3 Aralık 2019-12-03
Pose dizisi henüz
2 sezon yayınlandı ama etkisi sezon sayısından büyük oldu.
Ülkemizde okur yazarkesimden olan netflix tutkunlarının, batıda
da vizyonu genişlerin dikkatini çeken bir dizi oldu. Çığır açan bu kült
mizaçtaki dizi, alt kültürü korkusuzca ana akıma taşıyor. Üstelik kimlik
politikaları hakkında öğüt vermeye gerek duymadan, tamamen izlenebilir ve
akıcı üslupla, insan ruhuna dokunan içtenlik dolu,
insancıl hikayelerle yapıyor bunu.
1987 yılının New York’unda başlayan
ve kendi ailelerinden dışlanan, marjinalleştirilmiş,
ötekileştirilmiş ve tüm bu zorluklara inat cesur yollarıseçmiş
karakterleri anlatan dizinin en özgün yanı, rol alan oyuncuların gerçek
hayatta da transeksüelkarakterler olması. Hem siyahi hem transeksüelkarakterlerin beyaz
yakalı toplumda varoluş mücadeleleri haliyle bitmiyor.
Hem Trump Tower’ın simgelediği Amerikan kapitalist düzeninde görünmez
kılınmaları, hem hayatlarına sirayet eden AIDS virüsü
belası, dertlerine dert eklerken, tüm karakterleri daha güçlü bir bağ ile
birleştiriyor. Bu dizide en sevdiğim tavır, vurguların dayanışma üzerine
olması, karakterlerdeki optimizm, dozunda
mizah ve korumacı aile anlayışı.
NYC’nin balo salonunun parlak
ışıkları altında düzenlenen dans yarışmaları ve aile isimleri altında farklı
çatılarda yaşayan, seçilmiş bir anne
tarafından korunup kollanan genç dans grupları,
dizideki rengarenk dünyayı bize 80’li yılların romantik şarkıları
eşliğinde izletiyor. İkinci sezonda, 90’lı yıllara
geldiğimizde, Madonna’nın Vogue rüzgarının balo salonundaki
dansları nasıl etkilediğine şahit oluyoruz. Dizinin en can alıcı kısmı da, bu
yer altı hikayelerinin gerçekten yaşanmış bir dönemden ortaya
çıkması.
Dizinin parlayan yıldızı
elbette Billy Porter. Gerçek hayatta da, kostümleriyle dikkatleri
üzerine çeken sivri duruşlu Porter, Pose’da balo
salonlarının vazgeçilmez ve enerjik MC (sunucu)’si
Pray Tell’icanlandırıyor. Sivri dili ama yumuşak kalbiyle herkesin
sevgisini ve bazen öfkesini kazanıyor. En yakın dostu Blanca ile Aids üzerinden
kurdukları dayanışma, zaman geçtikçe güçleniyor. Blanca’nıniyimserliği,
zor bir kişilik olan Elektra’dan kopup kendi dans evini kurması,
sokak performansçısı olmak zorunda kalan eşcinsel ve dans
tutkunu Damon’u keşfedip koruması altına alması, dizinin sürükleyici
kısımlarından.
Damon’un Whitney Houston
klasiği “I wanna dancewith somebody” şarkısı eşliğinde,
New School For Dance için hayatının en önemli performansıymış
gibi tutkuyla dans etmesi beni inceden ağlatan bir sahneydi.
Bu devrimci dizide, romantik ve
hüzünlü aşk hikayaleri de var. Gizemli ve parlak
karakter Angel’ın seks işçiliği yaparken tanıştığı ve
kendisine aşık olan beyaz yakalı Stan Bowes ile bir
sahnesi çok vurucu. Sınıfsal farkları, ağlak ve arabesk hislere
kaçmadan dozunda vererek yüzümüze vuruyor. Stan,yatakta huzurla
uzanırlarken, Angel’a hayattan ne beklediğini soruyor
ve Angel, “Kendi evimi istiyorum. Birine bakmak, birinin bana
bakması. Ben de her orta sınıf kadını gibi muamele görmek istiyorum.” diye
cevap veriyor. Sahne kesiliyor ve hemen ardından kamera bize, Trump Tower’da
çalışan beyaz yakalı Stan’i kendi evinde, eşine kavuşurken
gösteriyor. Sahne kapanışında Kate
Bush’tan Running Up That Hill’in açılış synth’leri
çınlıyor. Tüyler gene diken. Angel’ın özlem
duyduğu konformist dünya, aynı zamanda Angel’ın dışlanmasına
sebep olan düzen.
Siyahi trans kadınların ağzından
hayat dersi niteliğinde cümleler dinliyoruz. Tüylerimiz
diken diken oluyor. Bir buçuk saatliğine de olsa, dünya düzeninin
kinizminden ve alaycılığından uzak, geleceğe ve dostluğa inanç dozu fazla,
devrimci romantik bir hikayenin içinde buluyoruz kendimizi.
İkinci sezondaki hastane konserleri ve ağır Aids hastalığı sahneleri,
kişisel yüzleşmeler, karakterleri aklımıza ve kalbimize daha fazla kazıyor.
Barok ruhlu bir Kuir Drama Pose. Bugüne kadar izlediğim bütün
dizilerden daha cesur, daha parlak ve daha özgün.
Ece Dorsay