitter’ı. Sozluklerden ve hatta Facebook’tan bile daha devrimci Twitter. İlk zamanlar çok lüzumsuz gelirdi ve bu kadar kısıtlı yazı karakteri sayısı ile ne paylaşılabilir ki derdim. Şimdi görüyorum ki az ve öz kelimeyle net olmanızı sağlıyor. Cümlelerinizin her yöne çekilerek yanlış anlaşılma olasılığınız da yüksek ki bu hepimize olmuştur. Paranoyak veya şizofren bireyler yetiştirmeye müsait bir ortam.

Ama zamanla, dostlar sofranızı tanıdıkça, güveniniz artıyor ve az cümle ile çok şey anlıyorsunuz.mBelki de çok fazla alt-anlam aramaktan kaçınmak daha sağlıklı. Bazen de tam tersi. Ölçüyü ayarlamak tamamen Twitter kullanıcısının bizzat kendisine ait. Dediğim gibi, dışarıda çok ilginç bir dünya varsa oraya ait olmak daha iyi ama etrafınızda sıkıcı bir ortam var da üzerinize geliyorsa, Twitter’da gerçek anlamda-cesurca-içten bir şekilde fikir paylaşmak hatta hayatın an’larını paylaşmak çok değerli. Anti-teknoloji ve anti-twitter gibi yaygın görüşlere inat, Twitter denilen mucizenin devrimci, alternatif yönlerini anlatmak istedim. Tu kaka demek en kolayı, gerçekten tadını çıkarmak ise ustalık ve zaman istiyor. Doğru twitdaş’lar ile zaten çok keyifli bir yolculuk oluyor hayatınızda. Artık hayatımın önemli bir parçası Twitter ve bundan hiç gocunmuyorum bilakis mutluyum. Bir sürü güzel , değerli insanı ve görüşlerini hayatıma kazandırdı.

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

11 Temmuz 2011 Pazartesi

Rasyonel Ruh Polisleri

Rasyonel Ruh Polisleri
10 Temmuz 2011 BirGün Pazar Eki

Bazen tıkanır kalırsınız, deniz suyu bile yetmez özgür hissetmenize. Bugün Bodrum’da dalgalı deniz sularında yüzerken, hayatımda belki de ilk defa denizin ortasında gözyaşlarına boğuldum. Ufuk çizgisine ve ada’lara baktım. Derinlerde yüzerken, bir başladım ağlamaya ki epey ferahlatıcı da oldu aslında. Yine de çok sıra dışı bir gözyaşı ziyareti oldu bir anda. Demek ki çözümsüz veya çözümü zor bir girdap, hayatımda her daim var. Sadece başroldekiler değişiyor ama konu benziyor. Hatta konu bile tam benzemiyor ama acısı ve özlemi birebir aynı. Hep bir yerde düğüm oluyor ipler. Her hikayede, farklı bir yerde oluyor o düğüm. Düğümü çözmek mi? Gel de çık işin içinden derler insana.

İlhan İrem dinlerken bu gece, aynı şarkıyı tekrar tekrar ruhuma işliyorum : Gemiler Döner Geriye… Yarım ay var denize değmek üzere olan…Rengi de turuncu…Hem de alev gibi bir turuncu... Bazı soruların cevapları hiç mi bulunamaz? Zaman her şeyin ilacı derler, buna inancım azalmakta…Bir gönül derdi biterken diğeri başlıyorsa, aslında zaman sadece bir aldatmacadır bana göre…İnsan ruhundaki derin kesikler, sürekli olarak kendilerini tekrar etmekte ve aşkın dalgaları vurmaktadır acı tuzuyla yaraların kıyısına.

Kendini dinledikçe insan batıyor bazen. İçerdeki sesler, pek de yoğun dinlenilesi şeyler değiller galiba. Bunu yeni yeni öğreniyorum. Kendinden kaçamıyor insan ve kaçmak da çözüm değil zaten ama nereye kadar ruhunu kazıyarak, çöpleri ve pırlantaları arar ki insan? Tükenir o zaman. En güzeli gizemi olduğu yerde bırakıp, kalbinde taşıyarak müziğime ve kelimelerime yönelmek. Biliyorum ve inanıyorum aslında, eskiden olmadığı kadar yürekten inanıyorum, güzel şeylerin daimi olduğuna…Belki bu sefer elektrikler kesilir gibi kesilmeyecek. İnancım güçlü. İçimdeki çok şiddetli ses, böylesine güzel bir hikayenin, henüz kıyı şeridinden esivermiş bir rüzgarın, neşeli ıslıklar çalacağını söylüyor. Bu kıvılcımın çok değerli olduğunu biliyorum ve yürekten hissediyorum.

Kimi zaman, içsel bir ruh kabadayısı gelip “kes artık umut etmeyi, kes artık inanmayı, kes artık dayanmayı, uyan da gerçeklere bak” diyor. Bu kabadayı aslında statükonun taptığı değerlerin, şizofrence yaşayan toplumun düzeninin sığ bekçisi. Ruhumu biçmek istiyor naralarıyla. Onu kovmak gerekiyor çünkü en derindeki gerçeği, gizemi, çözümü, ferahlığı sadece kalp biliyor. Astığı astık, kestiği kestik rasyonel ruh polisleri aşkı çözümleyemiyor. Aşktaki anarşizmi ve bir anarşistin masal kitabını okuyacak derinlik sadece aşıkta ve anti-konformist ruhta var. Biliyorum ki şaşı gören gözler aslında kendini rasyonel sayanlar. Gönül gözü denilen göz, ebedi olarak klişe ama “gerçek” olmayı sürdürecek.

Düğümü gerçekten çözmenin yegane yolunun, vicdan ve sabır olduğunu, bazen olan bitene güvenmek olduğunu anlıyorum. Bir tür teslimiyet belki de. Sevmediğim bir kelimedir aslında bu. İtici gelir kulağıma. Burada bahsettiğim teslimiyet, aslında mucizelere inanmak ve sezgilerinle hareket etmek, hayatın getireceklerine güvenmek anlamında… Bazen zor olabiliyor farkındayım, şiddetli isyanlar ve sıkıntılar dikenli tel örüyor ruhun etrafında, nefes aldırmıyor ama sancı anlarını atlatınca, kendi güneşini doğuruyor ruhun en zengin kısmı…

Şarkılar ve şiirler ile geçiştirmek/atlatmak değil aslında yaptığımız. Mana katmak ve derinleştirmek. Şarkılar olmasa da derin, hissedilenler ama tüm dinlediklerimiz, yüceltiyor ve ferahlatıyor duyguları. Bir eseri yaratanın da bizi anladığını bilmek, şarkıların her şeye şahit olduğunu deneyimlemek öyle güzel ki…Coşku, melankoli ile birlikte geliyor. Asla tek başına değil. Bu inanılmaz ikili, Yıldız Tilbe’nin şarkılarından İlhan İrem’inkilere ani bir geçiş kadar görkemli ve sarsıcı…

Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com

VERTİGO

VERTİGO
3 Temmuz 2011 BirGun Pazar Eki

Vertigo, (Latince dönmek) baş dönmesi ve hareket duygusunun yitirilmesi demektir. Film ismi, şarkı ismi, roman ismi hepsi olur bu isimden. Ki var zaten. Bir maceranın ismi olur mu?
Dipsiz bir kuyuya doğru kendini fırlatan kalp. Aslında melankoli bağımlılığı gibi gözüküyor biliyorum ama sonuçsuz cümlelerin sıkıntı veren virgülüdür belki tüm olan biten. Bir ferahlık veren cümlelerin virgülleri mi vardır noktaları mı? Nokta bize sonu hatırlatır ama. Güzel bir öykünün cümleleri arasındaki geçişler olarak da bakılabilir noktalara. O zaman anlamı artar tüm o noktaların. Harflerin baş döndürücülüğü arasında günlere kazınır sevgiler.

Bekleyişler değildir bizi yoran, sabit kalakalmak ve rüyalara saplanmaktır bazen. Rüyalar ki insana güç verir lakin insanı girdaba da düşürür bazen. Sevimsiz telaşların, kırgın ruh polislerinin sürekli yormasıdır kalbi, en çekilmez olan. Pür dikkat bakarız kendimize, olan bitene, derin bir nefes alıp yola koyulmak isteriz ama nerden bilebiliriz ki başımıza gelecekleri. Görev insanı olmak ne zordur, bir olabilsek, belki sanata akıtarak tüm bu maceranın zehrini, soluklanmak mümkün olabilir. Ne tuhaftır, çalışmamak daha fazla yorar beni, kendi düşünce ve his girdabımda boğulmama sebebiyet verir. Oysa kendimi bir işe verebildiysem dünyalar da benimdir aslında.

Vertigo ne demek gerçekten? Baş dönmesi türevi bir hastalık dedik. Peki mecazi anlamda bu terimi ele alırsam, neden bazılarımızın başı daha sık döner, bazılarımız daha sağlam basar yere? Nedir bizleri bu kadar birbirimizden ayıran karakteristik özellikler? Veya neden bu kadar farklıyız bu bağlamda? Tek cevabım, bir cevabım olmadığı. Ama şunu biliyorum : Melankoliyi ne kadar ağır yaşıyorsanız, coşkuyu ve sevinci de o kadar yoğun yaşama lüksünüz var. Kısacası gülün dikeni var. Genelde hüzünlere fazla kapılmayan ve gündelik hayata daha kolay adapte olabilen insanların, heyecan, coşku ve sevinçlerinin de daha dengeli olduğunu gördüm. Coşkunun dengelisi pek sevimli bir şey değil. Bu da bir gerçek. Ama hüznü, enerjiye çevirebilmek işte o en zoru. Bütün mesele burada, benim açımdan. Melankolik ve hüzünlü dalgaları, pozitife çevirmek. Üretimle ve çabayla oluyor. Teslim olmak ne yazık ki en kolayı ama sonrası ağır. Sizi hayatın akışından çekip çıkaran ve rüya aleminin karanlıklarına sürükleyen bir his. Gerçekler ile hayallerin kopukluğunda sıkışıp kalmak ağırdır. Bunu sık yaşayan ruh, biraz yorgun ve alt üst olmuş durumdadır.

Sanat üretiminde işe yarayan durumlar ne yazık ki gündelik hayatın akışında pek işe yaramıyor. Hatta engel oluşturuyorlar. Sahneye çıkmadan günler evvel başlayan adrenalin saldırısı, gerginliğe sebep olurken, bazı sanatçıların neden sahnede alkol aldığını anlıyorum ki asla yapmayacağım şey. Midem hassas. Amy Winehouse’u o halde sahneye çıkaranlar utansın. Menejerlerinin umrunda olmadığı ve hatta opportunist bir yaklaşımla, seyirci önünde yok olarak efsane olmasını istedikleri çok bariz. Yazık çok yazık. Bu da bir çeşit vertigo yani baş dönmesi. Amy’nin sahnede alkolden başı dönüyor, menejerlerinin hırstan başı dönüyor.
Seyircinin, hayretten başı dönüyor. Belki de dünya böyle dönüyor. Yani düzen böyle!

Yazılacak çok şey var ama bugün de kafam, vertigo hesabı döne döne, düşünce çemberime yoğunlaşmak istedi. 3 Temmuz Pazar günü Efes Pilsen One Love festivalde sahnedeyim.
18:00’da Santralistanbul’da alternatif sahnede. Beklerim. Adrenalinden biraz silkelenip keyfini çıkarmalı böyle an’ların. Sahne için yaşarken, gerginliklere teslim olmak manasız çünkü. İnsan, sanatına özen gösterince böyle oluyor elbet ama bir noktada kendine ayar yapabilmek önemli. Kış için güzel planlarım var, müziğe dair ve müziğin yan kollarına dair. Elbet yazmaya da dair. İnadına üretmeye, yazmaya, çizmeye ve sevmeye devam…Asilce yaşamanın en güzel ve yegane yol bu’dur.
Ece Dorsay
ecedorsay@yahoo.com